Medyada 2. Cumhuriyet > Enver Aysever: "Sağın sosyalistlere ihtiyacı var"

Enver Aysever: "Sağın sosyalistlere ihtiyacı var"
Gündemdeki başörtüsü kararı başta olmak üzere birçok konuda HABERDAR.COM'a özel açıklamalarda bulunan gazeteci Enver Aysever, başörtüsü konusunun 12 Eylül dönemine dayandığını ifade ederek, "Aslında bu karar askerlerin verdiği bir karardır" dedi.

Son günlerde yaptığı açıklamalarla gündeme oturan televizyon program yapımcısı, sosyolog, politikacı, Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi ve aynı zamanda tiyatrocu kimliği de bulunan gazeteci yazar Enver Aysever HABERDAR.COM'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Gündemdeki başörtüsü konusuna değinen Aysever, bu tartışmanın aslında yeni bir konu olmadığını ifade ederek "Türbanlı milletvekilinin olması süreci 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin Türk- İslam sentezi kararıyla birlikte verilmiştir. Aslında bu karar askerlerin verdiği bir karardır." dedi. Türkiye'de başörtüsünün ana bir sorun olmadığını düşündüğünü de ifade eden Aysever, Meclis'te başörtülü vekillerin bulunmasını da desteklediğini ifade etti. Aysever "Bugün çok güçlü bir iktidar var. Yani her istediğini Türkiye’ye yaptırabilen, dayatabilen bir iktidar. Burada kadının ne giydiği bence tali bir tartışma. Temel özgürlüklerin tartışmasını yapabilmemiz gerekiyor." şeklinde konuştu.

AKP'nin seçim zaferlerine değinen Aysever, Erdoğan'ın bu kez sandıkta değil ama Gezi olayları karşısında bir yenilgi aldığını ve aslında bunun da AKP için bir fırsat olduğunu ileri süren Aysever bu konudaki düşüncelerini ise şöyle özetledi: "Saat 08.00'dan 17.00'a kadar borsacı, 17'den sonra çapulcu olan insanlar' vardı. Elbetteki gençler nihayetinde yaşam biçimine saldırıyı toplumsal bir tepki olarak açığa çıkardı. Haklı bir tepkiydi yani. Bir ağaçtan ibaret değildi bu tepki."

Kürt sorunu, anadilde eğitim ve yeni kurulan HDP konularına da değinen Aysever, Kürt sorunu ve Abdullah Öcalan  meselesinin Kürt siyasetinde birincil sorun olduğunu ifade etti. "Oysa ben biraz daha sınıfsal bakmayı, yeniden anımsamak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sınıfsal bakamayan bir sosyalist hareket olmaz" diyen Aysever, "Yani sadece din, mezhep, etnik milliyetçilik, kültür vs. peki ekmeği nasıl bölüşeceğiz? Nasıl üreteceğiz?" sorusunu sorarak "Sonuç olarak ben anadilde eğitimi sorun olarak görmüyorum. Biran önce çözelim. Din , inanç hepsini çözelim. Bunları çözdükçe gerçeklere  geleceğiz. Bunları çözemediğimiz için de gerçeklere gelemiyoruz" ifadelerini kullandı.

İşte Aysever'in HABERDAR.COM'a yaptığı o çok özel açıklamalar...

Son günlerde gündemde en çok konuşulan ve tartışılan konu bildiğiniz üzere Meclise başörtülü giren vekillerimiz oldu. Başörtülü vekillerimizin sayısı 4 iken 1 vekilimiz daha başörtülü girdi meclise. Bu durum bazı kesimler tarafından tepkiyle karşılanırken bazı kesimler tarafından olumlu karşılandı. Bu durumu siz nasıl karşıladınız?

