Medyada 2. Cumhuriyet > 2.Cumhuriyet'e doğru III: Hâlâ umut var mı? Nerede

2.Cumhuriyet'e doğru III: Hâlâ umut var mı? Nerede

Yazıların uzadığını biliyorum; ama şu günlerde toplumun çoğunluğunu korkuya ve umutsuzluğa düşüren tehlikeli girdaptan kurtulup kıyıya sağ sâlim ulaşmanın yolunun oy oranı hesaplarıyla, kısır siyasal tartışma/sataşmalarla, ah vah edip lanet okumakla, olup bitenleri günübirlik çözümlemeye çalışmakla bulunamayacağını düşünüyorum. Bu düşündüklerimi, yazdıklarımı mutlak doğrular, kesin hükümler olarak ileri sürmenin haddim olmadığının da farkındayım. Amacım; gidişattan kaygı ve korku duyan benim gibilerin cephelerin, örgütlerin, siyasetlerin ezberlerini aşan bir pencereden, biraz daha geniş açıdan bakabilmemiz için sorular üretmek.

Tarihsel-toplumsal anlamda yeni; eskinin bağrından, eskiyi gerileterek, kimi zaman da yıkarak doğar. Eski’nin değerli kazanımları kadar olumsuz tortularını da bir süre içinde barındırır. Toplumsal değişmenin iradelerden bağımsız güçlü dinamiği, eskinin güçleri tarafından ne kadar durdurulmaya, yavaşlatılmaya çalışılırsa çalışılsın, değişim kendine bir yol bulur. Bu yolun vardığı nokta  toplum için, insan için her zaman en iyisi midir? Bu, tartışma götürecek bir soru olsa da değişimin kaçınılmazlığını tartışmak mümkün değil.

90 yıllık Cumhuriyet rejimi de toplumsal değişim dalgalarının itkisiyle değişti, değişiyor. 1920’lerde topluma dar değil belki de bol gelen Kemalist ideoloji 21. yüzyılın dinamiklerine, ihtiyaçlarına, siyasetlerine, hele de genç kuşakların özlemlerine, ruh hallerine cevap veremiyor. Türkçü asimilasyoncu, tekleştirici, militarist asker-sivil vesayet rejimi, baştan beri var olan ama güçlü şekilde su yüzüne çıkması darbelerle, müdahalelerle, egemen ideolojinin ve devletin çeşitli baskılarıyla engellenmiş öteki Türkiye’nin güçlü şekilde “ben de varım ve haklarımı talep ediyorum” demesine engel olamadı. Ne var ki üç Türkiye, (kabaca: Kemalist -Batılı -laik kesim; Müslüman muhafazakâr kesim; Kürtler) rejimin nitel bir değişim sürecine girdiği şu dönemde çoğulcu, zenginleştirici bir ortaklaşma, birleşme yerine, ayrışma ve çatışmaya sürükleniyor. Değişim sancılarını yurttaşlar olarak, bireyler olarak hepimiz bir ölçüde içimizde duyuyoruz. Sancıyı dindirecek, en azından hafifletecek ilaca ise ulaşamıyoruz.

Değişimin bu kadar sancılı olmasının nedeni, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin ve siyasetinin yekpare topraklar üzerinde, sıkı merkezî bir yönetimle yekpare bir Türk milleti yaratma hedefi. Bu hedefe varmak ve sürekli kılmak için vesayetin, otoriter devletçiliğin, militarizmin, sağ ve sol (ulusalcılık) milliyetçiliğin kaçınılmaz olduğu ortada. Ancak, 21. yüzyılın dünyası ve Türkiyesi’nde bu ideolojik hat ve siyaset artık sökmüyor, değişim dalgaları seti yıkıp geçiyor. Değişim sancılı oluyor, çünkü geçişi kolaylaştıracak yapısal önlemler darbeci-vesayetçi siyasete takıldığından zamanında alınamadı, dar gelen giysiyi bollaştıracak makas darbeleri atılamadı.

Eski rejimin siyasal yapıları kendini tüketti

Bugün siyaset sahnesinde boy gösteren siyasal güçlerden/partilerden ve fikriyattan sadece ikisi: AKP ve BDP, I. Cumhuriyet rejiminin ve ideolojisinin dışından geliyorlar.  Üç Türkiye’nin, 2000’lere varana kadar bastırılmış, ötekileştirilmiş, siyaset ve de tarih sahnesine çıkmalarına izin verilmemiş iki kesiminin: Kürt halkının ve Müslüman muhafazakâr kesimin siyasal sözcülüğünü yapıyorlar. Biri oyla, diğeri önce silahlı mücadele ile varlığını ortaya koydu. Bu tesbit bir değer yargısı taşımıyor; bu yapılar iyidir, kötüdür, doğrudur, yanlıştır demiyor. Sadece tabloya ışık tutmayı amaçlıyor.

