Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Silahlara veda

SİLAHLARA VEDA!

Karayılan’ın Kandil açıklamasının anlamı: 

‘Silahlı mücadele’ devri kapanıyor,

barışın altını doldurmak için ‘demokratik siyaset’ dönemi açılıyor.

 

PKK’nın çekilmesiyle birlikte

geri dönüşü çok güç olan

yeni bir dönem başlıyor

 

Tarihin bazı dönemeçlerinde klasik deyiştir:  

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! 

Bugün de böyle bir yerdeyiz.  

Kandil’de Murat Karayılan bugün öğleden sonra açıkladı: 

PKK'nın silahlı unsurları 8 Mayıs’tan itibaren sınır ötesine çekilmeye başlıyor. 

Türkiye silahlara veda diye nitelenmesi gereken tarihi bir dönüm noktasında. 

En yakıcı, en büyük sorununda nihayet barış kapısı açıldığı için öyle... 

Artık dağlardan ölüm haberleri gelmeyeceği için öyle... 

Kürt sorununun silah ve şiddetle bağının koparılmasına giden yol açıldığı için öyle... 

Kürt sorununun şiddetle değil, demokratik siyaset yoluyla çözümünü mümkün kılacak barış koşulları olgunlaştığı için öyle... 

Nasıl ki, 21 Mart’ta Öcalan’ın “Artık silahlar değil, fikirler konuşsun” diyerek yaptığı Newroz çağrısı barış açısından bir milatsa, Kandil’de bugün (25 Nisan 2013) Karayılan’ın ilan ettiği çekilme kararı da bir milattır. 

Türkiye 30 yıllık bir savaş durumunu, kan ve gözyaşı dönemini sonlandırma noktasına geldiyse, bu konuda iki lider, bir yanda Erdoğan, diğer yanda Öcalan belirleyici rol oynamıştır. 

Ancak, bu noktaya gelinmesinde olduğu gibi, bundan sonra da tarihin eli bu iki liderin omzunda olmaya devam edecektir. 

Çünkü barış süreci bugünden yarına bitecek bir süreç değildir. Zaman alacak, kararlılık gerektirecek bir süreçtir bu. 

Çünkü çekilmeyle, hatta ‘silahlara veda’yla, yani silahların toprağa gömülmesiyle de sorun çözülmeyebilir. 

Bir başka deyişle: 

Gerçek ve kalıcı bir barışı yakalamanın yolu, barışın içini demokrasi, hukuk, özgürlük  ve insan haklarıyla doldurmaktan geçiyor. Kürtlerin eşit vatandaşlık talebinin haklılığını görebilmekten geçiyor. 

Bugün Karayılan’ın da Kandil’de belirtmiş olduğu ve zaman alabilecek bir konudur bu. 

Murat Karayılan’ın 2009 yılı Mayıs ayındaki ilk görüşmemizde bana söylemiş olduğu, geçen 23 Mart’ta yine Kandil’de bana tekrar ettiği gibi, “Otuz yıl önce dağa piknik yapmak için çıkmadık!” sözü bugün de geçerliğini koruyor. 

Ama şimdi geçerliğini korumayan bir nokta var: 

Silahlı siyaset!

Öcalan’ın 21 Mart’taki Newroz çağrısıyla silah devri kapanıyor, demokratik siyaset  dönemi açılıyor. 

Kandil’in yönetici ekibinden Duran Kalkan, Vatan gazetesinden değerli meslektaşım Ruşen Çakır’ın birkaç gün önce kendisine sorduğu, “Bu yeni mücadele sürecinde elinizde silah olmayacak...” sorusunu çok net yanıtladı: 

“Olmayacak tabii ki...”

Nitekim, bu konuyu Murat Karayılan da bugünkü Kandil açıklamasında herhangi bir kuşkuya yer bırakmadan belirtti. Elde silah olmayacaktı, ama barışın içini doldurmak için siyasal mücadele, demokratik yollardan elbette devam edecekti. 

Karayılan Kandil’deki açıklamalarında, çekilme sürecinin tamamlanmasıyla sıranın demokratikleşme adımlarına, anayasal düzenlemelere gelmesi gerektiğini de söyledi. Bundan sonraki aşamayı normalleşme olarak niteledi ki, bunun da silahlara veda demek olduğu biliniyor. 

Bu ‘normalleşme’nin son halkasını ise, anlaşılan, Karayılan’ın deyişiyle özgürleşme oluşturacak. Yani Öcalan’ı ve Kandil’deki lider kadrolarını da kapsayacak adı konmamış bir af süreci devreye sokulacak. 

Kandil’in içiçe süreçleri kapsayan ve ‘Kürtlerin eşitliği’ni öngören talepleriyle bugün gelinen nokta çok açık: 

Silahlara veda süreci başladı!

Bundan geri dönüş çok güçtür. 

Artık insanlar ölmeyecek. 

Kan ve gözyaşı akmayacak. 

Analar ağlamayacak. 

Ve bugüne kadar silaha, savaşa gömülen kaynaklar artık kalkınma ve refah için harcanacak. 

Bu yüzden de vicdan sahibi, akıl ve izan sahibi herkes bu sürecin arkasında duracaktır. 

Durmalıdır da! 

Barıştan daha büyük bir nimet olamaz çünkü... 

Türkiye otuz yılda maddi ve manevi bakımdan muazzam kan kaybetti. 

Hem kalkınma yolunda kaybetti, hem demokrasi ve hukuk devleti yolunda kaybetti. 

Özgürlük ve insan hakları açısından kendini bunca yıl ikinci sınıflığa mahkûm etti. 

Gerçek barış ve huzura uzak kaldığı için de her şeyin başı olan  ‘istikrar’ı yıllar yılı yakalayamadı. 

Sözü uzatmak istemiyorum: 

Kürt sorununu barışçı çözüm rayına oturtan bir Türkiye’nin önü her bakımdan çok daha fazla açılır ve bundan bu topraklarda yaşayan herkes, Türkler de, Kürtler de çok fazlasıyla kazanır. 

Bir kez daha yinelemek istiyorum: 

Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak! 

İyimserim, umutluyum.

 

Kandil’den, Zagros'un sesi...

 

Şimdi çok uzaklardan, Kandil’den Zagros’un sesi çalınıyor kulağıma... 

“Söyle Zagros.”

“Hasan abi, çözüme mi çalışıyorsun, gazeteye mi?” 

“Her ikisine de Zagros... Barışa da, gazeteye de...”

Gülüyor: 

“Dogridir Hasan abi.”

“Söyle Zagros.”

“Barış umudun var mı Hasan abi?”

“Vardır Zagros, yoksa Kandil’e kadar gelmezdim.”

“Dogridir Hasan abi...”

“Merak etme Zagros. Senin ufaklık, Navdar, hayatlara değil silahlara veda edildiği güzel zamanlarda yaşayacak, hiç kuşkun olmasın.” 

“Dogridir Hasan Abi.”

t24.com.tr, 26.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -11

'Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan'a bir şey olursa barış süreci ne olur?'

 

Trajediye bir türlü doymayan
bu acılı topraklarda barış kapısı
nihayet açılıyor; artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak!

Anlaşılan o ki;
silahlı siyaset’ yerini artık
'demokratik siyaset’e bırakıyor. 

 

Ama yine de dikkat!

Silahlara veda, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağının kopması demektir; barış adına son derece önemli, olumlu bir gelişmedir; ama Kürt sorununun bitmesi değildir. Silahları toprağa gömmekle, hatta PKK’nın dağdan inmesiyle Kürt sorunu bitmez.

Kürt sorununun çözüme kavuşturulması zaman alacak olan demokratikleşme adımlarının atılması ve hukuk, özgürlük ve insan haklarının önünün açılmasıyla mümkündür ancak. Gerçek, kalıcı barış budur.

 Kızıltepe’deydi. 

Geçen hafta bir sabah vakti Belediye Başkanlığı binasında sohbet ediyorduk. Konu elbette barış süreci idi. 

Biri şöyle dedi: 

“Öcalan için canımı veririm. Ama ya Öcalan’a bir şey olursa, barış nasıl olur?”

Hakkâri’deydi. 

Belediye Başkanı Bedirhanoğlu’nun makamında barış sürecini konuşuyorduk. 

Biri şöyle dedi: 

“Ya yarın öbür gün Tayyip Erdoğan’la Öcalan’a bir şey olursa... Allah gecinden versin ya birine emri hak vaki olursa... O zaman barış sürecinin, çözüm sürecinin başına ne gelir?”

Geçen hafta Kızıltepe ve Hakkâri’de muhatap olduğum bu iki soru, barış süreci açısından gerçekten önem taşıyor. 

Önemi şuradan: 

Sürecin kurumsallaşması...

Bir başka deyişle: 

Süreç kişiler arasında mı yürüyecek, yoksa kurumsallaşarak mı? Görülen o ki, çözüm süreci şimdilik iki taraftaki iki lidere ve onların siyasal kararlılığıyla iradesine  dayanıyor: 

Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan.

Bu ikilinin siyasal cesareti ve son sözleri olmadan barış sürecinin yürümeye devam etmesi çok güçtür. 

Bu yüzden süreç eğer detaylı bir ‘yol haritası’na dayanıyorsa, neyin nasıl yapılacağı biliniyorsa ve arka planda bu süreci yönetecek sağlam bir yapı kurulmuşsa, o zaman ‘kurumsallaşma’dan söz edilebilir. 

Yineliyorum. 

Bu konu önemli. Çünkü, süreç bugünden yarına bitecek bir süreç değil. Bunun altını çizmekte yarar var.

 

Sabır ve kararlılık gerektiren bir süreç...

 

Önce ateşkes ilan edildi. 

Şimdi çekilme başlıyor. 

Sonra sırada silah bırakma var. 

Bunlar, içiçe süreçler. 

İnişli çıkışlı olabilecek, bazen gerilemeye sahne olabilecek süreçler... Her şeyin tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşeceğini sanmak, gerçekleri zorlamak olur. 

Diyelim ki: 

PKK’nın silahlı unsurları sonbahara kadar Türkiye sınırları dışına çıktı. Her şey bitmiş mi olacak? Barış geldi diye bayram mı yapılacak? 

Sanmıyorum. 

Hiç kuşkusuz, barış sürecinde yaşamsal bir mesafe, bir ilerleme kaydedilmiş olacak. Ama gerçek barış yolunda daha gidilmesi gereken yol yine önümüzde uzanmaya devam edecek. 

Silahların toprağa gömülmesi ya da silahlara veda edilmesi için de bir zaman gerekecek.

 İşte bu zaman içinde AK Parti hükümetinin atması gereken ‘demokratikleşme adımları’nın nasıl geliştiği, sanıyorum, İmralı ve Kandil’de izlenecek. 

Bu nokta gözardı edilmesin. 

 

Alternatif silah değildir ama...

Bu demek değildir ki, bu bekleyişin alternatifi yine silahtır, beklentiler eğer  gerçekleşmezse yeniden silahlı mücadele başlar.

Hayır, bunu demiyorum. 

Demek istediğim özetle şu: 

Silahlara veda, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağının kopması demektir; barış adına son derece önemli, olumlu bir gelişmedir; ama Kürt sorununun bitmesi değildir. Silahları toprağa gömmekle, hatta PKK’nın dağdan inmesiyle Kürt sorunu bitmez. Kürt sorununun çözüme kavuşturulması zaman alacak olan demokratikleşme adımlarının atılması ve hukuk, özgürlük ve insan haklarının önünün açılmasıyla mümkündür ancak. Gerçek, kalıcı barış budur.

 

Hep devlete dönük güven sorunu...

Güneydoğu yollarında barış notları alırken, kulağıma hep benzer kaygı ve kuşkular çalındı. 

Devlet, Kürtleri yine kandıracak mı?

Oyun içinde oyun mu?

PKK’yı bölmek mi istiyor?

Öcalan eliyle, Kürtlerin beklenti çıtasını çok aşağılara çekerek, Öcalan’ın karizmasını çizdirmek mi hedef?

Böylece Kürt siyasal hareketinde, BDP ve PKK saflarında gedikler mi açmak?

Af gelecek mi? Dağdaki lider kadrolarıyla Apo ne kadar özgürleşecekler?

Bu sorular her durakta soruldu. Ama aynı zamanda bu sorulardan hareketle, “Alternatif yine silahtır!” diyene rastladığımı pek söyleyemem.

 

Barışın olgunlaşması...

Bu nokta önemli. 

Çünkü bu nokta barışın olgulaşmasıyla ilgili bir konu. Öcalan’ın 21 Mart Newroz çağrısı tarihi bir dönüm noktasıdır, bir milattır barış açısından. Türkiye bu noktaya çok büyük acılarla gelmiştir, 30 yıldır oluk gibi kan ve gözyaşı akıtarak gelmiştir. 

Murat Karayılan’ın 23 Mart’ta Kandil’de bana söylediği şu sözler de, bu acılı topraklarda artık barış koşullarının olgunlaştığına işaret eder: 

“Türk ordusu bizi bitireceğini sandı; biz de Türk ordusunu Kürdistan’dan atacağımızı sandık, ikisi de olmadı.”

Bir ay önce bunu bana Kandil’de söyleyen Murat Karayılan’a Öcalan’ın Newroz çağrısındaki şu sözünü okumuştum: 

“Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler. Bu Newroz hepimize yeni bir müjdedir.”

 Kandil’deki bir köy evinde geçen ay 23 Mart’ta Öcalan’ın bu sözünü okuyunca Murat Karayılan şöyle demişti: 

“Doğrudur, katılıyorum.”

 

Silahlı siyasetten, demokratik olana...

Trajediye bir türlü doymayan bu acılı topraklarda barış kapısı nihayet açılıyor; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! 

Anlaşılan o ki, ‘silahlı siyaset’ yerini, Öcalan’ın deyişiyle ‘demokratik siyaset’e bırakıyor.  

t24.com.tr, 25.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -10

'Şeyh Said gibi asılacak olsak dahi, önderliğimiz gelin derse geliriz...'

Bütün duraklarda kulağıma çalınan bir soru: “Ya devlet Kürtlere  kazık atarsa, silahlar gömüldükten sonra?..” 

Ateşkes ve sınır dışına çekilmeyle geri dönüşü güç olan yeni bir dönem başlıyor. Ama süreci bazı açılardan sorgulamak, barışa karşı olmak değil!

Biri şöyle diyor: “Vicdan sahibi her insan barış sürecini elbette destekler. Ama biz Kürtler de eski Kürtler değiliz. Bu süreci değişik boyutlarıyla gayet iyi okuyabiliyoruz. Barışın içini demokrasiyle, insan haklarıyla, özgürlüklerle doldurmak zorundayız.”

VAN

Pırıl pırıl güneşli bir sabah vakti Van Gölü'nün kıyısında sisler içinde yükselen Süphan Dağı’nın karlı zarif siluetini uzaktan seyrederken, sahanda sucuklu, kavurmalı yumurtasıyla, bal ve kaymağıyla, otlu peyniriyle, mis gibi kokan tereyağıyla, sıcak pideleriyle Merit Otel’de Van kahvaltısı yaparken güzel günleri hayal etmek...

Veyahut Jinda ve Ronida’yla barışı hayal etmek... 

Jinda, 9 yaşında. 

Yaşam kaynağı demek Jinda... 

Ronida, 11 yaşında. 

Ronida da aydınlık demek. 

“Hanedan” isimli lokantada yemek yerken yanıma gelip benimle fotoğraf çektiriyorlar. Hayata sevinçle, gülerek bakan cin gibi iki kız çocuğu... Biz de masamızda onların geleceğini, barışı konuşuyoruz. 

Masa epeyce kalabalık. Hapisten yeni çıkmış Başkale’nin Belediye Başkanı İhsan Güler, BDP’liler, Van Belediyesi’nden, sivil toplum kuruluşlarından çalışanlar, yerel gazeteciler hep birlikte ”barış süreci”ni konuşuyoruz.

 

Ya devlet kazık atarsa?..

 

Şu soru yine ortaya atılıyor: 

“Ya devlet Kürtlere kazık atarsa, silahlar gömüldükten sonra?..”

Bu soru, Güneydoğu yollarında sık sık dillendiriliyor. Biliyorum, kimine göre böyle sorular barış sürecine karşıymış gibi bir algı yaratıyor. 

Oysa değil. 

Soru sormak ve eleştirel yaklaşmak, sürecin sağlıklı yürümesi için gerekiyor. 

Genellikle yapılan da bu. 

Süreci bazı açılardan sorgulamak, barışa karşı çıkmak değil kısacası...

Biri şöyle diyor: 

“Büyük acılar çekildi. Barışın değeri çok iyi biliniyor. Vicdan sahibi her insan bu süreci elbette destekler. Başka çaremiz yok. Ama biz Kürtler de eski Kürtler değiliz. Bu süreci değişik boyutlarıyla gayet iyi okuyabiliyoruz. Barışın içini demokrasiyle, insan haklarıyla, özgürlüklerle doldurmak zorundayız.  Gerçek barış başka türlü kapımızı çalmaz.”

 

Barış adına benzer kaygılar...

 

Her durakta olduğu gibi Van’da da endişe kaynağı sayılan bazı noktalar zikrediliyor: 

Koruculuğun yeniden canlandırılıyor olması... İnşa edilen yeni karakollar... Sınıra yeni yığınaklar...

Ve ifade edilen demokratikleşme talepleri: 

Terörle Mücadele Kanunu’nda, Türk Ceza Kanunu’nda, Siyasal Partiler Kanunu’nda, Seçim Kanunu’nda (yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi) demokratik değişiklikler ve ana dilde eğitim...

Kürtçe eğitim konusunda şu söz kulağıma çalınıyor: 

Tayyip Erdoğan tersini söylemeye devam etse de asimilasyon, yani Kürtlerin Türkleştirilmesi süreci devam ediyor. Kürtçe eğitim yasak olduğu sürece asimilasyon koşulları devam eder.”

 

'Devlet kendini yenilesin yeter!'

 

Biri sözü ‘devlet’e getiriyor: 

“Devletten fazla bir şey beklediğimiz yok, kendini yenilesin devlet, bizim için yeter.”

Masadaki bir başkasına göre, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeleri şu anlama geliyor: 

“Adına ister federasyon deyin, ister özerklik deyin, Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı’nda yer alan güçlü yerinden yönetim deyin, ne derseniz deyin, ama önemli olan Kürtler artık kendi kendilerini yönetmek istiyor.” 

Çözüm süreci nasıl kalıcı hale gelir?

Bu soruya birinin yanıtı şöyle: 

“Sizin birçok kez söylediğiniz gibi parmaklar tetikten çekildi en nihayet... Şimdi çözüm sürecinin kalıcı hale gelmesi için önderliğin rahat etmesi ve Kandil’le daha verimli bir diyalog içine girmesi lazım. Bu arada köye dönüşler yürümüyor. Askeri yasak bölgeler ortadan kalkmış değil. Bazı köyler ve yaylalar yasak kapsamında olmamasına rağmen hâlâ yasak alanlar...”

 

'Amed meydanında Şeyh Said

gibi asılacak olsak dahi...'

 

Biri, bir gerillanın sözünü aktarıyor: 

“Amed (Diyarbakır) meydanında Şeyh Said gibi asılacak olsak dahi, önderliğimiz gelin derse geliriz.”

“Gerçekten kaygılarımızı var” diyor biri, “Yasal düzenlemelerle geleceğin hukuki güvence altına alınması gerekir. Bakın, Van Belediye Başkanı Bekir Kaya, Başkale Belediye Başkanı İhsan Güler ve yine Van ilçelerinden 7’si belediye başkanı toplam 13 kişi KCK davasında tahliye edilirken savcı ne dedi: ‘PKK terör örgütünün ilan ettiği ateşkesten dolayı sanıkların, toplum güvenliğini riske atacak durumları görülmediğinden tahliyelerine...’ Demek ki yarın ateşkes bozulursa, yeniden hapse, öyle mi?.. Bunun adı rehin alma politikası değilse nedir? Bu anlayışla barış nasıl olur?”

 

Erdoğan’ın Mavi Marmara duyarlığı

 

Bir başkası sözü kaçakçılığa getiriyor, Kürt köylülerini kaçakçılığa mahkûm eden düzeni eleştirirken Tayyip Erdoğan’a da dokunuyor: 

“Son beş yılda hayatını ancak kaçakçılıkla temin edebilen 56 Kürt köylüsü İran askerleri tarafından sınırda öldürüldü. Daha bu yakınlarda 39 yaşındaki Arif Noyan Özalp’da, 243. sınır taşında, sırtından tek kurşunla öldürüldü. Başbakan Erdoğan İsrail karşısında gösterdiği Mavi Marmara duyarlılığını bu konuda İran’a karşı neden göstermiyor?”

 

Barış kapısını ardına kadar açabilmek...

 

Sekiz gündür yollardayım. 

Diyarbakır’dan başladım, Mardin’den İpek Yolu’na çıkıp Viranşehir, Kızıltepe, Nusaybin üzerinden Cizre’ye, Şırnak’a, Roboski’den Hakkâri’ye, Başkale’den, heybetli Hoşap Kalesi’nden Van'a ulaştım. 

İki büyük bloknot doldurdum. 

On gündür yazıyorum. 

Yorumdan çok dertleri, görüşleri ve izlenimlerimi nakletmeye çalışıyorum. Şunu kaydetmek bir gerçeğin altını çizmektir: 

Vicdan sahibi herkes barıştan, çözüm sürecinden yanadır. Aklı başında herkes yeni bir dönemin açılmakta olduğunu, artık ‘silahlı siyaset’e dönmenin uzak ihtimal olduğunu görüyor. 

Ateşkes’ten sonra, şu günlerde muhtemelen Murat Karayılan’ın Kandil’den yapacağı çağrıyla PKK’nın silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmeye başlamalarıyla birlikte barış kapısı aralanmış olacaktır. 

Bu kapının tümüyle açılması, daha doğrusu silahların gömülerek gerçek barışın yakalanmasına, yani PKK’nın dağdan inmesine gelince... 

Bu konuda Ankara’nın, AK Parti hükümetinin kolayından zoruna doğru çözmesi gereken bazı düğümler ve demokrasi adımları vardır. 

Bu da hiç gözardı edilmesin. 

Güneydoğu yollarında barış notlarının 11. bölümü yarına...   

t24.com.tr, 24.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -9

'Bizim yüreğimiz yanmış; artık torunlarımız için barış istiyoruz...'

'Kan dursun, hayat normalleşsin' talebi her yerde kendini belli ediyor!

Vasfiye Ana: Esas gayemiz barıştır, inşallah bu barış yeşerir.

Soruyor: ‘Çekilme başlıyor. Ya Erdoğan çekilme sonrası demokratikleşme konusunda ipe un sererse ne olacak?’

Soruya soru: ‘Alternatif, silahlı mücadele mi, yoksa demokratik mücadele mi? Öcalan artık silahlar değil, fikirler konuşsun demedi mi?..’

Bu soruma karşılık olarak, ‘Evet, alternatif silahtır!’ diyene rastlamış değilim. Ateşkes ve çekilmeyle birlikte yeni bir dönemin açıldığı, bundan geri dönüşün kolay olmayacağı genellikle kabul görüyor. Ama gerçek ve kalıcı barış için de hükümetin demokrasi konusunda hareketlenmesi gerektiği belirtiliyor.

 

VAN

Bembeyaz yemenili Vasfiye Ana’yı dinliyorum,  Van Barosu’nun toplantı salonunda. Soyadı Kiye. “Hasan Bey kardeşimize teşekkür ederiz, buralara gelip bizi dinlediği için” diye söze başlıyor. Arkasından, barış konusundaki çabalarından dolayı, Öcalan’la Erdoğan’a saygılarını belirtiyor. 

İki kardeşini dağda kaybetmiş. “İki oğlum da halen gerillada, dağda” dedikten sonra da ekliyor: 

“Bir abim var, mühendis... Oğlum askerliğini komando olarak yaptıktan bir süre sonra dağa çıktı, gerillaya katıldı. Polisin sürekli takibinden, baskısından bunalmıştı. 2004’ün 12 Şubat’ında dağa gitti. Dokuz yılda bir kere telefon etti bana, o da 2007’de... Ailemizden 15 kişi dağda...” 

Söz hemen “barış”a geliyor. 

Acılarının derinliğini anlatıyor. “Esas gayemiz barıştır, inşallah bu barış yeşerir. Yeme içme, aş iş barıştan sonra gelir” diye ekliyor. 

Vasfiye Ana’nın iki dudağının arasından ilginç bir cümle de çıkıyor: 

“Sayın Öcalan’la Murat Karayılan arasında doğrudan temas olması gerekir.”

 

Çocukları 15, 17 ve 20

yaşlarında çıkmış dağa...

 

Rukiye Ana.

O da beyaz yemenili bir barış annesi.

İlk defa 1992’de kocası tutuklanmış Rukiye Ana’nın. Hapiste eziyet çekmiş. Çıkınca da, dağa gitmiş, gerillaya katılmış.

Üç oğlunun üçü de dağa gitmiş. Dağa çıktıklarında 15, 17 ve 20 yaşlarındaymış çocukları. İkisini kaybettiğini biliyor, kısaca diyor ki: 

“İkisinin de cenazesi gelmedi. Üçüncü oğlum dağda, ama akıbetini bilemiyorum. Acılarımız çoktur. 30 yıldır savaş var. Kürdistan’da anaların dağa verdikleri çocuklarla acıları çok büyüktür. Şimdi barışı bekliyoruz. Belki de sağdır oğlum, geri döner bir gün...”

Gözleri doluyor.

Rukiye Ana 60 yaşında.

Noktası virgülü yerinde konuşuyor:
“Barış olunca, çocuklarımızı yabancı memleketlere göndermek istiyorlarmış. Biz çocuklarımızı kendi göğsümüze basmak istiyoruz. Biz çocuklarımızı Kürt halkına feda etmişiz, mezarlarında rahat uyusunlar.” 

Sözlerinin devamını şöyle getiriyor:

“Bizim yüreğimiz yanmış. Benim yüreğimdeki acıyı Allah kimseye göstermesin. Artık torunlarımız için barış istiyoruz bu topraklarda...”

 

İki kızı da dağda!

 

Mülifer Ana, soyadı Kaçak.

İki kız çocuğunun ikisi de dağda, kendi deyişiyle gerillada.

Biri 18, diğeri 30 yaşında.

Biri sekiz yıl, diğeri beş yıl okumuş...

Mülifer Ana aynı zamanda Kadın Barış İnisiyatifi’nin de sözcüsü.

Şu cümlesi dikkatimi çekiyor:

“Sayın Öcalan’la Sayın Erdoğan iki taraftır.”

Van Barosu’nun toplantı salonu canlı. Baro yöneticileri, avukatlar, BDP’den, Mazlum Der’den, Van Kadın Derneği’nden, Hak-Par’dan, İnsan Hakları Derneği’nden, DDKD’den üyeler, işadamları, esnaf temsilcileri, öğretmen ve işçiler...

Sıcak bir tartışma ortamı.

Barışa karşı çıkan yok tabii.

Eleştirel yaklaşımlar ise var.

Ama sürece ilişkin bazı eleştirilerin barışa karşı olmak anlamına çekilmemesi gerektiğini de belirtiyorlar.

 

Ya Erdoğan demokratikleşme

konusunda ipe un sererse...

 

Biri bana pat diye soruyor: 

“Anlaşılan sınır dışına çekilme başlıyor. Peki ama çekilme olduktan sonra ya Tayyip Erdoğan demokratikleşme konusunda ipe un sererse ne olacak?”

Güneydoğu gezimin her durağında karşılaştığım bir soru. Ben de bu soruyu her seferinde hep karşı soruyla yanıtlıyorum: 

“Yani alternatif, silahlı mücadele mi? Yoksa silahsız, demokratik mücadele mi? Öcalan artık silahların değil, fikirlerin yarışması, mücadelesi demedi mi?..”

Bu soruma karşılık olarak, “Evet, alternatif silahtır!” diyene bir hafta içinde rastlamış değilim. Ateşkes ve çekilmeyle birlikte yeni bir dönemin açıldığı, bundan geri dönüşün kolay olmayacağı genellikle kabul görüyor. 

Birinin deyişiyle: 

“Kan dursun, hayat artık normalleşsin!”

Sürecin devam etmesi gerektiği ve geri dönüşün felaket olacağı yaygınlaşan bir görüş. Hayatın normalleşmesine ilişkin talep, Güneydoğu’da uğradığım her durakta kendini belli ediyor. 

Ama aynı zamanda Ankara’nın, hükümetin demokrasi konusunda hiçbir şey olmamış gibi olduğu yerde çakılıp kalmasının da suyu bulandıracağı, gerçek ve kalıcı barışı geciktireceği belirtiliyor. 

Genç bir kadının şu sözleri, yaşanan acıların değişik bir boyunu sergiliyor: 

“Uzun yıllardır şiddetle büyüyen bir nesil var bu topraklarda... Onlar ne olacak? Yıllar yılı ağır travmalar yaşadı, yaşıyor bu nesil. Çocuklarını kaybeden insanların yaşadıkları acılar, travmalar... Bu insanlar barış sürecine nasıl sokulacaklar?.. ”

 

Tayyip Erdoğan’la işkence gören...

 

Yakup Aslan, 56 yaşında.

Mazlum-Der Van Şube Başkanı.

Sakin sakin anlatıyor:

Akıncılar örgütündeydim. Tayyip Erdoğan da üyeydi. Erbakan Hoca’nın MSP’sinin gençlik kolları gibiydik. 1977’de bir gün Fatih’te korsan gösteri yaptık. Karakola çektiler. Erdoğan’la birlikte Komiser Naci tarafından ağır işkence gördük.”

Devam ediyor:

12 Eylül’de operasyon yedik. Biri kız iki kardeşim ve babam tutuklandı. İki kardeşim de Diyarbakır’a, o meşhur askeri cezaevine götürüldü. On yıl da İran’da yaşadım.”

Yakup Aslan, Türkiye’de devletin özünün kolay değişemeyeceği kanısında. Tayyip Erdoğan’ın da Kürt sorunu konusunda, “Gerekirse baldıran zehiri içerim” noktasına gelişini ise şöyle değerlendiriyor:

“Türkiye’nin karnının en zayıf yerinin Kürt sorunu olduğunu gördü Erdoğan... Rusya’nın, İran’ın, Suriye’nin Kürt meselesiyle oynayarak Türkiye’yi rahat bırakmayacaklarını, istikrarsızlaştıracaklarını anladı. İşte asıl bu çıkmazdır, Erdoğan’ı Kürt sorununda çözüm sürecine getiren... Bu süreçte, Kürtlere yönelik asimilasyon ve inkârcılık, biraz da Cemaat’in eliyle inceltiliyor. Ama TC’nin özünde değişeceğini hiç sanmıyorum.”

Mazlum-Der Başkanı Yakup Aslan, Tayyip Erdoğan’ın genlerinde demokrasi ne kadar var, ne kadar yok sorunu konusunda epeyce kuşkulu bir dil kullanıyor. Bu bakımdan, Tayyip Erdoğan’ın bugün hâlâ Kürt sorunu değil, terör sorunu ya da terör örgütü diyor olmasını eleştiri noktası olarak belirtiyor.

Hak-Par’ın bir yetkilisine gelince...

“Ne olursa olsun barış değil, eşitlik üzerine kurulu bir barışa taraftarız” dedikten sonra ekliyor:

“Biz Türkiye için federasyonu savunuyoruz.”

 

Atatürk’ten Atakürt’e olabilir mi?

 

Birinin çıkışı ilginç. “Barışı bu kadar yeşerttikten sonra geri dönüş çok ama çok güç” diyor.

Sonra da nedense ekliyor:

“Ama kendi içimizde de demokrasi uygulamak, bu konuya özen göstermek gerekir.”

Nusaybin’de Belediye Başkanı Ayşe Gökkan aklıma takılıyor. O da sohbet sırasında bir ara şöyle demişti:

“Biz Kürt kadınları olarak, Türk devletinden sonra Kürt devleti bizi dövsün diye mücadele etmiyoruz.”

Şimdi de Van Barosu’ndaki toplantıda Bir Kürt kadınının “kendi içimizde demokrasi” sözüyle yaptığı çıkış üzerine ben de şöyle bir soru attım orta yere:

“Ne yani, Atatürk’ten sonra Atakürt mü?”

Sessizlik!

Sorum orta yerde kaldı, yanıtlayan çıkmadı. 

Güneydoğu yollarından barış notlarının 10. yazısı da yarın Van’dan...

t24.com.tr, 23.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -8

Hızu Teyze’nin sesi Sümbül Dağı'nın yamaçlarında çınlıyor: Barışa sahip çıkın!

Hızu Teyze ölmüş. Ben Hızu Teyze’ye 2010’da Hakkâri’de Sümbül Dağı’nın eteklerinde rastlamıştım. Kitabımı da ona ithaf etmiştim. Hiç unutmam, "Yaz evlat” diye başlamıştı söze, “Biz barışa susamışız! Dağdaki gerilla da, asker de bizim çocuklarımız… Barışa sahip çıkın!”

Hakkâri Belediye Başkanı’nın makamından: “Elbette barış.... Ama sizin deyişinizle 'silahsız siyaset yolları’ndaki tıkanıkların giderilmesi lazım. Hâlâ KCK’den hapiste yatanlar bırakılmalı. Ayrıca, bir daha içeri alınmalarını engelleyecek yasal altyapının oluşturulması lazım ki, yarın bir emirle yine hapse atılmasınlar.”

 

HAKKÂRİ

Sislerin arasından zarif silueti seçilen her mevsim karla kaplı Sümbül Dağı’nı seyrederken arabanın penceresinden başını uzatıyor: 

“Kimliğiniz lütfen!” 

Gençten bir sivil polis: 

“Hakkınızda ihbar var. Az önce ekip arabasının fotoğrafını çekmişsiniz.” 

“Sümbül Dağı’nın fotoğrafını çektik.” 

“O sırada ekip arabası da geçiyormuş.” 

Uzatmıyorum. Sarı basın kartıma şöyle bir baktıktan sonra özür dileyip geri verirken uyarısını da yapıyor: 

“Elinizi çabuk tutun. Burada fotoğraf çekmeye devam ederseniz, ekip arabası gelir.”  

Hakkâri’ye hoş geldiniz! 

Bu güzel şehirde duyduğum belki de en ilginç hikâyelerden biri "Bulvar Caddesi"yle ilgili. Belediyenin önünden geçen işlek bir cadde Bulvar Caddesi. Belediye Meclisi karar alıyor, bu adı değiştirip yerine Ahmedi Hani koymak için. 

Ama valilik reddediyor. 

Ahmedi Hani, Kürt edebiyatının 16. yüzyıldan gelen belki de en büyük yazarı. Okur yazar Kürt olup da Mem-u Zin’i bilmeyen yok. Kitapları Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanıyor. Kürtçe kanal TRT-Şeş’de yapıtları okunuyor. Hepsinde de adı, Hani değil, Kürtçe’deki gibi Xani yazılıyor. 

Valiliğin bu ret kararında rol oynayan neden de, bu harften, Kürt alfabesindeki X’den kaynaklanıyor. Kürt dilinde H yerine X de yazılıyor: 

Ahmedi Hani değil Xani

İşte bu nedenle de, halkın oylarıyla seçilmiş Belediye Meclisi’nin "Bulvar Caddesi"ni değiştiren kararı valilik, yani devlet tarafından reddedilmiş oluyor. 

Bu açıdan bir başka örnek daha var. Çukurca’da bir köprüye vakti zamanında emekli general ve bugünün Balyoz davası sanığı Çetin Doğan Paşa’nın adı verilmiş. Halkın oylarıyla seçilmiş İl Genel Meclisi bu adı değiştirmek istiyor, ama bu talep yine valilik tarafından reddediliyor.

 

Devlet yerele, yerel yönetime

neden güvenmiyor ki?

 

Hakkâri’nin BDP’li Belediye Başkanı Fadıl Bedirhanoğlu bu kararları, "Devletin seçilmişe hakimiyeti" diye niteliyor. Makamında, Belediye Meclisi ve İl Genel Meclisi üyeleriyle, eski belediye başkanlarıyla sohbet ederken Bedirhanoğlu bu durumdan şöyle yakınıyor: 

Devlet yerele, yerel yönetimlere hiçbir zaman güvenmemiş ki... Yerele bazı hakları verir gibi yapmış, özünde hiçbir şey vermemiş... Çünkü aynı işi o ilde devlet de yapıyor. Para belediyeye değil, devlet kuruluşuna geliyor. Sana da dönüp diyor ki, 'İş yapılmazsa, para geri gidecek!’ Devlet, halkın oyuyla seçilmiş yerel yönetimlere güvenseydi, bu kadar maddi manevi kayıplar olmazdı, kaynak boşa harcanmazdı.” 

Hakkâri İl Genel Meclisi’nden biri yine ‘devlet’ten yakınıyor: 

“İl Genel Meclisi’nin bütün projeleri dondurulmuş vaziyette. Bunların arasında, boşaltılan köylerin tazminat konusu da var. Para harcamak istemiyor vilayet... Köy isimlerinin iki dilli, Türkçesinin yanında Kürtçesi de olsun istedik. Bu proje de duruyor.”

 

Sorunu çözmek istiyorsan, halka

güvenmekten başka çaren var mı?

 

Bir başkası söz alıyor: 

“İhtiyaçlarını bana sor! Projelerini bana ver! Kürt sorununu bana sor! Böyle gitmez. Devlet kendi içinde, kendi aralarında konuşarak bu sorunları çözemez. Gerçekten çözeceksen halka güvenmekten başka çaren yok.”

Hakkâri Belediye Başkanı Fadıl Bedirhanoğlu, sözü yine "halka güvenmeyen devlet"e getiriyor: 

“Halkına güvenmeyen devletin en önemli göstergesi ne mi? Bakın etrafınıza Hakkâri’de ya da bölgenin başka yerlerinde... Hep tel örgülerinin, kum torbalarının arkasına, yükseklere, kale gibi yerlere çekilen devleti, askeri, polisi görebilirsiniz.”

Süreç, çözüm ya da barış süreci. 

Belediye Başkanı Bedirhanoğlu, makamında bu konu açılınca yakınıyor: 

“Çözüm süreci başlamış, iyi güzel... Dört yıldır ben Şenoba’ya gider gelirim. Bunca yıldır ilk defa geçen gün aranmak istedim. Arabamı zorla aradılar. Bagajı açtılar. Nizamiye kapısı gibi kocaman bir kontrol noktası, sanki garnizona giriyorsun. Eskiden böyle nizamiye gibi kontrol noktaları yoktu. Bir yandan barış süreci diyorsun, bir yandan böyle kontrol noktaları kuruluyor. Bir yandan barış, bir yandan yeni korucu kadroları, yeni karakollar, sınıra tahkimat... Hani derler ya, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu... Yani inandırıcılık meselesi...”

 

Silahın devre dışı bırakılması

ya da silahsız siyaset...

 

Diyarbakır, Mardin’le Viranşehir, Kızıltepe, Nusaybin ve Cizre’yle Şırnak’ta bir haftadır yol boyu tüm duraklarda olduğu gibi Hakkâri’de de çözüm süreci, barış elbette ciddiye alınıyor. Silahın devre dışı bırakılması son derece önemseniyor. 

Belediye Başkanı’nın makamında sohbet ederken biri şöyle diyor: 

“Elbette barış... Silahın devre dışı bırakılmasının zamanı çoktan beri geldi. Ama sizin deyişinizle ‘silahsız siyaset yolları’ndaki tıkanıkların giderilmesi lazım. Şimdi eline hiç silah almamış olan ve bugün hâlâ KCK’den hapiste yatanlar var. Onların serbest bırakılması lazım. Ayrıca, onların bir daha içeri alınmasını engelleyecek yasal altyapının oluşturulması lazım ki, yarın bir emirle yine hapse atılmasınlar.”

Şöyle devam ediyor: 

“Daha önceki yazılarınızda vardı, barışın altının, içinin doldurulması yani... Demokratikleşme adımlarının çözüm süreciyle birlikte götürülmesi şart... Gerçek barışın, adil barışın ya da kalıcı barışın yolu buradan geçiyor, demokratikleşmeden... Şimdilik bunu göremiyoruz. Bu da soru işaretlerine, şüphelere sebebiyet veriyor.” 

Belediye Meclisi’nden bir üye tamamlıyor: 

“Demokratikleşme meselesi önemli... Yoksa kimilerinin bugün gömeceği silahları yarın başkaları topraktan çıkarıp yine dağın yollarına vurabilir kendini...”

 

Sevgili Hızu Teyze’nin sesi

dağların yamaçlarında yankılanıyor

 

Belediyeden ayrılırken Hızu Teyze’yi görmek istediğimi söylüyorum. 

2011’in Ekim ayında çıkan Barışa Emanet Olun isimli kitabımı ithaf ettiğim Hızu Teyze. Kitabımın girişinde onun bir fotoğrafıyla birlikte şu satırlar yer alır: 

“Yaşamak için acı çeken, Çukurca’nın Kavuşak köyünden Hızu Teyze’ye...

Zarif doruğunda yaz kış karın eksik olmadığı Sümbül Dağı’nın eteklerinden Hakkâri’yi seyrediyorum.

Çabuk çabuk adımlarla geliyor. 

Yaşlı bir kadın. 

Belli, söyleyeceği bir şeyler var. 

Bütün yaşadığı acılar sanki suratının derin hatlarına yerleşmiş... 

Adı Hızu, soyadı Taş.

'Buyur Hızu Teyze,' diyorum.

Çukurca’nın Kavuşak köyünden devlet zoruyla Hakkâri’nin en yoksul kenar mahallesindeki bir gecekonduya göç edenlerden..

'Yaz evlat,' diye söze başlıyor: 

'Biz barışa susamışız!'

Yüreğinden dökülüyor sözcükler:

'Dağdaki gerilla da, asker de bizim çocuklarımız… Barışa sahip çıkın, mahkûmları affedin!'”

Hakkâri’nin en yoksul mahallesi, Sümbül Dağı’nın eteklerindeki Kürtçesi Kanikewke olan Keklik Pınarı mahallesinden Hızu Teyze’ye beni Mikhail götürecek. 

Arabamıza biniyoruz. 

Mikhail cep telefonuyla konuştuktan sonra bana dönüyor: 

“Hızu Teyze ölmüş!”

Hızu Teyze’nin sesi Sümbül Dağı’nın yamaçlarında çınlıyor, sakın kulak tıkamayın bu sese: 

“Biz barışa susamışız, barışa sahip çıkın!”

Güneydoğu yollarından barış notlarının 9. yazısı yarın Van’dan…

t24.com.tr, 22.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -7
Oğulları vardı gelecekte, her biri vazgeçilmez cihan parçası!..

Acılı anaların feryadı:

“Elbette barışa karşı değiliz. Ama önce 34 çocuğumuzu katledenler ortaya çıkarılsın.”

“Devlet bizlerden özür dilemediği sürece ne fabrika isteriz, ne de iş yeri...”

“Yüz yıl da, bin yıl da geçse, bu katliamı unutmayacağız.''

 

Rengârenk açmış çiçeklerden, gürül gürül akan sulardan, kanat çırpan beyaz güvercinlerden oluşan bir barış dekorunun önünde çektirmiş anasına ithaf ettiği fotoğrafı. Altına not düşülmüş: “KARKER ENCÜ, 1995 doğumlu, şehit tarihi: 28 Aralık 2011.”

 

Yerimden kalkıp yanına uzanıyorum, omzuna elimi koyuyorum. Gözleri doluyor. “Oğlum” diye hitap ediyor bana, “Benim evladımın da, hepsinin de hayalleri vardı.” Gözyaşlarımı tutamıyorum...

 

ROBOSKİ KÖYÜ, ŞIRNAK

Berbat bir hava. Şakır şakır yağmur yağıyor. Sisli dağların arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla Irak sınırına doğru iniyoruz.

Yolumuz Roboski.

Ağaçlı bahçenin ortasında bir köy evi. Halı ve kilim serilmiş, çepeçevre minderlerle kaplı büyücek bir odaya ayakkabılarımızı çıkarıp yerleşiyoruz.

Önce tavşan kanı çaylar.

Anaları bekliyoruz.

Her şey beklediğim gibi gelişiyor.

Birazdan ellerinde çocuklarının çerçeveli fotoğraflarıyla başörtülü, yemenili analar geliyor.

Etrafımıza oturuyorlar.

Hepsi yaslı.

Yüzlerinden acı akıyor.

Ağır bir hava.

Belirttiğim gibi, bu ana kadar her şey beklediğim gibi gidiyor. Sanki olacakları biliyorum. Sanki bildik bir tiyatro sahnesi kuruluyor. Çünkü o kadar çok Roboski röportajı okudum ki. Korkunç katliamı kendim de yazdım, köşemde mektuplara da yer verdim. Ümit Kıvanç’ın o çarpıcı belgeselini de yazı yazmadan kaç kez izlediğim için, odaya girenlerden çoğunun yüzü aşina...

Sıra konuşmalara geliyor.

Biliyorum ne söyleyeceklerini de...

Analar teker teker söz almaya başlayınca, içimde birden bir acı, hiç beklemediğim kadar büyük bir acı dallanıp budaklanıyor.

Öylesine sahici konuşuyorlar ki.

Acılar öylesine yüreklerinin derinliklerinden kopup geliyor ki.

Ve öylesine vakur bir halleri var ki.

Hem yaşadıkları evlat acısı, hem uğradıkları haksızlık ve adaletsizlik anaları dimdik yapmış.

Devletin savaş uçakları 28 Aralık 2011’de bir gece vakti bu anaların masum çocuklarını, 34 canı birden bombalarla paramparça etmiş.

Ama failler hâlâ yok.

Sorumlular bulunmuş değil.

Devlet bir özrü bile çok görmüş analara, hükümet bugüne kadar analardan özür dilemekten kaçınmış...

Anaları dinledikçe, ben de gözyaşlarımı içime akıtmaya başlıyorum.

Sesini fazla yükseltmeden konuşuyor:

“Adalet Roboski’ye gelinceye kadar, hiç kimse barıştan söz etmesin.”

Bir başka ana:

“Failler bulunsun, barışa o zaman inanırız.”

Yine bir ananın feryadı:

“Devlet bizlerden özür dilemediği sürece ne fabrika isteriz, ne de iş yeri...”

Bir başka acılı ses:

“Bu katliamı başımıza getirenler önce özür dilesinler Roboski’den...”

Bir ananın adalet çağrısı:

“Elbette barışa karşı değiliz. Ama önce 34 çocuğumuzu katledenler ortaya çıkarılsın.”

Bir baba ayağa kalkarak konuşuyor:

“Şimdi AKP, Kürt sorununu çözecekmiş. İnanmıyoruz. Önce Roboski katliamını aydınlatsın inanmamız için...”

Devam ediyor:

“Daha bir kişi bile mahkemeye çıkarılmadı. Hâlbuki failler bellidir, sorumlular bellidir. Bu gerçeği devlet de biliyor.”

Konuşmasını şöyle bağlıyor:

“Meclis’in Roboski raporu utanç vericidir.”

Hemen yanı başımdaki bir anaya kulak veriyorum:

“Yüz yıl da, bin yıl da geçse, başımıza gelen bu katliamı unutmayacağız.”

Bir babanın sesi:

“Mavi Marmara olayında dokuz vatandaşımızı öldüren İsrail’e özür diletmek için o kadar mücadele veren bir Başbakan, Tayyip Erdoğan, bizim 34 canımız için neden özür dilemiyor? 75 milyonun Başbakan’ı Gazze’ye gitmekten söz ediyor, ama neden bir defacık olsun bugüne kadar Roboski’ye gelmedi? Katliam oldu, tam bir hafta boyunca Başbakan’ın sesi neden çıkmadı?”

Ve ekliyor:

“Başbakan’ın vicdanı yok mu?”

Bir ananın sesi:

“Devlet özür dileyecek, yapanı mahkemeye verecek, adalet yerini bulacak ve Meclis, o utanç raporunu geri çekecek!”

Bir başka ana:

“Kaybettiğiz evlatlarımıza, 34 canımıza karşılık Roboski’ye hizmet gelecekse gelmesin. Biz kan parası istemiyoruz! Önce failler, sorumlular ortaya çıkarılsın.”

Gözüm o fotoğrafa takılıyor.

İki eliyle sımsıkı tutuyor evladının cam çerçeveli fotoğrafını. Rengârenk açmış çiçeklerden, gürül gürül akan sulardan, kanat çırpan beyaz güvercinlerden oluşan bir dekorun önünde çektirmiş anasına ithaf ettiği fotoğrafı.

Altına not düşülmüş:

“KARKER ENCÜ,

1995 doğumlu,

Şehit tarihi: 28 Aralık 2011.”

Anayla göz göze geliyorum. Beni görmüyor.

Dalıp gitmiş.

Yerimden kalkıp yanına uzanıyorum, omzuna elimi koyuyorum.

Gözleri doluyor.

“Oğlum” diye hitap ediyor bana, “Benim evladımın da, hepsinin de hayalleri vardı.”

Ben de gözyaşlarımı tutamıyorum.

İyi pazarlar!

Güneydoğu yollarında barış notlarının sekizincisi yarın Hakkâri’den...

Not: Yazının başlığı, Ahmed Arif'in “Anadolu” şiirinden ilhamla atıldı. Şairin “Oğullarım var gelecekte / Her biri vazgeçilmez cihan parçası” dizeleri, 34 evladını kaybeden Roboskili ana – babalar için “Oğulları vardı gelecekte, her biri vazgeçilmez cihan parçası” diye yazıldı

t24.com.tr, 21.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -6
'Top direkten dönerse, Türkiye çok fena kaybeder!’

‘Apo büyük bir şanstır, yoksa felaket olur.’

Şırnak Belediye Başkanlığı’nda: ‘Silahın son kullanma tarihi bitti. Barutun bir çare olmadığı biliniyor. Barışı isteyenler anketlere yansıyandan çoktur. Barışı istemeyen cazgırlar elbette olacak. Onları geçelim. Ama atılacak adımlar var mutlaka... Artık Tayyip Erdoğan tek otorite Ankara’da... Eskisi gibi asker yok... Devlet adına Başbakan olarak bir tek Tayyip Erdoğan konuşuyor.’

   

ŞIRNAK

Karlı sipsivri doruklarıyla gerçekten heybetli Cudi Dağı’nın eteklerinde baharlar açmış, ağaçlar bembeyaz. Kasrik Boğazı’ndan Gabar Dağı’na sırtını dayamış Şırnak’a tırmanıyoruz, askeri kontrol noktasını geçerek... 

İnsana yaşama sevinci veren harikulade doğa manzaralarının ortasında ben Cizreli Tayyibe Acet’i düşünüyorum. 

Üçü kız, üçü erkek altı çocuk annesi bir dul. Kocası faili meçhule kurban gitmiş, 16 yaşındaki oğlu 60 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş Şırnak Ağır Ceza’da. Geçen ay da Yargıtay’dan onama çıkmış... 

Cizre’den ayrılmadan önceydi. Biri sakallı, biri tüysüz iki genç adam otelde önüme çıktı. Birlikte kahvaltı ettik. 

Tüysüz olanın adı Siphan’dı. 

Dokuz kardeştiler. Babası tekerlekli sandalyeye mahkûm bir kanser hastasıydı. Siphan, üç yıl önce 16 yaşındayken Kürtçe ana dilde eğitim gösterisine katıldığı için 3 ay 25 gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Şimdi lisede okuyor. 

Sakallı olanın adı Mesut’tu. 

Tayyibe’nin altı oğlundan biri... Kardeşi Mustafa, 16 yaşında 60 yıla mahkûm olan... Kısık sesle fısır fısır konuşuyor. İki yıl önce 17 yaşındayken bir gösteriye katıldığı için 6 ay 20 gün hapis yatmıştı. 

Şırnak’a gitmek için otelden ayrılırken elime sarı bir zarf tutuşturuyor Mesut. İçinden Tayyibe Acet’in dilekçesi çıkıyor. “Ben dul, üçü kız, üçü erkek altı çocuk annesiyim” diye başlayan ve ilk satırları şöyle devam bir mektup: 

“Eşim, İzzettin Acet Köy Hizmetleri’nde çalışan bir işçiydi. 1994 yılında arkadaşıyla beraber arabası ile Cizre’den kaçırıldı. 

Cenazeleri, bir ay sonra Şanlıurfa’nın Siverek ilçesi yakınlarında, kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürülmüş ve daha sonra benzin dökülüp yakılmış bir halde bulundu. 

Her ne kadar eski JİTEM elemanı olan ve şu anda da Avrupa’da bulunan Abdulkadir Aygan, gazetelere verdiği haber ile olayı itiraf edip, yine şu anda Diyarbakır’da yargılanan, Cizreli olan Abdulhakim Güven (Fırat Altın) ve Kemal Emlük ile beraber ‘İzzettin Acet’i ve şoförünü kendileri alıp Diyarbakır’da işkence ettikten sonra, buraya getirip Abdulhakim tarafından kafalarına sıkıldı, Kemal Emlük de benzin yakıp döktü’ dediği halde, Siverek Savcılığı’nca bu olay kayıtlara faili meçhul ve kimsesizler olarak geçirildi. 

En son, zannedersem bir buçuk iki yıla yakındır da, dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermişler, şu ana kadar da Diyarbakır mahkemeleri tarafından hiçbir ilerleme sağlanmamış ve ifademe başvurulmamıştır.” 

Tayyibe Acet’in çektiği acılar yalnız kocasıyla sınırlı değil. Bir kardeşi Mehmet, geçen Kurban Bayramı’nda bir gece “devlet ajanıdır'' fermanıyla PKK tarafından öldürülmüş... 

Tayyibe Acet, mektubunun sonunda şöyle diyor:

“Eşini faili meçhule kurban vermiş, yetim çocuğuna 60 yıl hüküm verilmiş, yine oğlu ve kızına hapis cezası verilmiş, her gün, her gece ağlayan bir Kürt kadını olarak...” 

 

1990’lardan bugüne...

Acılar olgunlaştırıyor!

 

Şırnak’a ilk kez 1992 yılı baharında gelmiştim. 21 yıl geçmiş. O kanlı Newroz’dan bir hafta on gün sonraydı. Şırnak savaş alanına dönmüş, yanmış yıkılmıştı. Binalar delik deşikti. Tugay binasının duvarında koca bir roket deliği vardı. 

Devlet, 1992’nin 21 Mart’ında Şırnak halkına “devletinin elinin” ağır olduğunu göstermek istemiş, halktan tercihini yapmasını istemişti: 

“Devlet mi, PKK mı?..”

1990’ların kanlı dönemi böyle açılmıştı. Güneydoğu cehenneme dönmüş, oluk gibi kan ve gözyaşı dökülmüştü. Ama bugün gelinen noktaya bakınca şu tespit herhalde gerçekçidir: 

Büyük acılar PKK’yı bitirmemiş, tersine daha güçlenmesine, şehirlere yayılmasına, Kürtlerin içinde kök salmasına yol açmıştır. BDP’nin neredeyse Kürt oylarının yarısını alıyor olması, yaklaşık 100 belediyeyi kazanması, sivil toplum örgütleri PKK’nın yalnız dağdaki değil, şehirdeki ve siyasetteki varlığının da altını çiziyor. 

Barış ya da çözüm bugün eğer olgunlaşmışsa...

Silahın defterini dürmek”ten başka çare kalmamışsa...

Ankara-İmralı-Kandil üçgeninde halen başdöndürücü bir trafik yaşanıyorsa...

Ankara hem İmralı’yı, hem Kandil’i fiilen muhatap almak zorunda kalıyorsa...

Bütün bunlarda, PKK’nın özellikle 1990’lardan bu yana çekmiş olduğu çizginin de payı vardır.

Evet, keşke bu kadar kan ve gözyaşı dökülmeseydi, bu kadar acı yaşanmasaydı.

Ama acılar da olgunlaştırıyor.

Barıştan başka çare kalmadığı, zamanla kafalara dank ediyor. Birbirini tüketmekle bir yere gidilemeyeceği anlaşılıyor.

Bugünlere de böyle geldik! 

 

Silahlı siyaset, demokratik siyaset!

Şırnak Belediye Başkanlığı’nın makam odasındayız; siyasetçi, avukat, işadamı, insan hakları aktivisti ve değişik toplum kesimlerinden oluşan canlı bir topluluk var... Biri ayağına topu alır almaz çakıyor:

“Bu top eğer direkten dönerse, Türkiye çok fena kaybeder!”

Ben de katılıyorum.

Şöyle devam ediyor:

“Bütün aktörler gördü artık, son 30 yılın modeliyle bu ülkenin en yakıcı sorunu aşılamaz, çözülemez.”

Buna da katıldığımı belirtiyorum.

Barışın içinin demokratikleşme adımlarıyla doldurulması, ana dilde eğitim, KCK’lıların tahliyesi... Bunları söyledikten sonra ekliyor:

“Haklı, kalıcı, adil bir barış için altının demokrasiyle, hukukla, insan hakları ve özgürlüklerle doldurulması lazım. Güçlü yerel yönetim ya da özerklik modeli...”

Tamam, dedikten sonra soruyorum:

“Peki ama alternatif silah mı, silahlı siyaset mi, yoksa Apo’nun dediği gibi demokratik siyaset mi?”

Yanıt şöyle geliyor:

“Silahın son kullanma tarihi bitti. Barutun bir çare olmadığı biliniyor. Barışı isteyenler anketlere yansıyandan çoktur. Barışı istemeyen cazgırlar elbette olacak. Onları geçelim. Ama atılacak adımlar var mutlaka... Artık Tayyip Erdoğan tek otorite Ankara’da... Eskisi gibi asker yok... Devlet adına Başbakan olarak bir tek Tayyip Erdoğan konuşuyor.”

Erdoğan isterse bunu yapabilir, demeye getiriyor. 

 

‘Devlet ipe un sererse, gömülen

silahları çıkartıp dağa çıkanlar yine olur’

 

Alternatif yine silah mı, silah olabilir mi sorusu, dikkat ediyorum, muhatabımı genellikle geriletiyor. Evet öyle diyene, kaç gündür dolaşıyorum pek rastlamadım. “Bu halkın, dili ve kültürü, kimliği bastırılmış Kürt halkının kendisini savunmasıydı silah ve silahlı mücadele” sözünü birçok yerde not ettim. Demin de belirttiğim gibi, bundan sonrası için silahı savunanlar pek yoktu. 

Ama şunu kendi kulağımla duydum:

“Silahlar yarın gömülür, gömülebilir. Ancak devlet ipe un sererse, Ankara Kürtlerin temel haklarına dönük olarak çok fazla kılını kıpırdatmazsa, yazın bir kenara, gün gelir o silahları gömüldüğü yerden çıkartıp dağa çıkanlar yine olur.”

Bir başkası söze giriyor:

“Demokratikleşmeyi, çözümü çok uzun zamana yaymanın sakıncaları var. Siyaset çok kaygan zeminde yapılıyor. Bu bölgede, Ortadoğu’da barışı sabote etmek isteyenlere dikkat etmek lazım. Provokasyon her an olabilir. Ayrıca Ergenekon’un bittiğine inanmıyorum. Savaşın bugüne kadar rantını yiyenleri de unutmayın. Bu rantın bitmesini engellemek için her türlü melaneti yapabilirler. Bunlara da dikkat!” 

“Hayır, sürecin alternatifi silah değildir” dedikten sonra da ekliyor:

“Apo büyük bir şanstır, yoksa felaket olur.”

Güneydoğu notlarının yedincisi yarın Uludere'den...

t24.com.tr, 20.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -5

Temel soru şu: Bir Kürt, bir Türk ile eşit olacak mı?

'Yeni bir koruculuk sistemi kuruluyor.

Hem bu, hem barış nasıl olacak?..'

Her durakta Tayyip Erdoğan var. Samimiyeti, geçmiş sicili sorgulanırken, siyasal gücü de kabul görüyor. Cizre’de, kır lokantasında yemek yerken biri şöyle dedi: 'Bu kadar generali zabıta gibi toplayıp cezaevine atan bir Başbakan, Kürt sorununu da çözecek kudrettedir..'

Başörtülü o kadının sözleri aklımda: 'Ben başıma gelenleri anlatsam günler alır. Elbette barış istiyorum. Ama nasıl bir barış? Bu topraklarda daha önce hepsi kanla bastırıldı. Bu isyan, 29. isyan böyle bastırılamaz. Kürtlerin kimlik sorunu vardır, dil sorunu vardır hep inkâr edilmiş olan... Bunlar çözülmeden gerçek barış olur mu?'

'Kürtlerin yüzü batıya dönüktür. Kaynaklarını savaşa değil kalkınmaya harcayan, daha müreffeh, daha mutlu ve daha demokratik bir Türkiye’de yaşamaktır arzumuz. Biz Türkiye’de yaşamak isteriz. Eşitliğimiz kabul edilirse hiçbir sorun kalmaz.'

 

CİZRE

İpek Yolu’ndan Cizre’ye doğru giderken karşında tüm heybetiyle Cudi Dağı yükselmeye başlar. Sol tarafında sislerin arasından silueti seçilen zirveleri karlı Gabar Dağı’nın yamaçlarında Şırnak vardır. İlk kez 1980’lerde geldiğim bu coğrafya her mevsim güzeldir. 

Ama barışa açtır! 

Bu acılı topraklarda insanların dip duygularında hep barış yatar. “Biz o kadar acı çektik ki, barışın kıymetini en çok biz biliriz” diyene adım başı rastlarsınız. 

Kızıltepe’de, kırklı yaşlarındaki o başörtülü kadının sözleri aklımdan çıkmıyor: 

“Ben başıma gelenleri anlatsam günler alır. Elbette barış istiyorum. Ama nasıl bir barış? Bu topraklarda daha önce Şeyh Said’iyle, Koçgiri’siyle, Ağrı’sıyla, Dersim’iyle tam 28 isyan çıktı. Hepsi kanla bastırıldı, Kürtler kandırıldı. Bu isyan, 29. isyan böyle bastırılamaz. Kürtlerin kimlik sorunu vardır, kültür sorunu vardır, dil sorunu vardır hep inkâr edilmiş olan... Bunlar çözülmeden barış, gerçek barış olur mu?”

O başörtülü kadın şunu da eklemişti:

“Bak kardeşim, bu sorunlarımız çözülmeden barış nasıl olacak? Biz kendi topraklarımızda kendi dilimizle, kendi kültürümüzle, kendi kimliğimizle yaşamak istiyoruz, eşit vatandaş olarak yaşamak istiyoruz.”

 

Evet, umutlu bir başlangıç ama...

Cizre Belediye Başkanlığı'nın makam odası dolu. 2009’da başkan seçilen Aydın Budak üç yıldır KCK’dan hapiste. Yerine bir süre vekâlet eden Mehmet Saçı, 2011’den beri KCK’dan arandığı için kaçak. 2009’dan beri 150’ye yakın KCK tutuklusu yatıyormuş hapiste... 

Bu kısa ‘rapor’dan sonra biri alıyor sözü: 

“30 yıldır Botan halkı ve bu toprakların anaları en büyük acıyı yaşadı. Yalnız Cizre’de 1992’den beri, dağdakiler dahil, 750 Kürt öldü. Halk savaştan bıktı, artık barış istiyor, huzur istiyor. Ve yüzde 99’u destekliyor Apo’yu...” 

Hemen ekliyor: 

“Ama AKP’ye nasıl güvenecek bu halk?”

Devam ediyor: 

“Bu halkın vekilleri hâlâ cezaevinde. Belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, BDP’liler hâlâ cezaevinde. Şu günlerde yeni bir koruculuk sistemi kuruluyor. Daha bu yakınlarda Uludere’ye 215 yeni korucu kadrosu gelmiş, 52’sine silah da dağıtılmış... Hem bu, hem barış nasıl olacak? İkisi birbirini tutmuyor.”

 

'Silah Kürtlerin olmazsa olmazı

değil, miadı dolmuştur!'

 

Barışın içini doldurmak meselesi her adımda kulağa çalınıyor. Barışa destek sözünden sonra genellikle bir ama sözcüğü ekleniyor. Ve bu ‘ama’da Ankara’ya dönük güvensizlik, kaygı ve tereddütler düğümleniyor. Alternatif yine silahlı mücadele mi diye sorunca da, silah savunulmuyor, belki daha doğru deyişle savunulamıyor. 

Cizre Belediyesi’nde biri şöyle dedi:

“Silahlar durup dururken sahneye çıkmadı. Silahın tarihsel bir arka planı var. Temel soru şu: Bir Kürt bir Türk’le eşit olabilecek mi? Şimdi iki şey isteniyor: Ateşkes ve geri çekilme... Bu ikisi de oluyor. Peki o zaman devlet, sadece güvenlik politikaları mı geliştirecek, yoksa aynı zamanda demokratikleşme yolunda da ilerleyecek mi? Kürtler eski Kürtler değil! Neyin ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Hiç kuşkunuz olmasın, silah Kürtlerin olmazsa olmazı değildir. Evet, miadı, kullanım süresi dolmuştur. Önder Apo’nun 21 Mart Newroz çağrısı da budur. Kürtler barışa hazır; Batı’ya dönüp soruyorlar, ya siz barışa hazır mısınız?”

Ayaklarımızın altında ördek yavruları dolaşıyor, kebaplarmızı bir kır lokantasında yerken. Cudi ve Gabar’ın çok yakınındayız. Zaho da öyle. Suriye, Irak sınırı burnumuzun dibinde. “İşte Kürdistan burası, bütün parçaların birleştiği yer” diyor.

 

Tayyip Erdoğan’ın siyasal gücü...

 

Biri kulağıma eğiliyor: 

“Hasan abi bak. Kürtlerin yüzü batıya dönüktür. Kaynaklarını savaşa değil, kalkınmaya harcayan, daha müreffeh, daha mutlu ve daha demokratik bir Türkiye’de yaşamaktır arzumuz. Biz Kürtler Türkiye’de yaşamak isteriz. Eşitliğimiz kabul edilirse hiçbir sorun kalmaz.” 

Güzel bir haber var” diye söze girdi, “Hafta sonu ilk defa Silopi’den Cudi Dağı’nın eteklerine 13 - 14 aile piknik yapmaya gittiler. Bazı yerler askeri yasak kapsamından çıktı da ondan...” 

Bu ‘güzel haber’in altını çiziyorum. Bu topraklarda insanların yıllar yılı hangi olağanüstü koşullarda yaşadıklarını düşünüyorum. İnsanların çoluğuyla çocuğuyla bir bahar günü dağlara piknik için çıkmalarının nasıl bir mutluluk kaynağı olabildiğinin anlamını kendi kendime soruyorum. O zaman da bir Kürdün batıya dönüp seslenmesini daha iyi anlayabiliyorum: 

“Biz barışa hazırız, ya siz?..”

Tabii her durakta Tayyip Erdoğan var. Samimiyeti, geçmiş sicili sorgulanırken, siyasal gücü de kabul görüyor. Cizre’de, kır lokantasında yemek yerken biri şöyle dedi: 

“Bu kadar generali zabıta gibi toplayıp cezaevine atan bir Başbakan, Kürt sorununu da çözecek kudrettedir.”

 

'Erdoğan da ipe un sermesin!'

 

Bu gezim sırasında daha çok BDP’lilerle, PKK’ya destek veren tabanla temas ediyorum. Dağa çıkmış, dağdan inmiş, hapis yatmış, dağı ve PKK’yı bilen kadrolara kulak vermeye çalışıyorum. Eğer kalıcı barış deniyorsa, bu dünyanın bakış açıları, yaklaşımları çok önemli. Çünkü otuz yıldır silah varsa ve otuz yıldır devletin tüm gücüne ve bu kadar kan ve gözyaşına rağmen silah ve PKK marjinalize edilemediyse, bu kadrolar ve bu taban nedeniyledir.  

Onlarla sohbetlerimde hep dip duyguları anlamaya çalışıyorum. En kuvvetli mesajları veriyorlar, en sert lafları ediyorlar, öylesine ki, bazı adımlar atılmazsa, silahlar yine patlar demeye getiriyorlar her seferinde... 

Ama bunun da artık öyle kolay olamayacağının farkındalar. Her tartışmada biraz deşince, geriye dönüşün zor olduğunu onlar da kabul ediyorlar. Bundan böyle, silahlı siyasetin yerini demokratik siyasetin alacağını belirtirken de, her defasında eklemeyi ihmal etmiyorlar: 

“Ama Tayyip Erdoğan da ipe un sermesin, birtakım adımları bir an önce atmaya başlasın!”

 

Cemal Temizözlü, Levent

Ersözlü bir Cizre akşamı...

 

Cizre’de akşam yemeğini Sabri Vesek’in evinde upuzun yer sofrasında yiyoruz. Hiç unutamayacağım bir akşam ve bir insan... 

74 yaşında Sabri Vesek. 

Kürtçe de konuşsa, Türkçe de konuşsa, ağzından bal damlıyor, dinletmesini de, güldürmesini de biliyor. 

Cizre’nin eski Belediye Başkanı.

 

8 sene firar, 9 sene hapis...

Diyarbakır Askeri Cezaevi cehenneminden geçmiş 12 Eylül’de. “Kürt olarak ruhi şekillenmemi 12 Mart’ta yaşadım. Diyalektiği İsmail Beşikçi Hoca’dan öğrendim” diyor. Yalçın Küçük’ten ‘Bizim kırmızı’ diye söz ediyor. 

Bir de itirafı var: 

“Bir zamanlar solla Kemalizm’i aynı sanmıştık.”

Yer soframızdaki uzun sohbetimizde faili meçhul ve Ergenekon sanıkları emekli Albay Cemal Temizöz ve Levent Ersöz Paşa’nın isimleri geçiyor. Biri Binbaşı Cemal, öteki Sarı Levent diye anılıyor. 

1990’larda Sabri Vesek’in evine baskınlardan, avluda toplanan büyük aileye yönelik hakaretlere, baskılara kadar hiç de hayırla anılmıyorlar. 

Güneydoğu’dan barış notlarının altıncısı yarın Şırnak’tan.

t24.com.tr, 19.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -4

'Çanakkale'de İngilizlere karşı Türklerle omuz omuza savaşan Kürtlerin dili eğitimde yasak, ama İngilizce serbest!..'

Kızıltepe’den:

“Eşit ve kardeşçe yaşayacağız! Barışın altında demokrasi yatacak, eşitlik yatacak, hukuk yatacak,  insan hakları yatacak...”

Hediye Ana’dan:

“Kocam faili meçhul bir cinayetle öldürüldü. İki oğlumu dağda kaybettim. Barışa umudum vardır. Yaşarsak birlikte yaşarız,  ölürsek birlikte ölürüz.”

Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan'dan:

Ayşe Gökkan, 'erkek egemen devletten, erkek egemen toplumdan, erkek egemen aileden' yakınıyor. “Kürt kadını mücadelesini, Türk devleti yerine Kürt devletinden dayak yemek için vermiyor” diyor...

 

KIZILTEPE / NUSAYBİN

Kızıltepe belediye binasında, Başkan Ferhan Türk’ün makamında sohbet ediyoruz. Oda kalabalık. Belediye Meclisi üyesi 31 kişinin 28’i KCK’dan tutuklanmış. Bu yakınlarda tahliyeler başlamış, şimdi iki kişi kalmış hapiste. 

Başkan Ferhan Türk 3 yıl 2 ay yatmış KCK’dan. Birkaç yıl önce Kızıltepe’ye geldiğimde içerideydi. 

Kızıltepe’ye yolum çok düştü. Acılı bakışlarıyla Cihan Sincar’ı hatırlıyorum. Milletvekili kocasını ‘faili meçhul cinayet’te kaybettikten sonra burada iki dönem Belediye Başkanlığı yapmıştı. 

Bu topraklarda sohbete oturduğunuz zaman önce yaşanmış acıları dinlersiniz. Kürt sorunu nedir sorusunun karşılığı, kitaplardan, resmi raporlardan daha çok asıl böyle anlaşılmaya başlanır. Çünkü acıları yaşayanların ağzından dinlediğinizde, yüreğiniz de soruna kapılarını açabilir. Bu da barışa giden yolları kısaltır. 

Dinliyorum: 

“Benim ailemden 14 kişi dağa çıkmış. İki kardeşim de cezaevinde. Biri, tekerlekli sandalyeye mahkûm. Adı Mürşit Aslan, 35 yaşında. 19 yaşındaydı dağa çıktığında... Çatışmada yaralandı, kötürüm kaldı. Cumhurbaşkanı Sezer zamanında özel afla dışarı çıktı. Sonra tekrar hapse attılar, telefonda bir şeyler söylediği için... Halen Mardin E Tipi cezaevinde yatıyor.”

Anlatıyor: 

“Ben Mehmet Emin Aslan. Tam 10 yıl cezaevinde kaldım. Bunca yıl hapis yattım, ama tek bir gün bile ceza almadan çıktım. Hukuk devleti bunun neresinde, söyler misin?” 

Dinliyorum: 

“Anadilimiz, Kürtçe serbest mi? Hayır, hâlâ serbestçe konuşamıyoruz. Kendi ana dilimizle siyaset yaparken de, mahkemede ifade verirken de serbestçe konuşamıyoruz. Bazı yasalar hâlâ engelliyor. Daha dün Kızıltepe adliyesindeydik. Kürtçe ifade vereceğiz deyince, hâkim bey sordu mübaşire, kaç para alacaksın diye... Ben de dedim ki, ‘Hâkim Bey, kendi dilimi para vererek mi konuşacağım?’ Çıkıp gittik adliyeden...”

Telaş yaparak anlatıyor:

“Burada bulunanların içinde askeri darbelerden geçmeyeni yok gibidir. Neredeyse hepimiz 12 Eylül’ün o rezil tezgâhından geçtik. 1990’ların faili meçhul cinayet tezgâhlarından geçtik. En son da KCK tezgahı... ”

 

'Erdoğan'ın Âkil İnsanlar konuşması manifesto gibiydi, beğendim'

Dinliyorum: 

“Kürtçe kanal, TRT-Şeş, iyi güzel... Ama bir emirle açıldı, bir emirle de kapanabilir. Yasal güvencesi nerede?.. İngilizce serbest, Fransızca serbest... İyi güzel de... İngilizlere, Fransızlara karşı Çanakkale’de Türklerle omuz omuza çarpışan Kürtlerin ana dili neden yasak? Onlar Türkiye’de kendi dillerinde eğitim yapabiliyor, ben Kürt olarak yapamıyorum. Adalet, eşitlik bunun neresinde?..”

Bir başkası aradan söze giriyor: 

Tayyip Erdoğan’ın Âkil İnsanlar Heyeti’ni kabul ettiğinde yaptığı konuşmayı çok beğendim. Manifesto gibi bir konuşmaydı.” 

 

İlle de silah mı gerekiyor?.. 

 

Slogan atarcasına konuşuyor: 

“Eşit ve kardeşçe yaşayacağız!”

Diğeri sanki onu tamamlıyor: 

“Barışın altında demokrasi yatacak, eşitlik yatacak, hukuk yatacak, insan hakları yatacak...”

Ben de ona soruyorum: 

“Bunun için ille de silah mı gerekiyor? Şimdi parmaklar tetikten çekilmiş durumda, yani ateşkes ya da eylemsizlik ilan edildi. Şimdi barışın bu koşullarını, dağda silahların sustuğu, artık dağdan ölüm haberlerinin gelmediği bir ortamda oturup konuşsak, tartışsak... Siyasetin silahlısını değil, demokratik olanını yapsak... Diyarbakır’ın Newroz Meydanı’nda 21 Mart’ta açıklanan mesajında Apo da aynı çağrıyı yapmadı mı? Parmakların tetikten çekildiği silahsız bir ortamda meseleleri kolayından zoruna doğru ele alsak, düğümleri kolayından zoruna doğru çözmeye koyulsak, barışın altını, içini böyle doldurmaya başlasak daha iyi olmaz mı?” 

Sabırla dinliyor beni. 

Tepkili değil. 

Gözümün içine bakıyor. 

Cevap, resmi cevap değil ve tek kelimeyle geliyor: 

“Olur.”

Kızıltepe’den Viranşehir’e doğru yol alırken not alıyorum: 

Barış sürecinin temelleri yaşanmış büyük acılarla atıldı; barışın, barış koşullarının olgunlaşması galiba bu demek.

 

Nusaybin'de bir barış annesi Hediye Ana...

Nusaybin Belediyesi’nde bir barış annesi, Hediye Ana karşıma çıkıyor, başında kenarları oya gibi işlenmiş bembeyaz yemenisi, cin gibi bakan maviş gözleri ve nur gibi yüzüyle... 

Hakkari’nin Sümbül Dağı’nın eteklerinde beni yakalayıp, “Yaz gazeteci evladım yaz, biz barışa susamışız” diyen Hizu Teyze’yi hatırlatıyor bana... Diyarbakır’ın Kervansaray’ında bana sarılıp “Barışa emanet olun!” diyen Hayriye Ana’yı çağrıştırıyor Hediye Ana. Yüzünün derin hatlarına yerleşmiş acılarını Kürtçe anlatıyor, güzel anlatıyor:

“Bir tek kırık çay bardağıyla geldik Cizre’den Nusaybin’e, göç ettik. Sene 1993’dü. Korucubaşı Kamil Atak zamanlarıydı. Eşimi kaybettim faili meçhulde... İlk oğlum 16 yaşında dağa çıktı, öldü. İkinci oğlum 21 yıl dağda kaldı, onu da bu yıl kaybettim. İki oğlum, iki kızım daha var. Çobanlık yaptım, kolay olmadı. Bir kızım Siirt’te hemşirelik okuyor. Benim okuma yazmam yoktur, okula gitmedim, onlar okusun.” 

Barış umudun var mı diye soruyorum. Hediye Ana diyor ki: 

“Barış umudum vardır. Yaşarsak birlikte yaşarız, ölürsek birlikte ölürüz.”

 

Nusaybin'den kadının sesi: Erkek egemen devlete, topluma ve aileye yeter artık!

Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’ın makamında hiç erkek yok. Hediye Ana’yla birlikte sadece kadınlardan, genç kızlardan oluşan bir topluluk. 

Ayşe Gökkan, Kürt siyasal hareketindeki kadın dinamiği üstünde duruyor. Erkek egemen devletten, erkek egemen toplumdan, erkek egemen aileden haklı gerekçe ve örneklerle yakınıyor. Kadının dağa çıkmasında bu erkek egemenliğinin nasıl büyük rol oynadığını anlatıyor: 

“Asker, polis eve baskın yapar, erkeğe yüklenir, ‘Konuş yoksa karını, kızını...’ diye baskı yapmaya başlar. Bu bazen tehdit olarak kalmaz, tecavüze kadar gider. Bu konularda o kadar çok tüyler ürpertici olay yaşanmıştır ki... Kadın gözaltına alındığında tecavüze, tacize uğrar. Evde erkeğin dayağı... Toplumda ikinci sınıflık...” 

Şöyle devam ediyor: 

“İşte böylesine acılar da kadına dağın yolunu açtı. Kadın da başkaldırdı. Örgütlenmeden kendini koruyamayacağını anladı. Dağa çıkarak kendini korudu. Dağa çıkmayan kadına da örnek oldu, evdeki kadınının üstünden ezikliğini atmasına yardımcı oldu. Biz Kürt kadınları elbette bizi Türk devleti değil de, Kürt devleti dövsün demiyoruz, böyle bir şey elbette istemiyoruz. Kadına dönük şiddetin son bulduğu bir barış ve demokrasi düzeni istiyoruz.”

Son olarak da şunları ekledi: 

“Barış sürecinde bir ilk adım atıldı. Bu çok önemli. Bizim umudumuz hiç kuşkusuz Önderlik’tir. O özgürlüğüne kavuşmadan, cezaevleri boşalmadan ve kimliklerimiz anayasal güvenceye kavuşmadan gerçek barış olmaz.” 

Güneydoğu’dan barış notlarının beşincisi yarın Cizre ve Şırnak’tan...

t24.com.tr, 18.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -3
'Eşit vatandaş olma talebimizin alternatifi, artık silahlı mücadele değil'

Viranşehir’den: “Bu saatten

sonra süreçten geri dönüş

tam bir felaket olur,

her iki taraf için de...”

 

“Evet büyük acılar çektik. Ama artık barışın ipine sarılacağız. Elbette Kürt olarak, eşit vatandaş olmak isteyeceğiz. Hak ve özgürlüklerimizin yasal güvencelerini isteyeceğiz. En başta ana dilde eğitim hakkımız geliyor. Bunlar olacak. Ama artık bunların alternatifi silah, silahlı mücadele değil. Apo demedi mi, silahlar değil fikirler konuşsun, demokratik siyaset yapılsın diye...”

 

MARDİN

Güneş doğuyor, sabah vakti dağların, tepelerin ardından günün ilk ışıklarını veriyor. Gözlerimin önünde yemyeşil bir deniz gibi alabildiğine uzanan Mezopotamya Ovası’nın üstünde buğulu bir güzelliğin yumuşak dalgaları yayılıyor. 

Kimbilir kaçıncı kez büyülenmiş bir halde seyrediyorum Mezopotamya’yı. 

Gün doğarken de, batarken de, mehtap çıkarken de karşısında hayallere daldığım ovaya bu kez yüzlerce yıllık bir Ermeni evinin, Maridin Oteli’nin terasından bakıyorum. 

Mutlak sessizlik ve sükûnetin yalnızlığı derinleştirdiği ama düşünmeyi yoğunlaştırdığı saatler... 

Güvercin kanatlarının pırpırları, kuşların cıvıldaşmaları, uzaklardan bir horoz sesi... 

Ve uçurumun dibindeki daracık taş sokakta eşeğiyle çöp toplayan genç bir adam... 

Hepsi bu kadar. 

Cizre’nin eski Belediye Başkanı, sürgünlerden, hapislerden geçmiş, 74 yaşındaki şen şakrak Sabri Vesek’in akşamki sözü aklıma takılıyor, gülüyorum kendi kendime. Barış süreci hakkında umutlu musunuz, diye sorunca, önce Kürtçe’sini, sonra Türkçe’sini söyledi: 

“Hırsızın annesi iki kere osururmuş, biri korkudan, biri sevinçten... İşte Kürtlerin hali, psikolojisi böyle...”

  

İrademe dokunma, demokrasiye dokunma!

  

Sabah erken Mardin’den İpek Yolu’na çıktık. İki yanımız alabildiğine dümdüz uzanan, daha bir karış boy atmış yemyeşil buğday tarlaları...

İlk durak Viranşehir

Viranşehir belediye binasının ön cephesine, 2009’un Habur sonrasındaki büyük KCK operasyonunu simgeleştiren o tüyler ürpertici fotoğraf kocaman bir pankart olarak boylu boyunca çekilmiş. Polis eşliğinde tek sıra halinde hapse atılmaya götürülen bilekleri kelepçeli seçilmiş yerel yöneticiler, siyasetçiler. Simsiyah zemine kıpkırmızı yazılmış:

 “İrademe dokunma! Halk iradesine dokunmak, demokrasiye dokunmaktır.”

Fotoğrafın ikinci sırasında, Viranşehir’e iki dönem belediye başkanlığı yapmış olan  Emrullah Cin var. Üç buçuk yıldır hapis yatıyor. Halefi Leyla Güven de demirparmaklık arkasında... 

Emrullah Cin, 2004’te Viranşehir’e uğradığım zaman bana yeni açılmış olan kültür ve sanat merkezini gezdirmişti. Kürtleri yok saymanın, inkârcılığın sadece kan ve göz yaşına yol açtığını anlatırken, merkezin girişine asılmış iki sözcüğe işaret etmişti:

 Yaşasın barış!

Sonra hapisten, on yaşındaki kızı Berdil’in bir mektubunu, barış isteyen bir mektubunu göndermişti bana... 

Bu topraklarda barış özlemi hiç bitmiyor. Kan ve gözyaşının derin acısını kendi hayatlarında yıllar yılı yaşayanların yüreğinde barışa hasret hiç dinmiyor.

 

Barışa Emanet Olun'dan

hapse düşmek!

 

Vekil Başkan’la, bazı Belediye Meclis üyeleri ve BDP’lilerle sohbet ediyoruz. Biri, Urfa KCK davasından sekiz ay yatmış, yeni çıkmış. Hapse girişinin benimle de ilgisi var, şöyle anlattı: 

“Bir halk toplantısında, Belediye Meclisi üyesi ve BDP İlçe Başkanı olarak yaptığım konuşmada sizin Barışa Emanet Olun isimli kitabınızdan da bir alıntı yaptım. Ve ‘PKK propagandası’ndan içeri attılar.” 

1970’lerde Ecevit’i Karaoğlan olarak sevdiklerini, onu solcu sandıklarını, bu yüzden CHP’yi, DSP’yi desteklediklerini söyledi. Daha sonra kendisinde ‘Kürtlük duygusu’nun gelişimiyle birlikte asıl siyasete 1990’larda başladığını ve ‘Kürt özgürlük hareketi’ne katıldığını belirtti. 

Dedim ki: 

Öcalan, silahlar sussun, fikirler konuşsun, siyasetin demokratik olanı yapılsın, diyor. Ne olacak şimdi?” 

Yanıtın ilk cümlesi artık klasik: 

“Sayın Öcalan’ı elbette sonuna kadar destekliyoruz.”

Şöyle devam ediyor: 

“Karamsar değiliz ama şüphelerimiz var, tereddütlerimiz var. Hâlâ KCK’dan hapiste yatan milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, seçilmiş insanlarımız ne zaman çıkacak? Onlar ne olacak? Evet, son tahliyeler iyiye işaret ama... BDP’den ellerine çakı bile almamış insanlar hâlâ içeride... Başbakan Erdoğan madem siyaset yapın diyor, o zaman bu insanlar neden hâlâ hapis?..” 

Bir başkası ekliyor: 

Sayın Öcalan’ın Kandil’le daha iyi temas etmesi önemli. Gerilla tarafının kafasının daha netleşmesi için lazım bu temas. İmralı - Kandil hattı daha iyi işletilmeli.” 

Bir diğeri söze giriyor: 

“Sayın Öcalan’ın hapishane şartlarının mutlaka iyileştirilmesi gerekir.”

Bir başkası kısa kesiyor: 

“Hasta tutsaklar serbest bırakılsın.”

Ve bir konu daha ilk kez kulağıma çalınıyor: 

“Yeniden koruculaştırma sistemi geliştiriyor devlet... Muş, Bitlis, Van, Hakkari ve Şırnak taraflarından gelen haberler böyle. Barış adına hayra alamet değil yeni koruculuk...”

 

Geri dönüş felaketi...

 

Ve benim klasik sorum: 

“Kuşkularınız, kaygılarınız var, tamam. Ama bu süreç terse döner mi, gerisin geriye gider mi?”

Bu soruma şunu da ekliyorum: 

“Ankara tarafından Öcalan’ın bu kez açıktan muhatap alınması... Newroz çağrısının Kürtçe ve Türkçe olarak Diyarbakır meydanında okunurken televizyonların canlı yayın yapması... Yalnız İmralı’nın değil, Kandil’in de fiilen muhatap alınıyor olması... BDP heyetinin Ankara – İmralı - Kandil üçgeninde fır dönmesi... Kandil’de lider kadrolarıyla çektirilen fotoğrafların gazetelerde, haber kanallarında çıkması... Bütün bunlar ne demek, nasıl çarpıcı bir değişiklik?.. Daha düne kadar bunlar akla gelebilir miydi?.. Demek istiyorum ki, bu sefer işler galiba çok daha ciddi... Bundan sonra geri dönüş olabilir mi?” 

Bu soruma yanıt kısa geldi. Barışın altının doldurulması gerektiğini, gerçek barışla demokratikleşmenin içiçeliğini ve bu açıdan kaygılarını özellikle belirten bir BDP’li aynen şöyle dedi: 

“Bence bundan sonra, bu saatten geri dönüş olmaz. Olursa tam bir felaket olur her iki taraf için de...”

 

Kızıltepe'nin, Türkçe adı 'Sıpa' olan

Daşık mezrasından...

 

 Karşımda hiç konuşmadan dinliyor. O da sekiz ay yatıp bu yakınlarda çıkanlardan. 

Epeyce kilolu, yapılı biri. “Anlaşılan hapislik seni hiç etkilememiş, aslan gibisin” deyince gülüyor; “120 kilodan 100’e düştüm.” 

Bu topraklarda herkes gibi onun da acılı bir hikâyesi var, anlatıyor ve dinletiyor:

“Kızıltepe’nin Daşık (Türkçe 'Sıpa' demek) mezrasındanım.  1990’da 27 yaşındayım. Gece amcamın evine gerilla gelmiş, misafir. Silah sesleriyle uyandık. Asker baskın yapmış. Gecenin ikisi. Çatışma başladı. 65 yaşındaki amcam da, gerillalarla çıktı çatışmaya girdi. Amcam ve üç gerillayı kıstırıp öldürdüler. Gece vakti at arabasının üstünde bize taşıttılar cenazeleri. Çukurları da kazdırttılar ve kanlı elbiseleriyle, yıkamaya da izin vermeden gömdürdüler. Ben de böyle girdim sayılır bu işlere... Karım hamileydi. Doğan oğluma amcamın adını koydum, Abdu. 19 yaşına gelince Abdu da dağa çıktı. Haber almadık bir daha... Barışı bekliyoruz.

 “Ne düşünüyorsun, gelecek mi?”

 “Barışın mimarlarına, Apo’ya güveniyoruz, bu nedenle destekliyoruz barış sürecini... Satışa geliyoruz duygusu yok! Bu halkın çekmediği kalmadı savaştan, biz yine barıştan yanayız.”

  

'Silahla bir yere kadar!'

 

Bir başkası söze giriyor: 

“Silahla bir yere kadardır. Evet acılar çektik. Çocuklarımız, kardeşlerimiz dağa çıkıp öldü. Ama artık barış zamanı... Barışın ipine sarılacağız. Elbette Kürt olarak, eşit vatandaş olmak isteyeceğiz. Bunun yasal güvencelerini isteyeceğiz. En başta ana dilde eğitim hakkımız geliyor. Bunlar olacak. Ama artık bunların alternatifi silah değil, silahlı mücadele değil. Apo demedi mi Newroz çağrısında, silahlar değil fikirler konuşsun, demokratik siyaset yapılsın diye...”

Birçok sohbette Tayyip Erdoğan’ın samimiyeti sorgulanıyor. Sık sık 2005 yılı Ağustos ayındaki Diyarbakır konuşması hatırlatılıyor: 

Erdoğan’a dönük güvensizliğimiz var. Ağustos 2005'teki o konuşması ne kadar iyiydi. Kürt sorununun kendi sorunları olduğunu, devletin de hatalar yaptığını söylemişti. Kürtler o zaman büyük umutlar bağlamıştı Erdoğan’a... Sonra 2006 yılı dönüşü geldi. 2009’da demokratik açılım, Oslo süreci derken, 2011’de ‘Ben olsam Öcalan’ı asardım’a geldi! Yine böyle olur mu, sorusu elbette kafamızın bir yerinde duruyor.” 

 

Yılmaz Güney'den, Mehmed Uzun'dan...

 

 Viranşehir’de MED Kültür ve Sanat Merkezi’ni geziyoruz. Girişte Yılmaz Güney’in sözleri: 

“İnsanları taş duvarlar,

demir parmaklıklar arasında

terbiye etmeyi,

düşüncelerini önlemeyi

düşünen anlayış yıkılacaktır,

taş duvarlar, kelepçeler, zincirler,

demir kapılar yok olacaktır.”

 

Mehmed Uzun Kütüphanesi...

 

Fotoğraflarına bakıyorum, hüzünlü bakışlarına sevgili Mehmed’in. Kalemiyle Kürtçe’nin çiğnenen onurunu ayağa kaldırmak için hayatı boyunca verdiği büyük barış mücadelesini selamlıyorum. 

Yarınki dördüncü yazımda Kızıltepe’den, Nusaybin’den, Cizre’den barış notlarıyla devam...

t24.com.tr, 17.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -2

Hasan Cemal Yollarda

Oyunbozanlığın bedelini Ankara da, Kandil de, İmralı da, Kürtler de artık biliyor!

“Evet, Erdoğan’la AKP iktidarına dönük güven sorunu hepimizce malum. Ama açılmış olan barış sürecinden dönmek, bu defa eskisi gibi kolay değil.”

“Bundan öncekilerden farklı bir süreci yaşamakta olduğumuz açık. Kapalı kapılar arkasında yapılan bundan önceki görüşmeler Ankara tarafından hep reddedilmişti. Daha sonra Tayyip Erdoğan ‘Biz değil, MİT görüşüyor’ demeye başladı. Şimdi artık yalnız İmralı değil, Kandil de muhatap. Kürt realitesinden sonra ‘PKK realitesi’ de fiilen kabullenilmiş durumda... BDP heyetleri, Ankara-İmralı-Kandil üçgeninde fır dönüyor. Bu bir ilk...”

DİYARBAKIR

Dicle’nin kıyısında baharın iç bayıltıcı kokuları, bembeyaz çiçekleri insana yaşama sevinci aşılıyor. Siyah taştan görkemli Diyarbakır surlarına doğru kat kat yükselen Hevsel Bahçeleri bir başka âlem.

Kendi kendime mırıldanıyorum:

Artık bu güzelim topraklar da trajediye doysun, bir an önce barışa kavuşsun!

Üç küsur yıllık KCK hapisliğinden bu yakınlarda çıkmış olan Fırat Anlı, “Sanki cennetteyim” diyor. Çözüm süreci dolayısıyla günlerini bir toplantıdan öbürüne koşuşturmakla geçiren BDP’nin Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak’ın mutluluğu yüzünün hatlarına vurmuş...

Erdebil Köşkü’nün bahçesindeyiz.

Önümüzde On Gözlü Köprü, hemen karşımızda Kırklar Dağı. Diyarbakır’ın seyran yerlerinden biri. Dicle sanki hiç kıpırdamıyor. Oysa, eski zamanlarda buralardan ta Bağdat’a, Basra’ya kadar uzanan ve nehir üstünden keleklerle yapılan ticaretin yolu geçermiş...

Barış kapısı ardına kadar açılsa Diyarbakır yine bölgenin en önemli merkezi olmayacak mı, sorusu elbette güncelliğini koruyor.

Ama en güncel soru bu değil. Daha çok Tayyip Erdoğan’ın samimiyetiyle ilgili bir soru işareti çengelini bazı zihinlere asmış durumda. Daha Diyarbakır’da uçaktan iner inmez biri şöyle demişti:

“Bu meseleyi Tayyip Erdoğan’dan başkası çözemez, tabii eğer samimi olursa...”

Bir başkasının görüşü şöyleydi:

“Erdoğan çok çabuk makas değiştirebilen bir lider. Oy kaybedeceğini görür görmez bir yana bırakabilir barış projesini... 2009’un ‘demokratik açılımı’nda, Habur sonrasında yaşanmadı mı bu?.. Hatırlayın, bugün fiilen muhatap aldığı Öcalan için meydanlarda dile getirdiği ‘Ben olsam asardım!’ söylemini...”

Bir üçüncüsü şunu ekledi:

“Evet, Erdoğan’la AKP iktidarına dönük güven sorunu hepimizce malum. Ama açılmış olan çözüm sürecinden, barış sürecinden dönmek, süreci tersine çevirmek bu defa eskisi gibi kolay değil.”

Benim sorum da, “İyi güzel de, bu durum iki taraf için de geçerli değil mi?” oldu. Bu sorumun kabul gördüğünü söyleyebilirim. Kulağıma çalınan yanıtlardan biri şöyle özetlenebilir:

“Bundan öncekilerden farklı bir süreci yaşamakta olduğumuz açık. Kapalı kapılar arkasında yapılan bundan önceki görüşmeler Ankara tarafından hep reddedilmişti. Daha sonra Tayyip Erdoğan ‘Biz değil, MİT görüşüyor’ demeye başladı. Şimdi artık yalnız İmralı değil, Kandil de muhatap. BDP heyetleri, Ankara - İmralı - Kandil üçgeninde fır dönüyor. Bence Ankara’da ‘Kürt realitesi’nden sonra ‘PKK realitesi’ de kabullenilmiş durumda... Ama şimdi öyle bir duruma gelinmiş durumda ki, bu süreçten geri dönüş sadece Ankara değil, diğer taraf için de artık çok güç... Bu da çok açık...”

 

Ne oldu da silah bırakıyorsun ya da barışın altı nasıl dolacak? 

Araya bir soru daha giriyor:

“Peki ne oldu da silah bırakıyorsun, demezler mi?”

Bu soru da bazen samimi, bazen şeytanın avukatlığı olarak soruluyor. Barış ama altı nasıl dolacak sorusuna her sohbette tanık olmak mümkün.

Deniyor ki:

“Hiç şüphe yok, Kürtlerin ezici çoğunluğu barıştan, çözüm sürecinden yana...Ama ana dilde eğitim, güçlü yerinden yönetim, yeni yurttaşlık tanımı gibi konular ne olacak? Bir başka deyişle, Kürtlerin de eşit vatandaşlığı gündemde yer almayacak mı?”

“Barış ama altı nasıl dolacak?” sorusu, demin de belirttiğim gibi fazlasıyla güncel. Örneğin, son dönemde bir hayli çoğalmış ve sıklaşmış olan KCK tahliyeleri çözüm süreci ve yol haritası olarak önemseniyor.

Ama aynı zamanda, üst düzeyde bir BDP yetkilisinin deyişiyle şunlar da ekleniyor:

“Yargı bu ülkede ne kadar bağımsız söyler misiniz? Bir talimatla tutuklandılar, şimdi de anlaşılan bir talimatla serbest bırakılmaya başlandılar. Hukuk, hukuk devleti bunun neresine sığar? Yarın canları isterse, yeniden tutuklanmayacaklarının güvencesi nedir? Böyle bir hukuk düzeninde insanlar kendilerini nasıl güvende hissetsinler ki? Bunun için, hukuk devleti için yasal düzenlemeler yapılmalı, başka çare yok. Bakın, Hamit Geylani, bir BDP kongresinde 27 saniye Kürtçe konuştuğu için 5 ay hapis cezası aldı. Cezası ertelendi, ama bir şey değişmedi. Bu ülkede Siyasi Partiler Kanunu hâlâ siyasi faaliyette Kürtçe konuşmayı yasaklıyor. Bu kanunu değiştirmek için daha ne bekliyorsunuz? Demokrasiye aykırı yüzde 10’luk seçim barajını indirmek için ne bekliyorsunuz, mevcut Seçim Kanunu’nu değiştirmeyecek misiniz? Kürtçe kanal TRT Şeş de, seçmeli Kürtçe dersi de öyle değil mi? Bunlar da yasadan yoksun... Hükümetin hak ve özgürlükler için tartışma kapısını açması lazım. Barış sürecinin buna ihtiyacı var.”

 

Hem Kürtleri, hem Türkleri ikna etmek için...

Şu sözler de aynı BDP yöneticisinin:

“Bazı şeylere dikkat edilmezse, bu çözüm sürecini ne Türklere anlatabiliriz, ne de Kürtler bu konuda ikna olabilir, Kürtler de bu süreçten barış çıkabileceğine inanmaz. Nasıl mı inandırıcı olabilir bu barış süreci? Yaşanmış olan sorunun gerçek nedenleri konusunda ne kadar çok konuşursak, o kadar inandırıcı olur bu barış süreci. Türkler de böylece çok daha kolay ikna olur. Başbakan, sadece terör sorunu demekle inandırıcı olamaz. Bunun yerine çıkıp, Kürtler sırf Kürt oldukları için haksızlığa uğradılar, mağdur oldular, acı çektiler diyebilse, bunları anlatabilse... Hatırlayın, Başbakan’ın 2005 yılı Ağustos ayındaki Diyarbakır konuşmasını. Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur, devletin de hataları olmuştur, diyen o konuşma nasıl da derinden etkilemişti Kürtleri... Sadece terörü bitireceğiz demekle olmuyor. Kürt sorunu boyutunu gözardı ederek, Kürtlerin çektikleri acıları anlatmadan, haksızlıkları, mağduriyetleri hatırlatmadan barış süreci sağlıklı olarak nasıl işleyecek? Yüzleşme, hakikatleri araştırma bunun için lazım, insanların kendilerini iyi hissetmeleri için lazım, cezalandırmak için değil ki. En azından bir daha asla demek için lazım yüzleşme...”

 

Zaman sıkıştırıyor demokratik adımlar için...

BDP yöneticisi bir noktayı vurguladı:

“Zaman sıkıştırıyor!”

Nedenini şöyle açıkladı:

“Parlamento çalışmaları için önümüzde çok az zaman kaldı. Yaz tatilinde de Meclis'in çalışması şartıyla kasım ayına kadar ne yapabilirsek o kadarını yapabiliriz Meclis'te... Kasımda yeni bütçe var. Yeni bütçe bitince, yılbaşında yerel seçimler için seçim dönemi başlıyor. Zaman baskısı altındayız. Demokrasi isteyenler kamuoyu baskısı yaratmalı, sivil toplum bunun için kollarını sıvalamalı. Meclis'i demokratik reformlar için çalıştırmalıyız. Demokratikleşmeyle ilgili beklentiler ancak böyle karşılanabilir. 2010’un 12 Eylül referandumunda olduğu gibi bir daha ‘yetmez ama evet’e mahkûm kalmak istemiyorsak, zamanı iyi kullanmak zorundayız. Bir demokrasi paketinin acilen gündeme getirilmesi şart. Örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin önünü açan, Seçim ve Siyasi Partiler yasalarını, Terörle Mücadele, Türk Ceza ve Dernekler yasalarını değiştirecek ve Türkiye’yi darbe artığı yasalardan kurtaracak bir paketten söz ediyoruz. ”

 

Öcalan kararlı, Erdoğan da kararlı mı?

BDP yetkilisi sözlerini AK Parti iktidarına dönük olarak şöyle tamamladı:

“Bu kez İmralı da, Kandil de diyor ki: Biz silahı devreden çıkarmaya kararlıyız, ciddiyiz; siz de demokrasi konusunda aynı kararlılıkta mısınız?”

Buna karşılık benim aklıma da şu soru takıldı:

“Hızla öyle bir noktaya geliniyor ki, bundan sonra ben barış oyununda yokum, diyebilir misin? Dediğin anda, ne yani savaş mı istiyorsun, sorusu devreye girmez mi? Böyle bir süreçte oyunbozanlık savaş taraftarlığı damgası yemez mi?”

Arkasından şunu ekledim:

“Çözüm süreci acaba geri dönülemez bir noktaya doğru mu yol alıyor? Belki de öyle.  Süreç ağır ağır halka malolmaya doğru gidiyor. Öcalan’ın bugünkü tavrı orta yerdeyken, silahların yerine demokratik siyaset konuşsun demişken, sen bu oyunda yokum dersen, bunu kime nasıl anlatacaksın? Ya da 'silaha hayır' diyen Öcalan’ın karşısında iktidar demokrasi alanında hiç kıpırdamadan durabilir mi?”

 

Bir son değil, bir başlangıç!

Diyarbakır’da edindiğim izlenimleri şöyle özetleyebilirim:

“Evet, bugün gelinen nokta bir son değil, bir başlangıçtır. Ama bu saatten sonra oyunbozanlığın faturasının çok yüksek olacağını hem Ankara, hem İmralı, hem Kandil, hem de Kürtler görüyor. Ve Kürtler haklarını artık demokratik siyaset yoluyla alabileceklerini de görüyorlar.”

Evet, artık geri dönüşü hiç de kolay olmayan bir yolda ilerleniyor.

Ben de Mardin’den İpek Yolu’na çıkacağım, Viranşehir, Kızıltepe ve Nusaybin’de barışın nabzını yarınki üçüncü yazımda tutmaya çalışacağım.

t24.com.tr, 16.04.2013

Barış Sürecinde Güneydoğu Notları -1

Hasan Cemal yollarda

Diyarbakır'da genel hava: Çözüm sürecinden geri dönüş uzak ihtimal!

Uzunca bir aradan sonra başlarken...

"Uyan evlat!
Yolculuk bitince

uyumak için
fazlasıyla 
vaktin olacak."

Perulu romancı Vargas Llosa’nın sözü aklımda: “Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür.” Ben de yazıyorum, gazeteciyim, çok uzun yıllardır yaptığım bu işi seviyorum. Ve ‘gazeteci milleti’ var oldukça, gazeteciliğin batmayacağını da adım gibi biliyorum.

Madrid’de Plaza de Mayo. 

Meydana bakan küçük bir kahvede Cimbom’un Real Madrid’le maçını bekliyorum.

Sabahtan beri içimde kıpırdanan bir burukluk var. Galiba akşamki maçı yazamayacağım için kıpırdanıyor bu burukluk...

Köşem yok! 

Bir şeyi yazmak isteyip de yazamamak çok uzun yıllardır ilk defa başıma geliyor. 

Tuhaf bir his. 

Bir süredir gitgide büyüyen bir boşluk içine çekiyor beni, hüzünlü bir yalnızlık duygusuyla birlikte... Ama bu arada insanın ruhunu acıtan böyle bir duyguyla baş başa kalmasının öğretici, olgunlaştırıcı bir yanı da yok değil. 

Her gün kalkınca yazı düşünen, neredeyse her Allah’ın gününü kafasının arkasında durmadan dönen bir teyple geçirmeye alışmış bir gazetecinin içine düştüğü boşluğun derinliğini uzun yıllardır ilk kez hissediyorum. 

Yazısız geçen her gün biraz daha şiddetlendi bu duygu. Sanki yazımı yazmayınca görünmez adam olacaktım, kaybolacaktım. Belki de dışlanmışlık duygusuydu uç veren. 

Olabilir. 

Her gün iyi kötü bir yazı yazmaya ne kadar alışmış olduğumu ilk kez fark ediyorum. Ahmet Altan’ın yeni çıkan Son Oyun isimli romanından bir cümle: 

“Yazı  yazamayan her  yazar  ölüdür zaten...”

Hayal kırıklıkları hayat boyu devam mı edecek? 

Belki de... 

Bu yakın dönemde yaşadığım hayal kırıklıkları ve karşılaştığım bazı insan halleri içimi acıtmıyor değil. 

Ama aynı zamanda bir gazeteci ve bir insan olarak son haftalarda şahit olduğum destek, dayanışma ve ilgi halesi gerçekten içimi ısıttı, geleceğe daha bir umutla bakmamı sağladı.

 

Başkaldırı ve şeytanın avukatlığı

En sevdiğim romancılardan birinin, Peru’lu Mario Vargas Llosa’nın şu sözü aklımda: 

“Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür.”

Devam ediyor: 

“ ... toplumda, dün ve bugün olduğu gibi hayır diyerek, başkaldırarak, farklı düşünme hakkımızın tanınmasını talep ederek... 

... dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun ölümcül düşmanları olduklarını göstererek... 

... hayatın ne basit bir şey olduğunu, ne de şemalara oturtulabileceğini, gerçeğe giden yolun her zaman dümdüz ve doğru olmadığını, sıklıkla dolambaçlı ve engebeli olduğunu söyleyerek... 

... dünyanın temel karmaşıklığını ve çeşitliliğini ve insani olguların çelişkin biçimde her yöne çekilebilirliğini kitaplarımızla bıkıp usanmadan ortaya koyarak yürümeye devam etmek zorundayız.

Dün ve bugün olduğu gibi, eğer yaptığımız işi seversek, Albay Aureliano Buendia’nın otuz iki savaşını vermeyi sürdürmemiz gerekecek, bunların hepsinde, tıpkı onun gibi bozguna uğrasak da...” (Gabo ve Mario,  Doğan Kitap, sayfa 66) 

 

Gazeteci milleti var oldukça gazetecilik batmaz!

Ben de yaptığım işi seviyorum. 

Gazeteciyim ben...

Ve gazeteci milleti var oldukça, gazeteciliğin hiç batmayacağını da adım gibi biliyorum. 

Bunun için de, T24’e teşekkür ederken yine yollara düşüyorum, Türkiye’nin barışını aradığı şu kritik dönemde. Diyarbakır’dan ilk yazım aşağıda yer alıyor. 

Gazeteci böyledir,
bir koşturmaca halinde geçer hayat onun için. Güncel gerçeğin peşinde koştururken de, hep bir yerlerden bir şeyler toplayıp derli toplu aktarmayı sever. 

Almanya'daki 2006 Dünya Kupası’nda bir ay meşin top peşinde dolaşmıştım. O günü hatırlıyorum. Trenle Köln'den Berlin'e gidiyordum bir maç için. İngiliz Daily Telegraph gazetesini karıştırırken, mesleğinde 75. yılını doldurmuş bir gazeteciyle yapılmış bir röportaj okumuştum. 

Yazının içine siyah beyaz fotoğrafı da oturtulmuştu, trende pencere kenarına oturmuş yazısını yazarken. Kutlama yemeğinde sormuşlar: 

“93 yaşına geldin, hâlâ ne diye her gün bilgisayarının karşısına oturuyorsun?” 

O da bu soruyu, çok sevdiği bir şiirle yanıtlamış: 

“Uyan evlat!
Yolculuk bitince

uyumak için 
fazlasıyla

vaktin olacak.”
(*)

(*) The Daily Telegraph, 19 Haziran 2006, sayfa 12. 93 yaşındaki gazetecinin, W.F. Deeds’in şiirinden aktardığı dizelerin İngilizcesi şöyle: “Up, lad: when journey’s over, there’ll be time enough to sleep.”

BARIŞ SÜRECİNDE GÜNEYDOĞU NOTLARI- 1 

Diyarbakır’da genel hava:
Çözüm sürecinden geri dönüş uzak ihtimal!

Biri kulağıma eğildi Diyarbakır’da:

“Apo ne dedi 21 Mart’taki Newroz çağrısında? 'Silahları bırakın, demokratik siyasete geçin' dedi. İki gün sonra 23 Mart’ta, Kandil’de Murat Karayılan size ne dedi? 'Türk ordusu bizi bitireceğini sandı; biz de Türk ordusunu Kürdistan’dan çıkaracağımızı sandık; ikisi de olmadı' dedi. İşte bu, sizin de deyişinizle barışın olgunlaşması demektir. Bu saatten sonra bu süreçten geri dönmek olmaz, oyun bozanlık olmaz. Yoksa alnına barış karşıtı, barış düşmanı damgasını yersin.”

Dedi ki: "Bu süreçte daha çok silahlar konuşuluyor. Silahlar nasıl gömülecek, sürekli olarak bu boyut ön planda. Tamam silahları gömelim de... Demokratikleşme ne olacak?.. Hükümet, nasıl bir demokratikleşme konusunu, özgürlükleri fazla konuşmuyor. Gerçek barış ancak demokrasi ve özgürlüklerle mümkün."

 

DİYARBAKIR

Kandil’de geçen ay tanıdım onu, Murat Karayılan’la görüşmeye gittiğim zaman. Sakalı daha bitmemiş çok genç bir gerillaydı, omzunda kocaman Kalaşnikof’uyla. 

“Adın ne?” diye sordum. 

“Mahir Çayan.”

Şaşırdım: 

“Annenle babanın nerden aklına gelmiş sana bu ismi koymak?” 

Yanıt daha şaşırtıcıydı: 

“Bu ismi onlar değil ben koydum.”

 Jeton ancak düştü: 

“Yani bu senin kod adın. Peki, neden Mahir Çayan?” 

“Evde annemle babam Mahir Çayan’ı aralarında konuşurlardı, onlardan duymuştum.” 

Kandil’deki Mahir Çayan’ı geçen gün Fırat Anlı’yla kahvaltı ettiğimiz Hasanpaşa Hanı’nda hatırladım. Bu ülkede devlete isyan edenlerin, başkaldıranların, bu yüzden idam sehpasında, çatışmada, sürgünde hayatını kaybedenlerin resimlerini kare şeklinde küçük halılara işlemişler, hanın bir duvarına boydan boya asmışlar. 

Aralarında Mahir Çayan da var. Ama en üstte Şeyh Sait. Sonra Seyid Rıza. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya. Che Guavera... Bu tablo bana Diyarbakır gibi barışını arayan bir şehirde, barış için ödenen bedelleri, yaşanan kopuş ve acıları düşündürüyor.

 

Barış olacak, inadına barış

Yanıma oturuyor: 

Lice'liyim ben. Biz tam 12 yıl köyümüze gidemedik, sokmadılar.” 

“Umudun var mı süreçten?” 

“Barış olacak, inadına barış...”

 “Yoksa bu resmi görüş mü?”

 “Hayır, söylüyorum inadına barış... Elbette Türkler de yardımcı olacak. Batı’dakiler de biraz anlayış gösterecek. Her dil var, bizim de Kürtçemiz var. Ana dilde eğitim bizim de hakkımız...”

“Kafalar biraz karışık mı?” 

“İnsanların kafası karışık da olsa, bu barış işi olacak. Başka çaresi yok.” 

Hemen ekliyor: 

Sabır lazım, kolay değil tabii.” 

Sohbetler, 2009’un Habur öncesinden, yani demokratik açılım döneminden farklı. Barış süreci konusunda kafa karışıklığı, eleştirel yaklaşımlar yok değil. Ama dil negatif değil, pozitif.

Daha uçaktan iner inmez şöyle dedi: 

“Bu sefer beklenti çıtası çok yüksek. Habur zamanı, yani demokratik açılım dönemindeki gibi değil. Barış umudu çok daha güçlü. Hemen herkes bu defa iyi bir şeyler olacağını düşünüyor.”

  

Demir Otel'den Liluz Hotel'e...

Diyarbakır’ın faili meçhul cinayetlerle cehennemi yaşadığı 1990’ların olağanüstü hal dönemlerinde gazeteci milletinin kahrını çekmiş olan Demir Otel artık Liluz Hotel olmuş. Barış zamanına hazırlanan tertemiz gıcır otelin restoranında, çok uzun yıllardır bölgenin nabzını çok iyi tutan, değişik meslek gruplarından Kürt dostlara şu soruyu sordum:

 “Bu süreç bu saatten sonra tersine döner mi?”

 Yanıtlar kısaydı: 

“Çok düşük ihtimal.” 

“Uzun zamana yayılırsa dönebilir.” 

“Zaman iyi değerlendirilirse dönmez.” 

“Az da olsa sürecin geri dönme ihtimali var. Fakat Apo’nun çözümü Kandil’e kabul ettirecek gücü var.”

 

“Hani kızla oğlan işi pişirmiştir. Aileler de bilir artık evliliğin yakın olduğunu. Ama yine de kız istemeye gidilir, âdet yerini bulsun diye... İşte bizim çözüm sürecinde de durum böyle diye düşünüyorum. Bu sürecin geri dönüşü çok uzak ihtimal...”

Ankara – İmralı - Kandil üçgeninin nabzını şöyle ya da böyle tutabilenlere kulak verildiğinde genellikle şöyle bir değerlendirme şekilleniyor:

“Ankara’yla, bir başka deyişle MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la Öcalan arasında ayrıntılı bir yol haritası çizilmiş durumda. Bu harita sıkı bir mühendislik çalışmasına dayanıyor. Öcalan’la Kandil’deki lider kadrosunun geleceklerini de güvence altına alan bir yol haritasının uygulamasına geçilmiş durumda...”

  

Nasıl bir yol haritası?

 Nasıl bir yol haritası sorusunu biri şöyle özetledi: 

“Şu aşamalar akla geliyor: 

(1) Ateşkes... 

İlan edildi.

(2) KCK tutuklularının salınması...

Bu süreç de başlamış durumda. Ankara, Adana, İzmir, Van, hatta Erzurum’da yoğun KCK tahliyeleri oldu. Ankara’da KESK’çilerin 22’si birden tahliye oldu. Buna karşılık Diyarbakır ve İstanbul’da tahliyeler henüz çok sınırlı... Bu konuda şu söylenebilir: 

Cemaat, sürece mesafeli duruyor ama suyu da bulandırmıyor. 

(3) Yeni yargı paketleri ile ‘yol temizliği’ne devam etmek, yani Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nda demokratik düzenlemeler yapmak... 

(4) PYD’nin Suriye’de Esat karşıtı muhalefetle çatışmaması, Şam rejimine karşı tavır geliştirmesi... (Bunun da Öcalan’ın talimatıyla gerçekleşme yoluna girdiği söyleniyor.) 

(5) Sınır dışına çekilme süreci...

Çekilme süreci, öyle anlaşılıyor ki, çok yakında Öcalan’ın yapacağı bir çağrıyla, Kandil’de mevcut endişe ve tereddütlere rağmen başlayacak. Ama Ankara’da bazı adımlar atılmazsa, çekilme sürecinin aksayabileceğini söyleyenlere de rastlanıyor. 

(6) Anayasa meselesi.

Yeni vatandaşlık tarifi... Ana dilde eğitimin önünü açmak... Yerinden yönetimi güçlendirici formüller... 

(7) Adını koymadan af konusu.  

Bir başka deyişle, Öcalan’la Kandil’deki lider kadrosunun geleceğini güvence altına alabilecek düzenlemeler... Öcalan’a gelecekte ev gibi bir hapishane... Kandil kadrolarına bilmem kaç yıl sonra siyaset yapma hakkının tanınması... Öcalan’ın “Hep birlikte özgürleşeceğiz” sözünü unutmayın. 

(8) Silahların gömülmesi...

Bir başka deyişle, PKK’nın dağdan inmesi... Sekiz maddelik yol haritası için bu noktalar söylenebilir.”

Süreci baştan beri yakın markajda tutanlar, bu sekiz maddede özetlenen ‘yol haritası’nın uygulanmaya başladığını belirtiyorlar. Ama aynı zamanda sürece eleştirel yaklaşmayı da elden bırakmıyorlar.

  

'Barış sürecine elbette taraftarız, ama' diyenler...

Elbette barış sürecine taraftarız ama...” demenin, ama sözcüğünü eklemenin barışa karşı olmak diye algılanmasını yanlış bulanlar var. Sürecin sağlıklı işlemesi için bazı eleştirel soruların sorulması gerektiğini belirten BDP’li bir üst düzey yetkili bana şöyle dedi: 

“Bu süreçte daha çok silahlar konuşuluyor. Silahlar nasıl gömülecek, sürekli olarak bu boyut ön planda. Tamam silahları gömelim de... Demokratikleşme ne olacak?.. Hükümet,  nasıl bir demokratikleşme konusunu, özgürlükleri fazla konuşmuyor. Gerçek barış ancak demokrasi ve özgürlüklerle mümkün. Hükümet de, hükümete yakın medya da bu noktayı çok konuşmuyor. Ayrıca AKP her şeyi kendi kontrolünde tutmak istiyor. Ve son on, on iki yılın güvensizliği var tabii... İşte bu iki nokta ister istemez Kürtlerde soru işaretlerine yol açıyor.” 

Biri kulağıma eğildi:

Apo ne dedi 21 Mart’taki Newroz çağrısında? 'Silahları bırakın, demokratik siyasete geçin' dedi. 23 Mart’ta Kandil’de Murat Karayılan size ne dedi? 'Türk ordusu bizi bitireceğini sandı; biz de Türk ordusunu Kürdistan’dan çıkaracağımızı sandık; ikisi de olmadı' dedi. İşte bu, sizin de deyişinizle barışın olgunlaşması demektir. Bu saatten sonra bu süreçten geri dönmek olmaz, oyunbozanlık olmaz. Yoksa alnına barış karşıtı, barış düşmanı damgasını yersin.” 

Barış süreci konusunda yarın Diyarbakır’dan ikinci yazı...

t24.com.tr, 15.04.2013


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.