Ben bunların sahici tartışmalar olmadığını düşünüyorum.  Çünkü ülkenin değişen koşulları yeni durumlar doğuruyor. Belki bundan 15-20 sene önce başka bir tartışma yapabilirdik ancak bugün çok güçlü bir iktidar var. Yani her istediğini Türkiye’ye yaptırabilen, dayatabilen bir iktidar. Burada kadının ne giydiği bence tali bir tartışma. Temel özgürlüklerin tartışmasını yapabilmemiz gerekiyor. Ben meclisin toplumun bütün renklerini taşımasından yanayım o yüzden mecliste ne giyildiğinden öte toplumun genelinin dokusunun değiştirildiğine bakılmasından yanayım. Kadına nasıl bakılması gerektiğinin anlaşılmasını istiyorum.

Ben kadın meselesinin bugün Sebahat Tuncel tarafından ortaya atıldığını düşünüyorum yani kadın kimsenin anası bacısı çiçek böcek falan değil, kadın bir birey. Dolayısıyla AKP’nin temel sorunu kadını aileye endekslemek, aileyle birlikte anmak ve ona bir kutsiyet atfetmek. Hâlbuki kadına kutsiyet atfettiğimiz anda dini bir kavramsallaştırma yapıyorsunuz. Bu kavramla birlikte kadının temel hak ve özgürlüklerini oltadan kaldırıyorsunuz. Ben türban sorununu bir özgürlük sorunu olarak değil, bir tercih sorunu olarak tartıştım. Özgürlük kavramı çok daha ciddi ve kutsal bir kavramdır. Ben türbanı, ister inandığı için taksın, ister beğendiği için taksın, bir kadının tercihi olarak görürüm.

Dolayısıyla onun özgürlük kavramsallaştırmasıyla benim özgürlük kavramsallaştırmam arasında fark vardır. Ben bunun tam tersini de söyleyebilirim. Yine meseleyi inanç üzerinden tartıştığınız zaman ideolojik olarak teslimiyeti de tartışabiliriz. Sonuçta ben 21.y.y da her türlü teslimiyetin akıl dışı olduğunu, insana yakışmadığını düşünüyorum. Bu anlamda her şeyin tartışılabilir olduğunu, her şeyin ifade edilebilir olduğunu düşünüyorum. Türkiye bu güçte mi? Hayır değil, o yüzden öncelikle bunu tartışmak gerekir. Türkiye’de bir ifade özgürlüğü sorunu var, Türkiye’de yaşam biçimi dayatması var. Dindar nesil yaratmak, kadını aileye indirgemek, Türkiye’deki sanata karşı, aydına karşı baskı, dekolte tartışması vb. Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığını, demokratik işleyişin olmadığını gösterir. O yüzden kadınların türbanla nereye girdiği bir özgürlük tartışması değildir. Özgür olmayan bir yerde türbanla bir yere girseniz ne olur, girmeseniz ne olur. Ya da başı açık olsa ne olur, olmasa ne olur. Türkiye’nin temel sorunu aslında ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün, seçme seçilme özgürlüğünün, demokratik hayatın olmayışı, tek adam otoriterliğinin giderek yerleşmesi sorunu söz konusu.

'BAŞÖRTÜSÜ KARARINI ASKER VERDİ!'

Özgürlük ve demokrasi dediniz. Şimdiye kadar süregelen engellerden ve tartışmalardan biri de türban meselesiydi. Bu meselenin çözülmesine engel olan neydi?

Türban meselesini ayrı dönemlerde tartışmak gerekir. Türbanlı milletvekilinin olması süreci 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin Türk- İslam sentezi kararıyla birlikte verilmiştir. Aslında bu karar askerlerin verdiği bir karardır. Farkında değiller ama Türkiye’deki sosyalistleri, düşünenleri, aydınları, devrimcileri bir mezbahadan geçirir gibi (bunu ironik olarak söylüyorum) katlederek, yok ederek, düşünce hayatını ortadan kaldırarak, Türkiye’nin en güzel insanlarını siyasetin dışına attı. Geriye cehalet, yeteneksizlik, entelektüel yoksunluk kaldı. Dolayısıyla, bu insanlarla birlikte Türk-İslam sentezi diye bir ucube ortaya çıktı. Bu Türk-İslam sentezinin mimarı da Turgut Özal’dır. Bunun tetikçisi ve uygulayıcısı da Kenan Evren’dir. Dolayısıyla Evren-Özal organizasyonu Türk-İslam sentezini yaptı. Yani sosyalistlere karşı İslam tohumunun arttığı, milliyetçiliğin bolca bulamaç haline getirildiği bir psikoloji yerleştirildi. Bunun kod adı da; “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler “oldu. Her tarafta Kur’an Kursları, İmam Hatipler, dindar nesil yetiştirilmesi meselesi o zaman başladı. 12 Eylül 1980’deki çaba bugün 2013 yılında, kadın bedeni üzerinden tartışılıyor. Aslında bunu kadın üzerinden tartışmak haksızlık.

Bir kadının başının örtülü olup olmadığını görebiliyoruz fakat tehlikeli olan asıl erkekler çünkü onların beynin içini göremiyoruz. Kimleri gördük biz Türkiye’de muhafazakârlık adı altında Türkiye’nin başına büyük çoraplar ören. Yani biz, Mesut Yılmaz dönemini mi, Tansu Çiller dönemini mi, Süleyman Demirel dönemini mi, yoksa Turgut Özal dönemini mi, hangi birini savunacağız? En son da Recep Tayyip Erdoğan dönemi sonuç oldu. Dolayısıyla buradan artık türban tartışması yapmanın doğru bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Bence bu gecikmiş bir tartışmaydı. Şunu tartışmak durumundayız. Türkiye’de ifade özgürlüğü, demokratik alanın yaratılması şansı hala var mı? Ya da başka türlü söylemek gerekirse, birinci cumhuriyet hakikaten makbul bir cumhuriyet değil mi? Çünkü makbul bir cumhuriyetin iyi vatandaş tarifi yasası: Türk olacaksın, Hanefi mezhebinden olacaksın ve erkek olacaksın. İkinci cumhuriyette ise yine, daha dindar olacaksın, daha çok Sünni olacaksın ( daha çok Hanefi olacaksın) ağırlıklı olarak Türk olacaksın, yurttaş yerine kul olacaksın, bu kez kadın olacaksın ama türbanlı olacaksın, yani kendin gibi olmayacaksın demek istiyor. Dolayısıyla bunun da bir ( ikinci cumhuriyetin ) kendine göre bir vatandaşlık tarifi var. Devletin böyle bir iyi yurttaşlık tarifi yaptığı yerde özgürlükten söz etmemiz mümkün değil.

TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM YERİNE MÜSLÜMANIM, MUHAFAZAKARIM, DİNDARIM...

Yine demokratikleşme paketi ile gelen bir diğer konu ise ‘Andımız’ın okullardan kalkması oldu. MHP başta olmak üzere bu duruma tepki verirken, AK Parti ise bu durumu darbe döneminden kalan bir uygulama olduğunu savundu. Sizce Andımız’ın kalkması bir sorun mu?

Ben CHP’nin PM üyesiyken bir röportajımda Andımız’ın ilkel bir metin olduğunu yıllar önce söylemiştim zaten.  Yani şu anda AKP’nin dâhiyane yeni bir fikri falan değil. Andımız denen metin saçma sapan, anlam içermeyen bir metindir. Kutsal metin falan da değildir. Mustafa Kemal ile cumhuriyetle de hiçbir ilgisi de yoktur. Yani dönemin ruhunda yazılmış bir metindir. 12 Eylül dönemi iyice tahribata uğramış ve otoriter rejimlerin, askeri nizamın sembollerini taşıyan bir metindir. Sorun bu metnin kalkması değil, yani 'Türküm, Doğruyum, Çalışkanım' yerine 'Müslümanım, Muhafazakarım, Dindarım' gibi yeni bir metin dayatmasıdır topluma. İlla bir metin okutmamız gerekiyorsa ki bence gerekmiyor. İnsan hakları metnini (kısacık bir pragraf), o da askeri nizamda rahat, hazır ol gibi değil, sınıflarda öğretmenler tarafından okutmak daha faydalı olur. Ya da ben o zaman söylemiştim aslında “Rakel Dink'in, Sevgilim diye başlayan ve bir bebekten katil yaratan ve bizi sorgulayan metnini çocuklarınıza okutsanız daha faydalı olursunuz” diye. Ötekileştirmeye karşı, insanları yalnızlaştırmaya, öldürmye, şiddete karşı ama Türküm, Doğruyum, Çalışkanım denen metnin samimiyetten uzak olduğunu düşündüğüm gibi, bugün otoriterleşmiş bir dil kullanan AKP'nin kendi metni daha dindar nesile uygun, kapalı, muhafazakar, aileye endekslenmiş, üretmeyen, düşünmeyen, sanatla ilgilenmeyen bir tarif yaptığını görüyorum. Sonuç olarak ikinci cumhuriyet, birinci cumhuriyetin kötü alışkanlıklarını kendine uydurarak devam ediyor.

SAĞ SİYASET TÜRKİYE'NİN BAŞINA BELA OLDU

Siz de yakın bir döneme kadar aktif siyasetin içindeydiniz. Mehmet Haberal ve Sinan Aygün CHP'ye gelme kararı aldığında siz görevlerinizden istifa ettiğinizi açıkladınız. Bu kararınızın ardında yatan asıl sebep neydi?

Ben onlar geldi diye istifa etmedim. Onlar gelmeden önce yaptığım uyarılar dikkate alınmadığı için istifa ettim. Çok net ve defalarca söyledim Sayın Kılıçdaroğlu'na. Sağ siyasetten Türkiye'ye bir hayır gelmeyeceğini , sağ siyasetin Türkiye'nin başına bela olduğunu, Türkiye'nin en büyük sorununun dincilik ve ırkçılık olduğunu söyledim. Ve her milliyetçinin er ya da geç ırkçılığa gideceğini , dini siyasetin  de dinciliğe gideceğini, dolayısıyla bu yolun açılmasının Türkiye'de büyük sorun olacağını bizim sol siyaset, sosyalist siyaseti yapmamız gerektiğini , örgütlü toplumun , sınırsal bakışın olması gerektiğini söylemiştim. E herhalde Aygün ve Haberal  sol siyasetin önemli isimleri değil. Tam aksine, benim onlarla hiçbir işim olamaz. 1 Mayıs'ta ben Sinan Aygün'le beraber mi yürüyecektim Taksim Meydanı’na?. Ben Eşber Yağmurdereli bizimle olsun demiştim. Sonuç olarak Eşber Yağmurdereli nere Sinan Aygün nere? Sonuç itibariyle ben davet aldım, buna icabet ettim, baktım ki o dükkan bana uygun değil döndüm mesleğime.

‘GEZİ OLAYI BİR AĞAÇTAN İBARET DEĞİL AMA…’

Gezi olayları geride kalmakla birlikte gündemdeki yerini hala koruyor. Siz Gezi Olayları'nı yakından takip eden bir isimdiniz. Olayların ardından yapılan anketlerde hükümetin oy oranının arttığı iddia ediliyor. Siz Gezi olaylarında hükümetin tavrını ve sonraki açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gezi meselesini Türkiye'de çarptırmaya çalışan çok çevre oldu. Sosyolojik olarak söylüyorum. Gezi olayı sadece gençlerin direnişi, itirazı falan değildi. Gezi olayı daha çok beyaz yakalıların yaşam biçimini savunması olarak ortaya çıktı. Benim oradaki  tarifim şu:  'Saat 08.00'dan 17.00'a kadar borsacı, 17'den sonra çapulcu olan insanlar' vardı. Elbetteki gençler nihayetinde yaşam biçimine saldırıyı toplumsal bir tepki olarak açığa çıkardı. Haklı bir tepkiydi yani. Bir ağaçtan ibaret değildi bu tepki. Çünkü insanlar yaşam biçimine baskı yapıldığını gördü ve bu da gayet açık ve seçik ortadaydı. Gezinin ardından her siyasi parti, her siyasi oluşum mutlaka bir tahlil yapmıştır ki bence AKP'de yapmıştır. Ayrıca şunun doğru olmadığını düşünüyorum. Deniliyor ki: “AK Parti'nin oyu geziden sonra arttı”. Bir kere Türkiye çok çabuk reaksiyon veren , çok çabuk değişimler yaşayan bir toplum. Dolayısyla kısa vadeli tepkiler verebiliyor ve verdiği tepkilerden de menfi sonuçlar çıkarmak doğru değil. Bu yenilginin, tepkilerin orta ve uzak vadeli bellekte önemli bir iz bıraktığını düşünüyorum. Ve onu da şöyle tarif ediyorum. Recep tayyip Erdoğan uzun yıllardır girdiği bütün şeçimleri kazandı ve galibiyete alışık bir Genel Başkan ve bir Başbakan. İlk defa bir yenilgi aldı fakat yenilgi aldığı yerde karşısında parti yoktu, örgüt yoktu. Soyut bir varlığa karşı yenildi. Dolayısıyla bu bile başlıbaşına bir meseledir. Yani “muhatabım kim?” dediği kimse yoktu. CHP meydana bile girmedi, BDP desen geç kaldı, MHP zaten hiç yoktu, İşçi sendikaları desen o kadar örgütlü değildi hazırlıksız yakalandı, kadın grupları desen birbirinden farklı gruplar girdi çıktı. Dolayısıyla şunu gördük kendiliğinden olan soyut bir gruba karşı ilk defa bir yenilgi yaşadı. Bu aslında AKP için çok önemli bir şanstı. Yani sandıkta yenilmektense bir toplumsal tepkiyle kendini tartması büyük bir şanstı. Bunu anladıklarını düşünüyorum. Çünkü orada çok zeki insanlar vardı. Evet bazı olumsuz işler de vardı( Vandalizm, fırsatçılık, finansal destek vs) ama bunların hiçbiri neticeyi değiştirmez.

ÖZALİZM DENEN UCUBE!

AKP’nin karşısında güçsüz bir muhalefetin olduğundan şikâyet eden bir kesim vardı ve olayların bu boyuta gelmesi buna bağlandı. Sizce gerçekten güçsüz bir muhalefet olduğu için mi bu noktaya gelindi?

Hayır ben bunun yanlış bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. AKP karşısında muhalefet yapan herkes muhalefetteki yerini üç aşağı beş yukarı dolduruyor. Yani CHP Türkiye'de en kabadayı olduğu dönemde (Kürtlerle birlikte ortak parlamentoya girdiği dönemde) yüzde 40’ları zor görmüştü. Bu rakamlara baktığımızda Kemal Bey'in aldığı da, Kürtlerin aldığı da yüzde 32-33 civarındadır. E dolayısıyla kürt siyasetiyle, merkez sol ve sol siyasettekileri koyduğunuz zaman yüzde 32-33 oyunu zaten alıyorlar. Türkiye'de temel olarak Demokrat Parti'ye koyuluğun daha muhafazakar, daha İslamcı bir şeye dönüşmesi ve askerlerin de 80’le birlikte bu dille Özalizm denen bir ucubenin oluşturulması ile oluşan bir taban var. Dolayısıyla Türkiye'de batıdaki gibi merkeze oturmuş, muhafazakar- liberal denen bir  parti yok. Temel sorun budur. Normalde demokrasi 3- 4 tane partinin eşit oyda olup birbirleriyle anlaşması demektir. Daha geniş katılımlı bir parlamento olması gerekir. Maalesef Türkiye'de parlamento, otoriter olmaya elverişli bir seçim kanunuyla yapılıyor. 12 Eylül'den beri yüzde 10 barajının getirdiği bir sorun ve bu bir alışkanlık haline geldi.

Gezi olayları ile bağlantı kurulabilecek bir başka gelişme de bildiğiniz gibi Ankara'da ODTÜ Kampüsü'nde yaşanıyor. Bu konuda da farklı tartışmalar mevcut.

‘SAĞIN SOSYALİSTLERE İHTİYACI VAR, ÇÜNKÜ…’

Sizce tartışmaların bu kadar alevlenmesi, yer yer polisle çatışmaya kadar varmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ODTÜ Türkiye'de ilerlemeciliğin, devrimciliğin, solun, sosyalistliğin her zaman itibar ettiği bir semboldür. Maalesef devlet geleneği hala solcularla dövüşme geleneğini yitirmiş değil. Temel meseleye buradan bakmak lazım. Bu didişim siyasal bir didişmedir, toplumsal bir didişmedir. Birbirinden bağımsız değil sonuç itibariyle. Türkiye'de geldiğimiz noktada demokratik, özgürlükler olma halini ve sürecini hiç kimse Gezi öncesi gibi değerlendirmeye kalkmasın. Gezi önemli bir kazanımdı.

Şöyle ki: “Türkiye'nin kaderini  mi değiştirecek?” Hayır, ama Gezi hiç değilse şunu ortaya koydu. “Biz 3- 5 kişi değiliz, itiraz ettiğimiz şeyler de var” dedi. Gezi sürekli tokat yemeye, kafasına vurulmaya, sömürülmeye vs. “ Bir dakika” dediği bir andır. E gerçekten de bu haksızlık. Birçok kadın var başı açık ve bunların ahlaki durumunu tartışmaya açan bir siyasal yapı var. Bu çok ayıp bir şey. Yani biz insanların ne giydiği, nasıl davrandığını 21. Y.Y.'da tartışmayalım derken bu tek taraflı olabilir mi? Sorun şu ki bu sorunların olduğu bir yapıdayız biz. Bu konuda en rahat olan sosyalistlerdir. Çünkü bütün bu olanları yıllarca söyledik. Ben bunlarla ilgili kitaplar da yazdım. Dünyanın hiçbir yerinde solcu ve sosyalistler yoksa entelektüel dünyası da yoktur. Aydınları da yoktur. Sağın sosyalistlere ihtiyacı vardır. Sosyalistleri yok eden bir toplumun ayakta kalma şansı yoktur.

‘ANADİLDE EĞİTİMİ SORUN OLARAK GÖRMÜYORUM’

İlk kongresini yapan HDP'nin ( Halkların Demokratik Partisi) sola yeni bir soluk getireceğini düşünüyor musunuz?

Çok umutlu değilim ama umarım olur. Şöyle düşünenler de var sosyalist olan herkes Kürt meselesine duyarlıdır. Ancak tabanı örgütlü ve güçlü olduğu için sosyalistlerin bulunduğu her yerde Kürt siyaseti ön alıyor, tavır alıyor. Dolatısıyla toplum farklı sesler ve renklere yeterince müdahil olamıyor. Yani Ertuğrul Kürkçü’nün eş başkan olması tek başına yetmeyebilir. Sırrı Süreyya’nın bize güzellemeler yapması yetmeyebilir. Bir gerçek var;  Kürt sorunu, Abdullah Öcalan  meselesi o siyaset için birincil sorundur. Oysa ben biraz daha sınıfsal bakmayı, yeniden anımsamak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sınıfsal bakamayan bir sosyalist hareket olmaz. Yani sadece din, mezhep, etnik milliyetçilik, kültür vs. peki ekmeği nasıl bölüşeceğiz? Nasıl üreteceğiz? Sonuç olarak ben anadilde eğitimi sorun olarak görmüyorum. Biran önce çözelim. Din , inanç hepsini çözelim. Bunları çözdükçe gerçeklere  geleceğiz. Bunları çözemediğimiz için de gerçeklere gelemiyoruz ve bunlar kendi kendimizle dövüştüğümüz sorunlar haline geliyor. HDP bunları dert ediyormuş gibi gözüküyor ama Kürt sorunu ortada durduğu sürece orada kullanılan dilin bir şekilde sınıfsal bir dile tam anlamıyla dönüşmesi bence bir sorun.

MEMLEKETTE O KADAR SOSYALİST YOK Kİ!

Kürt siyaseti önümüzdeki yerel seçimlere doğuda BDP, batıda HDP ile girmeyi planlıyor.  Sizce böyle bir katılım Türkiye'de etkili olur mu? 

Yahu memlekette o kadar sosyalist yok ki! Memleketteki bütün sosyalistleri toplasan doğuda ne kadar var batı da ne kadar var?. Hepsi yüzde 10 bile yapmaz. BDP tabanının tamamı sosyalist desen bu yüzde 5-6 , yüzde 1 de diğerlerini koysan en fazla yüzde 7 olur. Zaten ciddi bir sorun var. Dolayısıyla bunu daha derin tartışmak lazım. Sadece kürt siyasetiyle bu iş yürümez.

Peki sizin soru sorma tarzınıza değinmek istiyorum. Sorularınızla insanları kızdırdığınızı düşünüyor musunuz?

Yok hayır ben masum sorular soruyorum.

Ama bazen izlerken konuklarınızın çok kızdığını, sinirlendiğini hissedebiliyoruz!

Kızmasınlar o zaman. Ben gördüğünüz gibi çok sakin biriyim. Kızılacak bir şey yapmıyorum. Türkiye de ne soru sorma deneyimi var ne de karşısındakini dinleme deneyimi var. Ben soru sormayı toplumda bir alışkanlık haline getirebilmek için bir misyon üstlendim. Benim aslında hayatımdaki en önemli şey edebiyatçılığım ve romancılığımdır. Dolayısıyla iyi roman iyi soru sorar, iyi romancının da çok soruları olur. Ben bunu ekranda bir entelektüel olarak soru haline getiriyorum. Soru sormak iyidir. Cevap verir ya da vermez o karşıdakinin bileceği iştir ama ben sorduğum sorunun takipçisi olurum.

‘BU TÜRKİYE İÇİN ÇOK KORKUNÇ BİR DURUM’

Medya'nın İktidarın baskısı altında olduğu eleştirilerine katılıyor musunuz?

Medya kötü alışkanlığa sahip.  O da, sermaye ve siyaset ilişkisi 30-40 yıldır iç içe olduğu için medya mensuplarının bir kısmı, patronlarının tepsisi zannediyor kendini. 

1- Siyasette medya mensuplarının patronlarının ağzı muamelesi yapıyor. Birinci kötü alışkanlık bu.

2- Daha önemli ve kötü alışkanlıklardan bir diğeri de, sansür içerleşmiş ve otosansüre dönüşmüş. O yüzden siyaset kurumu doğrudan baskı yapmasa bile soluduğumuz hava bu duyguyu hissettiriyor. Bu Türkiye için çok korkunç bir durum.

“Başbakan'ın yeminli düşmanları var” deniliyor. Siz de bu düşmanlardan mısınız?

Hayır ben kimseye düşmanlık beslemem . Başbakan'a da beslemem. Ben olsam olsam naif olurum. Bir entelektüel bir kere kin duygusu , düşmanlık duygusu taşımaz. Bir aydının dünyasında bu olmaz. Dolayısıyla ben kin duygusunun ilkel bir duygu olduğunu düşünüyorum. O yüzden kindar nesile, kin duygusuna sahip çıkan bir nesile karşıyım. O yüzden Başbakan'a da bunu temennni etmem. Onun da kindar bir nesil yetiştirmesininde büyük sorun olduğunu düşünürüm. Sonuç olarak Başbakan bir baba, bir dede ve inanan bir insandır. Buna saygı duymamz gerekir. Siyasal olarak katılmayabilirim onun da bize aynı saygıyı duyması gerekir. Özgür bir dünyada yaşamamız için bizim inanç, değer ve ölçülerimize saygı duyması gerekir bir Başbakan olarak. Bizim ona karşı bir sorumluluğumuz yok ama onun bize karşı sorumluluğu vardır. Çünkü biz kul değiliz biz yurttaşız. Başbakanların görevi hepimizin hakkını savunmaktır. O yüzden onların bize karşı eşit olduğumuzu göstermesi gerekir. Yüzde 50'nin Başbakan'ıyım gibi sözler söylememesi gerekir.

haberdar.com, 04.11.2013

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız