Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Tarihi uzlaşma yolunda Türkiye 2 - Umutları kıran ROBOSKİ travması

Tarihi uzlaşma yolunda Türkiye - Umutları kıran ROBOSKİ travması

Türkiye Barış Meclisi’nin davetlisi olarak şubatta gittiğim Diyarbakır’da, barış sürecine karşı mesafeli bir duruş hâkimdi. Habur’da yaşananlar acı bir ders olmuş, yeni bir Roboski yaşanması ihtimali tedirginlik yaratıyor; herkesin aklında “ya bu süreç sekteye uğrarsa” düşüncesi var...

Yıllar önce bir tarihçi meslektaşım Diyarbakır’dan bahsederken “Diyarbakır kalesinin surları bazalttandır. O kadar siyah ve kalındır ki, dışarıdan bakıldığında asla ele geçirelemez hissi verir ve insanı caydırır” demişti. Diyarbakır’a bu kaçıncı gidişim hatırlamıyorum. İlk gittiğim yıllarda savaş bütün acımasızlığıyla can almaya devam ediyordu, ben ise Kürtlere ve Türklere bu işin savaşmakla değil, siyasi diyalogla çözülmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Şimdi işte heyecanla beklediğimiz o günler nihayet geldi.

KUZEY İRLANDA ÖRNEĞİ
PKK eylem yapmıyor, her akşam televizyonlardan şehit cenazesi haberleri izlemiyoruz. Bu sefer Diyarbakır’daki ruh hâli nasıl olacak çok merak ediyorum. Şubat 2013 ve Türkiye Barış Meclisi’nin davetlisi olarak bir kez daha Diyarbakır’dayım. Mehmet Bekaroğlu, Ali Bayramoğlu, Necmiye Alpay, Mete Çubukçu, ben, Cengiz Çandar, Mazlumder Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, Celalettin Can ve Samim Akgönül bir masada sıralanmışız, karşımızda her kesimden Kürtler, içlerinde Barış Anneleri de var, başlarında beyaz örtüleriyle, hepsi bekliyor bakalım ne diyeceğiz.
Hayatını zaten bu acının içinde geçirmiş insanlara ne söyleyebiliriz ki? O yüzden ben Kuzey İrlanda sürecinin nasıl barış anlaşmasıyla sonuçlandığını, barışa giden yolda hangi aşamalardan geçildiğini anlatıyorum. Devletin aslında 1992’den beri Öcalan’la görüştüğünü ve olayın karakteri icabı bu görüşmelerin gizli yapıldığını, o yüzden de açığa çıktığında halkın bir kesiminde infial yaratmasının çok şaşırtıcı olmadığını ifade ediyorum. Bununla beraber artık bölgesel dinamiklerin bu sorunu mevcut “güvenlik anlayışlı” yöntemlerle sürdürmeye elvermediğini, o yüzden de siyasi ve demokratik bir barış sürecinin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyorum.
Ali Bayramoğlu ve Cengiz Çandar da benzer şeyleri anlatarak, Demokratik Gelişim Enstitüsü çerçevesinde İrlanda ve İngiltere’de gerçekleştirdikleri görüşmelerden bahsediyorlar. Ve anlıyoruz ki aslında Kuzey İrlanda barış süreciyle Türkiye barış süreci üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Elbette her sorunun kendine özel dinamikleri mevcut, ama toplumsal reaksiyonlar ve siyasi taraf tutuşlar birbirini büyük ölçüde andırıyor. Bütün bu benzerlikleri Ali Bayramoğlu ve Cengiz Çandar zaten epeydir kendi köşelerinden yazmaktalar, ben de Ocak ayında Milliyet’teki yazı dizimde detaylarıyla anlatmıştım, o yüzden bu konuya girmeyeceğim.
Hem sonra, bizim Batı’dan gelmiş Türkler olarak Diyarbakır’daki insanlara ne anlattığımızdan ziyade onların söyleyeceklerini dinleme derdindeyim. O yüzden söz salona verildiğinde Diyarbakır’ın aslında bu süreçten bir yandan ne kadar umutlu, diğer yandan da ne kadar tedirgin olduğunu anlıyorum. Herkesin aklında “ya bu süreç sekteye uğrarsa” düşüncesi. “Tamam şimdi silahlar sustu, peki bundan sonrası?” sorusu.

‘BEKLE VE GÖR’ POLİTİKASI
Henüz şubat ayı ve Türkiye barış sürecinin çok başında. Aslında bütün Diyarbakır sürece karşı mesafeli bir duruş sergiliyor. En çok da gerilla geri çekilirken gene 1999 ateşkesinde yaşanan kayıpların yaşanmasından korkuyorlar. Hükümetin garantisi var bu sefer ama gene de bu Diyarbakır’ı teskin etmeye yetmiyor. “Bekle ve gör” politikasını uygulayacaklar. Temkinli ama bir o kadar da umutlular. Habur’da yaşananlar çok acı bir ders olmuş, o yüzden sevinmeye bile cesaret edemiyorlar ama gene de barış sürecine destek tam.
Öcalan’ın Nevruz’da ne mesaj vereceği büyük merak konusuydu. Aksi yönde birçok spekülasyona rağmen Öcalan hâlâ onların lideri, o ne derse o olacak. TSK’nın hâlâ başlarının üzerinden uçaklar uçurmasını barış süreci ruhuyla bağdaştıramıyorlar, en büyük korkuları yeni bir Roboski’nin yaşanması. Ki zaten aydınlatılmayan ve sorumluları hâlâ cezalandırılmamış olan bu olay büyük bir travma ve Kürtler için büyük önem taşıyor. Buna bakarak hükümetin barış isteğinde samimi olup olmadığını ölçüyorlar adeta.
O yüzden de acıyla yoğrulmuş yaşlı Kürtler sürece daha makul yaklaşırken, Şerafettin Elçi’nin sözlerini haklı çıkarırcasına, genç Kürtler heyecanlı, tepkili, hatta kısmen karşıtlar. İnanmıyorlar zira. Bu devlete olan güvenlerini kaybetmişler, bölgede yaşananların Batı’daki bazı Türklere hâlâ bir Hollywood filmi gibi geldiğini düşünüyorlar. Yaşadıkları acılara onların duyarsız ve yabancı olduğunu düşünüyor bir kısmı. (Genç Kürtlerdeki bu tepkileri daha sonra Mersin, İzmir ve tekrar Diyarbakır’da da göreceğimi henüz bilmiyorum). Ama aklıselim gene de hâkim çıkıyor, yaşlı Kürtler -neyse ki!- hâlâ gençlere sözlerini geçirebiliyorlar. Her şeyden öte, Öcalan seküler Kürtler için hâlâ bir kahraman. O yüzden gözler 21 Mart’a kitlenmişti ve Diyarbakır barış sürecini sessizve temkinli bir şekilde izliyordu.

 

Barış annelerinin çağrısı
Dağdaki evlatlarının derdine düşmüş Barış Annelerinden biri, konuşmamdan sonra gelip boynuma kendi boynundaki beyaz başörtüsünü takıyor, kucaklaşıyoruz. Dağdaki evladını kim bilir kaç yıldır görmediğini düşününce, içimi acı kaplıyor. Bütün öldürülen çocuklarımızı düşünüyorum, bütün savaşlarda olduğu gibi boşu boşuna öldüklerini düşünüyorum. Asker analarını ve gerilla analarını düşünüyorum. O kadar büyük ki bu acı! Barış Annesi Nezahat Ana, “Evladını kaybeden asker anneleri de bize katılsın, hep birlikte barış isteyelim, onlar neden seslerini çıkarmıyor?” diye soruyor Kürtçe, bütün evladını kaybetmiş anaları bir araya gelmeye çağırıyor. “EvladımıAvrupa’ya yollamayı düşünüyorlarmış! Ben çocuğumu 15 senedir görmedim, kimin evladını nereye yolluyorsun!” diye isyan ediyor diğer bir Kürt annesi. Sürece karşı tedirginler.

Yarın: Mersin barışı konuşuyor

Milliyet, 21.05.2013

Tarihi uzlaşma yolunda Türkiye 1 - Her şeyin sorumlusu toplumsal bilinçaltı!
 
İstanbul Aydın Üniversitesi’nin davetlisi olarak bir konferansa katıldık. O konferansta bir kez daha anladım ki aslında bizim önce Kürt sorununun gerçek olduğu, Kürtlere bu ülkede neler yapılmış olduğu konusunda Türkleri bilgilendirmemiz gerekiyor.

Şubat ayında İstanbul Aydın Üniversitesi Siyaset Akademisi’nin davetlisi olarak Prof. Dr. Samim Akgönül’le birlikte Ankara’daydık. Konferansa çeşitli kesimlerden dinleyici gelmişti ancak ağırlık üniversiteli gençlerdeydi. Henüz barış fikrinin çok taze, hükümetin bu yeni politikasının çok başlarında olduğumuz günlerdi. İnsanların kafası karışıktı. Öyle ya, yıllar boyunca “bebek katili”, “terörist başı” olarak nitelendirilen bir hükümlüyle devlet masaya oturmuş ve diyalog yoluyla sorunu çözmeye niyet ettiğini beyan etmişti.
Siyasetçilerin her türlü konuda nasıl hızlı manevra kabiliyetine sahip olduklarının bilinmesine rağmen, toplumsal psikolojinin aynı hızla değişmeyeceğini göz önüne aldığımızda, bu şaşkınlık ve şok hissi çok normal sayılırdı. Ancak Ankara’daki toplantıda beni bu gerçeklerin ötesinde şaşırtan gelişmeler oldu.

Kürt sorunu nedir?
Bir saat boyunca ben de, Prof. Akgönül de izleyicilere Kürt sorununun nereden kaynaklandığını, ezilen kimliklerin siyasal ve tarihsel analizini, Türkiye’de medyanın terörizm konusundaki rolünü, “terörizm”in aslında ne olduğunu, bakış açılarındaki farklılaşmanın ülkelerin politikalarını da etkilediğini örnekleyerek anlatmaya çalıştık. Somuta indirgemek için de 1970’lerde “terörist” olarak damgalanan Yasser Arafat’ın nasıl Filistin Devlet başkanı statüsüne sahip olduğunu, nasıl bir “siyasetçi”ye dönüştüğünü anlattım. Bir diğer örneği de daha yeni Milliyet’te Prof. Mithat Sancar’ın kaleme aldığı diziyle yakından tanıma fırsatı bulduğumuz Güney Afrika’dan vererek, Nelson Mandela’nın da 27 sene boyunca cezaevinde kaldığını, Apartheid rejimi tarafından “terörist” ilan edildiğini ama sonunda aynı rejimin masaya oturup kendisiyle siyasi ve demokratik barış sürecini başlatmak zorunda kaldığını, dolayısıyla kime hangi konjonktür içinde “terörist” denildiğine çok dikkat edilmesi gerektiğini, bugün “terörist” dediğiniz insanla yarın öbür gün masaya oturup barış yapmak zorunda kalabileceğinizi ve o zaman da kamuoyuna bu “terörist”le nasıl görüşebildiğinizi açıklamanın çok kolay olmayabileceğini açıklamaya çalıştım.

İki kişi şaşırttı
İzleyiciler arasında gençlerden gelen nispeten milliyetçi tepkileri bir kenara koyacak olursak, beni en çok iki kişinin tepkisi şaşırttı. Bunlardan biri orta yaşın üzerinde bir öğretmen beydi ve bizim konuşmamızdan sonra, “Kürtlere böyle imkânlar sağlarsak gelip bizi keserler” fikriyle bitirdiği uzunca bir “korsan bildiri” sundu. Yeni nesilleri eğitmekle yükümlü bir insanın böyle dehşet saçan fikirlere sahip olmasının bende yarattığı infial bir yana, başka bir açıdan baktığımda kendisini anlayabildiğimi fark ettim. Öyle ya, devletin ideolojik aygıtları, başta okullar ve medya olmak üzere, yıllar boyunca devlet televizyonunda her akşam bize sıra sıra dizilmiş silahları ve mühimmatla “ölü ele geçirilmiş terörist cesedi” göstermedi mi? Birçoğumuzun toplumsal bilinçaltına bu görüntüler adeta Kürt halkının dillendirilmeyen niteliklerinden biri gibi kazınmadı mı? Daha çok yakın bir geçmişe kadar bu ülkede Kürt dendiğinde birçoklarının aklına doğrudan “terörist” tanımlaması gelmiyor muydu? Batı bölgelerde bazı illerde Kürtlere Kürtçe konuştukları ya da şarkı söyledikleri için saldırıldığı günler öyle çok eskilerde değil, 2000’lerin ilk on yılında yaşanmadı mı?
Düşününce bu öğretmen beyin belki kendi kişisel deneyimlerinden, belki de yıllardır maruz kaldığı bu ideolojik manipülasyon sebebiyle oluşturduğu bu korkunç fikirlerin aslında asla kabul edilemez, ama bir o kadar da anlaşılabilir olduğunu fark ettim. Gene de, öğretmenlik mesleğini seçmiş bir insanın, evrensel bilginin öğretilerinden nasiplenmeden mesleğini icra etmesini, yeni nesillerin yetiştirilmesi konusunda kabul edilemez buluyorum. Şahsen benim çocuğum bir gün okuldan eve gelip de “Kürtlere demokratik haklar tanırsak hepimizi keserler!” dese, yapacağım ilk iş o okul ve öğretmene TCK 216. maddeden dava açmak ve çocuğumu o okuldan almak olurdu.

Türk askeri şereflidir!
Öğretmen beyin bu sözlerinden sonra genç arkadaşlardan biri söz isteyerek, konuşmam sırasında anlattığım 90’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşanan işkence, faili meçhul ve tecavüz vakalarına değindi. Besbelli o da anlattıklarımın gerçek olabileceğine inanamamıştı. Bana “bu anlattıklarınızı doğrulayacak belge var mı?” diye sordu. “Ne yazık ki Devlet yaptığı işkencenin kaydını tutmuyor! Ancak Arif Doğan’ın JİTEM’i kendisinin kurdurduğunu açıkladığı ve yapılan faaliyetlerin birbir anlatıldığı birçok gazete yazısı mevcut. Ayrıca Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’nın yazdığı ve Türkiye’de bu konuda yapılmış en önemli “sözlü tarih” çalışması olan “Bildiğin Gibi Değil. 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabında bu işkence ve tecavüzler detaylarıyla anlatılıyor. Onlara da bakabilirsiniz” dedim.
Genç arkadaş, bu zamana kadar kendisine resmedilmiş olan masal ülkesi konseptine bu anlattığım vahşetleri yakıştıramamış olacak ki, bana dönüp “Türk askeri şereflidir, tecavüz etmez!” dedi. Ben de “zaten bütün bir TSK’dan değil, aralarından çıkmış kötülerden bahsediyoruz!” dedim. Bakışındaki inanmazlığı, dehşeti ve inkârı anlayabiliyorum. Çünkü ya bunları anlatan, yaşadıklarını haykıran bu insanlar, birçok uluslararası insan hakları örgütü tarafından saptanmış bu bulgular yalan söylüyor ya da o genç arkadaşın -doğal olarak- sırtını dayadığı ve çok güvendiği devlet, yıllar boyu halkına yalan söylemiş! Her normal insanın varoluş parametrelerini sarsacak kadar dehşetli olaylar yaşanan bu topraklarda insanların onyıllar boyunca üç maymunu oynamış olduğunu biliyoruz. Sebepleri çok farklı. Bazısı gerçekten bilmiyordu. Bazısı ise bildiklerine inanarak varoluşunu kökten değiştirecek gerçeklere inanmamayı ve korunaklı hayatının konforunda yaşamayı tercih etti.
Bu konuşmalardan sonra bir kez daha anladım ki aslında bizim önce Kürt sorununun gerçek olduğu, Kürtlere bu ülkede neler yapılmış olduğu konusunda Türkleri bilgilendirmemiz gerek. Çünkü bazıları hâlâ samimi olarak bunun sadece ve sadece bir bölgesel geri kalmışlık, bir ekonomik sorun olduğunu düşünüyor.

Yarın: Diyarbakır surları bazalttan!

Milliyet, 20.05.2013


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.