En başta CHP olmak üzere diğer irili ufaklı partiler, sağlı sollu siyasal (geleneksel sosyalist sol dahil) örgütlenmeler 20. yüzyıldan ve I. Cumhuriyet okulundan mezunlar. Bağlı oldukları farklı ideolojilerin eski alışkanlıklarını, artık ihtiyacı karşılamayan aşınmış yöntemlerini, eski ezberlerini taşıyorlar. Siyasetin yeni güçleri karşısında gün be gün geriliyor, kendilerini tüketiyorlar. CHP neden toparlanamıyor; ulusalcı sol, Kürt düşmanlığı ve dindar muhafazakâr halk düşmanlığından başka siyaset neden üretemiyor; geleneksel sosyalist akımlar neden kendi kampuslarına kapanıp kalıyorlar? Bir dizi benzer sorunun cevabını: ayaklarının hâlâ aşılmış bir geçmişte olmasında, aşınmış pratik ve ezberler içinde dönüp durmalarında arayabiliriz.

İkide birde ortaya atılan muhalefet eksikliği ve “CHP nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını da burada aramak gerektiğini düşünüyorum. Örneğin CHP’nin bu yapı ve zihniyetle kurtulamayacağını, tükenmenin adının konması gerektiğini, yeni bir muhalefetin eskilerin tekrarı veya birleşmesiyle oluşamayacağını her yeni siyasal sınavda bir kez daha görüyoruz.. İyisi kötüsüyle Yeni, eski rejime köktenci bir tepkiden, eskinin üstüne basarak cumhuriyetin demokratik evresine yükselmekten doğacak.

Hâlâ umut var mı? Nerede?

Bunun kısa dönemde gerçekleşebileceğini, üç Türkiye’nin birbirlerine ait olma duygusunu yitirmeden sulh sükûn içinde yaşamaya kolayca başlayabileceklerini  ne yazık ki düşünemiyorum. Yine de yakın çöküşü, kopuşu engellemek için elimizden geldiği, etkileme gücümüzün olduğu, topluma insana seslenebildiğimiz oranda umut yeşertmeye çalışmalıyız, çünkü umudun tükendiği yerde toplum da insan da tükenir.

İçinde bulunduğumuz belirsizlik, hukuksuzluk, çatışma, ayrışma ortamında geleceğe doğru yürüyebilmek için sarılacağımız tek sağlam ipin; demokratik, özgürlükçü, çoğulcu bir toplum talebi olduğunda fazla bir tartışma yok. Mesele, bu güzel ama soyut talebin nasıl ete kemiğe bürüneceğinde.

Eski rejimin güçlerinin ideolojik ezberlerinden ve siyasetlerinden, öte yandan sahneye yeni çıkanların (özellikle AKP’yi kastediyorum) Türkiye’yi dramatik biçimde ayrıştıran vahşi hâkimiyet stratejileri ve zihniyetinden kurtulmanın hiç de sihirli olmayan, tarihte çağlar boyunca denenmiş sınanmış yöntemleri var. Kabak tadı verdiğini tahmin ettiğim bu yazıları fazla uzatmamak ve bilineni tekrarlamamak için özetin özetiyle:

-Kolektif kimliklerin, farklı halkların ve kültürlerin taleplerinin öne çıktığı 21. yüzyıl Türkiye koşullarında, geleneksel ceberrut devletin baskı yöntemi olan merkeziyetçi yönetim yapısının, yerel’e ağırlık veren, yerinden yönetimi sağlayan ademi merkeziyetçi bir yapıya dönüşmesi. Kürt siyasal hareketinin “demokratik özerklik” olarak adlandırdığı, en azından Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nda yer alan yönetimsel otonominin sadece Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde değil Türkiye sathında yaygınlaştırılması.

- Bu topraklar üzerinde yaşayan herkese Türklük dayatması olmadan anayasal yurttaşlık hakkı sağlanması.

-İnanç, ifade, örgütlenme, gösteri, protesto, vb. özgürlüklerin hiçbir kısıtlamaya tâbi olmadan kullanılabilmesi, devletin bu özgürlükleri korumakla yükümlü olması.

-Erklerin ayrılığı ve hukuğun üstünlüğüne dayalı devlet yapısı.

- Sandık ve oy oranından ibaret olmayan, halkın yönetenleri seçimden seçime değil sürekli denetleyebildiği demokratik işleyiş.

- Toplumsal mühendislik projeleriyle ve/veya otoriter liderlikle farklı kültür ve yaşam biçimlerine doğrudan veya dolaylı müdahalenin yasalarla engellenmesi, farklılıkların törpülenmesi yerine özendirilmesi.

-Her konuda, her yasa ve uygulamada çoğulculuk ilkesinin korunması.

Dikkat edecek olursak ayrışmayı, çatışmayı, gerginliği engelleyebilmek, özgür ve huzurlu bir ülke yaratmak için yukarda sıralanan bütün dilekler, I. Cumhuriyet’in yapısal eksiklikleriydi. Bugünlere bu eksiklikler yüzünden geldik. Rejimin yenilenmesi ve bir üst aşamaya evrilmesi ancak bunların hayata geçmesiyle, en azından adımlarının atılmasıyla mümkün. Bugün tam da bu geçiş aşamasındayız.

Umut nerede sorusunun cevabını ise şimdilik bir cümle ile verebiliyorum ve bu cevabın katkılarla tamamlanmaya muhtaç, eksik bir cevap olduğunu biliyorum.

Bence umut; önceki yazılarda yanlış ve haksız olarak “üç buçukuncu Türkiye” diye adlandırdığım, aslında “Dördüncü Türkiye”, “Umudun Türkiyesi” olan kesimde; yani Türkiye’nin ayrıştırılmakta olan bütün toplumsal kesimleri içinde var olan, yukardaki özlemleri taşıyan, çözümün bu özlemlerin gerçekleşmesinde olduğunu aklıyla ve yüreğiyle kavrayan insanlarda. Önce kendisinden başlayarak, cepheleştiren eylem ve söylemleri aşabilme mücadelesi veren bütün insanlarımızda.

VE ASIL, bir yandan dindar ve kindar nesiller yetiştirme öte yandan eski rejimin askerleri olma projelerine karşı, “ötekileştirme, ötekileşme” diyerek her türlü baskı ve güdülmeye isyanla, özgürlük ve çoğulculuk talepleriyle gelen gerçek Gezi ruhunun temsilcisi GENÇLERDE...

Oya Baydar, t24.com.tr

14.04.2014

2. Cumhuriyet’e doğru II: Geçiş neden bu kadar sancılı?

Cumhuriyet; cumhur’a, yani halk topluluğuna dayanan, egemenliğin halk adına kullanıldığı (varsayılan) bir devlet yönetim biçiminin adı. Çin Halk Cumhuriyeti de, İran İslam Cumhuriyeti de, Kuzey Kore de, Kenya, Fransa, Almanya devletleri de ve daha onlarcası cumhuriyet kategorisi içinde yer alıyor. Yani, devletin yönetim biçiminin adının cumhuriyet olması günümüzde özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, vb. adına ileri bir anlam taşımıyor. Örneğin Büyük Britanya, yani İngiltere federal parlamenter bir monarşi; İsveç bir krallık, Danimarka da öyle...

Konuya siyasal-ideolojik aidiyet vurgusuyla duygusal olarak değil, tarihsel ve sosyolojik açıdan yaklaşılırsa, devlet yönetim biçimlerinin zamanla değişmesinin doğal ve kaçınılmaz olduğu görülür. 1923’te kurulan cumhuriyetimiz de bu genel kuraldan muaf değil. 

I. Cumhuriyet mîat’ını doldurdu mu?

 Bu soruyu okuyunca kimilerinin tüylerinin diken diken olduğunu biliyorum. Yine de şu günlerde toplumcak içinde yuvarlandığımız girdabı seçim sonuçları, oy hesapları, parti dalaşları düzleminin ötesinde yorumlayabilmek ve mümkünse çıkış yolları bulabilmek için, “vurun ama dinleyin” diyorum.

Hiçbir toplumsal siyasal sistem -tıpkı konutlar gibi- üzerine oturduğu zemini, altında barındığı damı onarmadan, zaman zaman yapıyı bütünüyle gözden geçirip çürük tahtaları, gerekiyorsa temeli sağlamlamadan, damı aktarmadan, duvarları güçlendirmeden yüz yıl ayakta kalamaz. Üstelik bu tâmiratı köklü şekilde ve de günün en ileri yöntem ve teknolojisiyle kotarmak durumundadır. 90 yıllık Cumhuriyetimiz bu onarımı yapamadığı, toplumdaki değişime cevap veremediği, dünyadaki derin dönüşümü algılayamadığı, algılasa da uyum sağlayamadığı için on yıllar öncesinden başlayarak kendi kendini tüketme sürecine girdi. 2000’lere kadar, eskimiş yapıyı zorla ayakta tutmak için başvurulan askerî darbeler, vesayetçi müdahaleler dipten gelen direnci bastırmanın yolu olarak görüldü. 2000’ler sonrasında dünya ve bölge koşulları içerdeki dinamiklerle birleşince zorla ayakta (ve birarada) tutulan yapı çatladı, dağıldı, evin odaları birbirinden ayrıldı. Kuruluştan beri zaten farklı odalara tıkılmış olan üç Türkiye, çatlamış binanın ayrı ayrı bölümlerinde kaldı, birbirinden uzaklaştı, uzaklaştıkça düşmanlaştı. Cumhuriyetimiz artık çağın ve halkın ihtiyaçlarına cevap veremiyor, bir zamanlar vesayet ve darbe tutkalıyla, zorla birarada tutulan ev halkının bölünüp ayrışmasına çözüm getiremiyordu.

Başka türlü olması mümkün müydü?

Tarihte, ‘halam amcam olsaydı’, temennisinin geçerliği yoktur, ancak ‘neden böyle oldu, ne olsaydı böyle olmazdı?’ sorusu sorulabilir, sorulmaktadır da. T24’ün köşesi bu soruyu burada bütün boyutlarıyla tartışmaya müsait değil. Ancak, hepimizin bildiği gibi Cumhuriyet’in kuruluşunun Türk uluslaşması süreciyle iç içe olduğunu hatırlatabiliriz. Çok milletli, çok kavimli bir imparatorluktan Türk ulus-devletine geçilirken halkın Türk (Sünnî) İslam kesimi devletin ve milletin aslî unsurları olmaları benimsendi. Bu tercih, başta Kürt sorunu olmak üzere bir dizi sorununun giderek daha da giriftleşerek bugüne kadar sürmesinin başlıca nedenidir. Asker-sivil kurucu kadroların vesayeti altında sıkı merkeziyetçi, tek tipleştirici, Türk-Müslüman asimilasyoncu, devletçi, otoriter, ayrımcı, antidemokratik bir devlet yapısı bu tercihin zorunlu sonucuydu. 1930’larda Batı dünyasında esen ırkçı, faşist rüzgârları, dikta rejimlerini, toplumsal mühendislik projelerini de unutmayalım.

Kurucu ideoloji aynı zamanda Batıcı, ilerlemeci, laikti. Halkın geleneksel kapalı yapılar içinde yaşayan muhafazakâr mütedeyyin çoğunluğu Cumhuriyet’in biçimlendirmek istediği “ideal vatandaş” modeliyle uyumlu değildi. Bu “cahil halk”, bu “gerici dindar” kitle “medenileştirilmeli”, “muasır (çağdaş) medeniyet seviyesi”ne ulaştırılmalı, “adam edilmeliydi”. Cumhuriyet seçkinleri bu hakkı kendilerinde görüyorlar ve bu büyük toplumsal mühendislik projesini “halka rağmen” de olsa “halkın iyiliği için”, gereğinde zorla uygulamaktan geri durmuyorlardı. Kurucular ve öncüler olarak kendilerini ülkenin gerçek sahipleri/ hakimleri sayan Cumhuriyet elitleri; sınıfsal, zümresel, ideolojik egemenliklerini pekiştirirken “kendi elleriyle” bir halk ve ulus yaratabilmek için ayrımcı, baskıcı asimilasyon politikalarından başka bir araç tanımıyorlardı.

Başka türlü olması mümkün müydü? Bu soruya benim cevabım: ­başka türlü olabileceği, Türkçü, tekçi, asimilasyoncu olmayan, laikliği din dışılık değil inanç özgürlüğü olarak kavrayan çoğulcu bir rejimin, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün ve gerekli olduğu ama kurucu ideolojinin ve kadrolarının buna imkân vermedikleri yolunda. Tabii ki tartışmaya açık olarak...

Cumhuriyet’in yapısal değişim sürecindeyiz

1920’lerde başka türlü olması mümkündü, 2000’lere geldiğimizde ise zorunluydu. Türkiye’nin toplumsal-sınıfsal yapısı, ekonomisi, insanların zihniyet dünyası değişmişti; dipte birikmiş bastırılmış enerji, eski kalıpları zorluyor, yer yer çatlatıyordu. 1923 Cumhuriyeti’nin topluma biçtiği gömlek artık dar geliyor, dikişleri yer yer patlıyor, yama tutmuyordu. Toplumun, kendini içinde rahat hissedeceği, bedenini ruhunu özgürce geliştirebileceği çok daha bol, rahat, sağlıklı yeni bir gömlek gerekliydi. Bu gömlek zamanında biçilip toplum rahatlatılabilseydi, bugünkü sancıları çekmeyebilirdik; benzetmemize geri dönecek olursak, kan dolaşımını engelleyen cendereleşmiş giysiler yüzünden kimi uzuvların kangrenleşmesi, kimilerinin ise bedene isyanı engellenebilirdi. Yapısal değişim doğal mecrasında, tek Türkiye içinde, ayrışmaya varmadan, büyük patlamalar yaşanmadan gerçekleşebilirdi. Ama olmadı, oldurulmadı.

Cumhuriyet’in yapısal değişimi yumuşak bir geçişle değil daha da sertleşmesinden korktuğumuz sancılı, çatışmacı, intikamcı, yıkıcı bir atmosferde gerçekleşiyor, uzuvların bedenden ve birbirlerinden kopuşu hızlanıyor. Üç, hatta üç buçuk Türkiye an be an ayrışıyor. (Buçuk dediğim, böyle bir ayrışma ve kopuşun ancak uzlaşma ile, barış diliyle, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, adalet ve eşitlik temelinde bütün kesimlere en geniş özgürlük ve bağımsızlık tanınarak engellenebileceğini düşünen; son günlerin çatışmacı ortamını ve toplumsal erozyonu büyük kaygıyla izleyen, her üç kesimde de azınlık olan benim gibiler...)  

Kafa yormamız gereken soru: Neden böyle oldu?

Öncelikle; bu topraklar üzerinde yaşayan farklı dil, din, mezhep, farklı etnik köken, gelenek, inanç, kültür ve düşünceden insanların Cumhuriyet’in “makbul vatandaş” potasında eritilmesi zorlaması; o potada erimeye, asimile olmaya razı gelmeyen toplum kesimlerinin dışlanması, ötekileştirilmesi, tarih ve siyaset sahnesine çıkmalarına imkân verilmemesi yüzünden... Onlar: yani başlıca Kürtler, Aleviler ve de siyasal İslamcılığa taban sağlayan Sünnî Müslüman halk.

Bunlar, kendilerine yasaklanmış tarih sahnesine siyasal hayatın doğal akışı içinde değil, söke söke, zorlayarak, dar gömleği yırtarak, 1923 Cumhuriyeti’nin ağır vesayet rejimini gerileterek, sarsarak çıkmaya çalışıyorlar. İslamcılar, Müslüman muhafazakâr halk kesimlerine dayanarak bu çıkışı başardılar. Ancak, AKP örneğinde görüldüğü gibi, iktidar olduklarında içinden çıktıkları rejimin ve kendi ideolojik bagajlarının ceberrutluğunu/otoriterliğini, ayrımcılığını kuşanarak kendi vesayetlerini kurmaya ve tıpkı Cumhuriyet seçkinleri gibi kendi toplumsal mühendislik projelerini uygulamaya, toplumu kendi modelleri üzerinden dizayn etmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken, mutlak iktidar hedefine kilitlenip, kendi kutsalları dahil hiçbir kutsal, hiçbir ahlak kuralı, evrensel-yerel hiçbir yasa tanımıyorlar. Mağduriyetlerinin yarattığı öfke sadece siyasal değil toplumsal intikamcılığa dönüşüyor. Tek’cilik bir kez daha hortluyor: “Sadece biz varız, millet biziz, bize benzemeyen ve biat etmeyenler ezilmeye mahkûm!” Tayyip Erdoğan bu yeni vesayetçi zihniyetin hem en güçlü hem de temsil kabiliyeti en yüksek figürü.  

Öte yandan, ne kadar geriletilmiş olursa olsun eski rejimin seçkinci vesayetçi zihniyeti tamamen teslim olmuş değil; yaşıyor, savaşıyor. Bu savaşta, yanında ve arkasında Cumhuriyet’in olumlu, çağdaş kültürel değerlerini ve hedeflediği yaşam biçimini benimsemiş, ne sayıları ne de etkinlikleri küçümsenemeyecek Batıcı laik kesimler var. Kültürel- ideolojik egemenliklerini, seçkin değerlerini, “cahil ve geri halkın” öğretmenleri konumlarını, ille de yaşam biçimlerini yeni muktedirlere ezdirmeye niyetli değiller.

Kürtler ise ayrı bir yazı konusu, ancak kimimizin kıvançla, heyecanla; kimimizin korkuyla, nefretle izlediği tarih, coğrafya ve siyaset sahnesine çıkışları, Cumhuriyet’in ikinci evresine geçişte, yeni rejimin niteliğini de belirleyecek en güçlü manivela olacak.

Üç Türkiye, iç savaşa varabilecek bir çatışma ortamında dramatik bir kopuşla, birbirini kemirerek ayrışacak mı? Yoksa halkların, kültürlerin, inançların, siyasetlerin özgürlüğü, özerkliği temelinde birbirini etkileyip zenginleştirerek barış içinde gelişebilecek mi? Bu sorunun cevabı İkinci Cumhuriyet’in bürüneceği renklerde saklı.

Sonraki yazı: İkinci Cumhuriyete doğru: III

Hâlâ umut var mı? Umudu nerede aramalı?

Oya Baydar, t24.com.tr

10.04.2014

2. Cumhuriyet’e doğru I: Seçimin ardından hasar ziyan tespiti

İstediğiniz kadar oyalanın ince hesaplarla. İstediğiniz kadar zaferinizi ilân edin. Kim nerede yüzde bilmem kaç almış, kim nerede kazanmış, hangi parti oyunu arttırmış, hangisi kaybetmiş; köşelerde, kanallarda, ekranlarda, toplantılarda istediğiniz kadar konuşun, tartışın, yorumlayın, ince ahkâm kesin, böbürlenin, ağlaşın; hiçbir önemi yok, herkes kaybetti, hepiniz, hepimiz mağlubuz. Çünkü bir ülke insanlığını, vicdanını, yüreğini, toprağına ve birbirine aidiyet duygusunu, hele de umudunu kaybetmişse orada malzemesi insan olan her siyasal güç, yüzde 100 değil yüzde 1000 oy da alsa, ülkenin geleceğiyle birlikte kendi geleceğini de kaybetmiş demektir. Kimileri bu satırları gerçeklerden kopmuş, umudunu tüketmiş bir kötümserin edebî cümleleri sayabilir. Keşke öyle olsa! Ama toplumumuzdaki hasarın-ziyanın onarılması çok güç, (hatta uzun dönemde dramatik altüstlükler yaşanmadan) adeta imkânsız boyutlara ulaştığını, önümüzdeki günlerde ne yazık ki hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Ölü çocuklara küfredenler ülkesi

Bu ülkenin; masumiyetini, vicdanını, sağduyusunu adım adım yitirdiğini; kin ve kötücüllüğün ağına düşmekte olduğunu bir süredir yüreğimiz yanarak gözlüyor, kuşkuyla izliyorduk. “En iyi Kürt ölü Kürt”, “Örtülü kara böcekler”, “Ermeni dölleri”, “mum söndü ayini yapan Kızılbaşlar”, “laik orospular”, “Allahsız komünistler”, “karnını kaşıyan adam”, “çember sakallı yobazlar”, vb.,vb. hiçbirimize yabancı gelmeyen, ilk kez bugün duymadığımız, hatta çoğumuzun kullanabildiği sıradan ifadelerdir. Yüzlerce yılın öğrenilmiş/öğretilmiş ayrımcılık ve nefret diliyle, ulus-devlet ideolojisinin hepimizde neredeyse genetik kodlara dönüşmüş ötekileştirici zihniyetiyle öteden beri tanışığız. Bu dili ve zihniyeti kurmakta, körüklemekte Osmanlı’dan bu yana, hele de ulus-devletin kuruluşundan sonra gelmiş geçmiş bütün egemenler birbirleriyle yarıştılar. Bayrağı son olarak Tayyip Erdoğan’da simgeleşen AKP kadroları devraldı, bu lanetli yarışı sürdürüyor.

Gelmiş geçmiş muktedirler tarafından ne kadar mağdur edilmiş, örselenmiş, birbirine düşman kılınmış olsa da insanlarımız vicdanını, iyiliğini, merhametini, masumiyetini yakın zamanlara kadar bütünüyle yitirmemişti. On yıllardır çok kötü olaylar yaşamıştık, toplumsal cinnet dönemlerinden geçmiş, kötücülleşmiştik, fay hatları açılmış, derinleşmişti.. Tek tek kişiler, militan saldırganlar, derin devlet çeteleri vardı fay hatlarını derinleştirmeye çalışan. Ama..... ama bugünlere kadar bu topraklarda ölü bebelere hakaret edilmemiş, minik bir çocuğu aramak için seferber olan hâlâ iyi kalabilmiş insanlarımız Tayyip Bey’e ve hükümetine karşı yeni komplolar hazırlamakla itham edilmemişti. Öldürülen çocuğunun yasını tutan analar, ülkenin Başbakanı tarafından miting meydanlarını dolduran yüzbinlere yuhalatılmamıştı. O mitinglerde ön saflara dizilmiş gencecik kadınlar, güzelim örtülü analar Başbakan’ın komutuyla çocuklarını yitirmiş başka anaları gırtlaklarını patlatarak, yüzlerinde nefretle, vecd içinde yuhalamamışlardı. Bu ülkede yalan dolan, riyakârlık, çıkarcılık, nefret kusan tarafgirlik, yönetenlerin ve akıldanelerinin cehaleti, sığlığı, bayağılık hiç bugünkü kadar prim yapmamış, arkası sıvazlanmamış, kitlelere model olarak sunulmamıştı.

Birkaç hafta önce yazdığım yazılarda “Halk umudunu, güvenini yitirirse mutlak güvensizlik, değersizlik ve inkârcılığa, yani nihilizme varır, o noktadan sonra da her şey mubah olur ve yıkıcı kötülük her yanı sarar” diye feryat ediyordum umutsuzca. Şimdi, eşik atlandı; artık insanlar hiçbir şeye, hiçbir kuruma, hiçbir değere inanmıyorlar. Bizzat Başbakan’ın, yargının ve en vahimi de Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına bile saygı duymadığını açıkladığı (bunun anayasal suç sayılabileceğinin farkında mıyız?) bir ortamda halk yargıya neden güvensin, hukukun üstünlüğüne neden inansın? Başları secdeden kalkmayan ‘kakara- bakara’ dini bütünlerin (!) birbirlerinin boğazına sarılmış, en ağır hakaretlerle kıyasıya iktidar savaşı verdikleri bir yerde, dindarın dinsizin birbirine neden güveni olsun? Nefret söyleminin en pespaye ve ağırının en tepedekiler tarafından kullanılıp teşvik edildiği, dindar ve kindar nesiller yetiştirme peşinde koşulduğu bir toplumda kitleler kin ve düşmanlık duygularından nasıl sıyrılsın? İktidardakilerin yolsuzluklarını, hırsızlıklarını yargıdan kaçırmak için bütün hukuksal kurumları ve kendi devletlerini tarumar etmekten kaçınmadıkları bir ülkede kitleler nasıl namuslu, vicdanlı kalsın? Ülkenin ne kadar doğal zenginliği varsa, dağıyla ormanıyla talan edilmesinin icraat, kalkınma, büyüme, gelişme diye yutturulduğu; bundan bir kısım halka dağıtılan kemik payının oy bedeli sayıldığı bir ortamda insanlar ülkenin kaynaklarına nasıl sahip çıksın? Hele de sahip çıkmaya çalışanların başlarına gelenler hatırlanırsa...

Hasar-ziyan sandığımızdan çok daha büyük

Yazının başlığı ‘Seçimin Ardından’ değil, 17 Aralık’tan bu yana hasar, ziyan dökümü olmalıydı. Çünkü 30 Mart seçimleri Gezi’den de önce başlayan, Gezi’de görünür hale gelen, 17 Aralık’tan sonra bütün toplumu kuşatan bir sürecin umuma açık son temsiliydi. Ancak oyun bitmedi, sadece birinci perdeyi seyrettik ve bu trajikomik eserin sahneye koyucusunu ve baş aktörünü kimimiz alkışlayıp kimimiz yuhalarken, tiyatro binasının yanmakta olduğunu, seyircilerinse ateşi çılgınca körüklediklerini çoğumuz fark etmedik.

Şimdi, çarpışan taraflardan birinin içinden-göbeğinden- kucağından değil dışardan, tarafsızca ve korkusuzca bakıp hasar-ziyan tespiti yapmanın; tespitimizi de cesaretle haykırmanın zamanı: Bir ülkenin en değerli varlığı; o olmazsa ne ülkeden, ne toplumdan, ne siyasetten söz bile edilemeyecek olan unsuru İNSAN(ımız) tahrip olmuştur/ tahrip edilmiştir. Evrensel insanî değerler, toplumsal değerler, dinî değerler; aynı topraklar üzerinde birlikte yaşamak, birbirini anlamak için zorunlu aidiyet duyguları ve insanî iletişim antenleri hasara uğramış/ uğratılmıştır.

Birlikte yaşama irademiz kalmadı mı?

Bu noktada, yazıyı uzatmamak ve pehlivan tefrikasına dönüştürmemek için Umut Özkırımlı’nın T24’te 6 Nisan’da çıkan yazısına gönderme yapmak istiyorum. Göndermeden de öte, düşündüklerimi ve yazmak istediklerimi benden çok daha iyi anlatan bu yazının bütününe katıldığımı söyleyerek onun bıraktığı yerden devam ediyorum.

Kafamızı kuma gömüp gerçeklere gözümüzü kapamaya, mezarlıktan geçerken cebimize öksürmeye ne kadar gayret edersek edelim şu andaki durumda Türkiye insanları, Türkiye toplumu dramatik şekilde ayrışmıştır. Özkırımlı’nın “ 3 Türkiye’nin birlikte yaşama iradesinin kalmadığı” tesbiti, ürkütücü olmakla birlikte büyük gerçeklik payına sahiptir. Onun kadar kötümser olmamak için, ben “birlikte yaşama iradesi pamuk ipliğine bağlı hale geldi ve giderek incelen bu iplik her an kopabilir” demeyi tercih ederdim. Doğrudur: siyasal cepheleşmeyi, ideolojik kutuplaşmayı aşan bir durumla karşı karşıyayız. Ancak üç Türkiye’nin her birinin içinde bu ayrışmadan, kopuştan endişenin de ötesinde acı duyan, çözüm bulmaya çalışan, çözümün geniş bir özgürlük, eşitlik, hukuk ve adalet ortamında yeşereceğini bilen, ayrıştırıcı nefret dili ve kindar zihniyetin ülkeyi yıkıma götürdüğünü fark eden kesimlerin varlığını da görmezden gelemeyiz. Evet; bu kesimler azınlıktalar, örgütsüzler, etkisizler. (Orta ve uzun vadede bir çözüm yaratılabilecekse, bunun ancak bu kesimlerin biraraya gelmeleri ve güçlenmeleriyle mümkün olabileceğini, sonraki yazılarda açmak üzere kaydedip geçelim.)

2. Cumhuriyet’e geçiş sancılarını yaşıyoruz

Yazının başlığını ilgi çeksin, okunsun diye 2. Cumhuriyet’e doğru koymadım. 1923’de kurulan 1.Cumhuriyet; ideolojisiyle, egemen sınıf ve katmanlarıyla, siyasal kanatlarıyla 2000’lere kadar varlığını sürdürebildi. 90’larda, liberal demokrat aydınlar tarafından ortaya atılan 2. Cumhuriyet kavramı, aslında 1. Cumhuriyet’in vesayetçilikten, devletçilikten arınmasına, demokratikleşmesine, ekonomik liberalizmle birlikte siyasal liberalizme de açılmasına atıf yapıyordu. Bu haliyle sistem içi, reformist bir çıkıştı. CHP’nin Altı Ok’undan devletçiliği kaldırıp yerine altı ok arasında hiç yer almamış demokratikleşmeyi ikame etme çabası gibi de özetlenebilir.

Cumhuriyet ideolojisinin ürünü ve taşıyıcısı olan, sisteme muhalefetleri öze inmeden siyasal düzlemde kalan, vesayetçi Cumhuriyet elitizminin laiklik ilkesini toplumun en geniş kesimlerini siyasal-toplumsal yaşamdan uzaklaştırmak olarak kavrayan, kurucu ve kurucu çocukları oldukları için kendilerini ülkenin ve cumhuriyetin tek sahibi gören kesimler,  2. Cumhuriyet kavramını Atatürk’e, Cumhuriyet’e, ülkeye, millete ihanet olarak kavradılar. “2. Cumhuriyetçi” nitelemesi “liboş” aşağılamasıyla birlikte hakaret olarak kullanıldı. O yıllarda, Cumhuriyet’in toplumsal-sınıfsal-ideolojik yapısında bugün yaşamakta olduğumuz derin sarsıntı henüz su yüzüne çıkmamıştı ve kavram bir siyasal kavga sloganından öteye geçememişti.

Kimse dehşete, paniğe, öfkeye kapılmasın; toplumsal değişimin önüne geçilemiyor. Ve de eğer sen sağlık önlemlerini almamışsan, korkunun ecele faydası yok. Korkacak bir şey de yok aslında. Cumhuriyet’in 100. yılına doğru giderken, yaşlı yapı yerini adım adım yenilenmiş Cumhuriyet’e bırakıyor. Daha mı iyi, daha mı kötü? Tarih ve sosyoloji bu soruları sormaz, ama en azından daha kötü olmaması için insanlara yol gösterir. Tabii anlayan olursa...

                                         Yarın: Geçiş neden bu kadar sancılı oluyor?

Oya Baydar, t24.com.tr

09.04.2014

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız