Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Kürt meselesini Erdoğan ve Öcalan çözer!

Kürt meselesini Erdoğan ve Öcalan çözer!

Gazeteci-yazar Cengiz Çandar:

Türkiye Cumhuriyeti’nde Atatürk ve İnönü’den sonra en güçlü lider Erdoğan. Ne Menderes ne de Özal... Kürt sorununu isterse Erdoğan çözebilir, zira halk nezdinde de büyük bir desteği var. Aynı şey diğer cephede Öcalan için de geçerli. Öcalan örgütte çok güçlü, ama asıl gücü Kürt halkı nezdinde... Özellikle İmralı’da geçen 14 yılda bu gücü çok daha arttı. Dolayısıyla Öcalan muhatap alınmadan çözüm olmaz...

Kutuplaşmanın damgasını vurduğu bir yılın ardından yeni yıla hiç beklenmedik, hemen herkesi umutlandıran bir gelişmeyle girdik. Hem de Türkiye’nin ‘en can alıcı’ meselesiyle ilgili! MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın iki gününü İmralı’da Öcalan’la silah bırakma pazarlıkları yaparak geçirdiği ortaya çıktı. Kürt sorununun çözümünde yeni bir süreç ve tartışmalar da başladı tabii... Tüm bu tartışmalar içinde Kürt meselesi dendi mi ilk akla gelen isimlerden biriyle, her zaman barıştan ve çözümden yana tavır almış, bu coğrafyayı ve coğrafyanın ruh halini en iyi bilenlerden, gazeteci-yazar Cengiz Çandar’la konuşmak istedim. Zira bir özelliği daha var Çandar’ın, gazeteciliğinin yanı sıra bu söyleşiyi özel kılan da çözüm için bizzat elini taşın altına koyan bir aydın olması. Bir o kadar da Kürt örgütlerini, PKK’yı ve Öcalan’ı yakından tanımış olması... 2011 yılında TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” raporunun ülkemizde ve dünyada büyük ilgi görmesi de bunun bir sonucuydu zaten... O raporda, Kandil’den Çankaya’ya tüm taraflarla konuşularak hazırlanmış bir çözüm haritası var ki, zaten gidilmeye çalışılan yolun haritası da aynen o.

Çandar, daha birkaç gün önce Diyalog ve Temas Grubu’nun bir üyesi olarak Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le görüştü, GÜNSİAD Başkanı Şah İsmail Bedirhanoğlu, Mazlum-Der Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, Prof. Mithat Sancar ve Osman Kavala ile birlikte...

Bu görüşmenin dış basında “Kürt meselesinin çözümünde şimdiye kadar görülmemiş diyalog” diye anılması da gösteriyor ki son günlerde yaşadıklarımız, sadece bizi değil dünyayı da heyecanlandırıyor. Gördüğüm kadarıyla Çandar da umutlu ve heyecanlı, ama bu kadar gelgitli bir sürecin ardından temkinli konuşmaya dikkat ediyor. Zira hepimiz gördük ve yaşadık bu süreçlerden sonra ölüm haberlerinin nasıl arttığını... Belki de bu yüzden, bu kez nazar değmesin diye...

- Bu sürecin önceki süreçlerden farkı olacak mı sizce?

Zaten önemli bir farkı var. Bir kere bugüne kadar Öcalan’la yapılan görüşmeler hep gizliydi. İkincisi, PKK’nın tasfiyesine dönüktü. Silahlı mücadelenin bitirilmesi ve PKK’nın yok edilmesi için 1999’dan beri Öcalan’la defalarca görüşüldü, neredeyse görüşmeyen asker ve MİT Müsteşarı kalmadı. Ama Öcalan’ın bundan elde edeceği bir şey yoktu. Dolayısıyla PKK’dan da silahlı mücadelesinden de son tahlilde vazgeçmedi Öcalan. Sonra Oslo süreci denilen, ama sadece Oslo’da olmayan, birkaç şehre yayılmış, bir-iki görüşme de değil, 20 civarında görüşme var. PKK heyeti, Kandil’den gelen 2-3 kişi ve Avrupa’dan katılan 2 kişiyle, toplam 4 ya da 5 kişiyle oluşuyor ve bunlarla Milli İstihbarat Teşkilatı görüşüyor. Bu görüşmelerle ilgili olarak İmralı’daki Öcalan’a bilgi veriyorlar. Öcalan ve PKK heyeti arasında bir tür koordinasyon sağlıyor gibiler ve bu süreç de gizli. Biz ne zaman öğreniyoruz bu teması? Erdoğan’ı vurmak amacıyla Oslo görüşmelerinden birinin zaptı internete servis edildiğinde! Dolayısıyla şimdiki süreç öncekilerden her yönüyle daha farklı bir süreç. Niye? Bir, Öcalan’la görüşülüyor. Yani çözüm arayışı sürecinin daha çok başındayız ama merkeze Öcalan alınmış vaziyette. İkincisi gizli değil; açıklandı.

Abdullah Öcalan, açlık grevlerinde test edildi

- Peki bu kadar gücü var mı hâlâ Öcalan’ın? Çünkü silah onun elinde değil...

Silah onun elinde değil ama lider o...

- Kandil’in tavrı ne olur bu süreçte?

Karayılan, “Böyle olmaz” demiyor... “Biz doğrudan başkanımız tarafından bilgilendirilmedik henüz, daha talimatını almadık” diyor. Öcalan’la bizim aramızda temas kurulmalı anlamı çıkıyor buradan.

- Peki iki başlılık yok mu PKK’da sizce?

Bu iddiaları biliyoruz. Ne deniyor? Mesela, “Silvan saldırısı gösterdi ki, Öcalan’ı kendi örgütü takmıyor. Öcalan’ın, evet, belli bir etkisi vardır ama her şey değildir. Bir de ayrıca Kandil var. Kandil, icabında Öcalan’ı takmıyor. Hatta, Silvan olayında görüldüğü gibi boşa da çıkarıyor. Dolayısıyla, Öcalan’ın o kadar kıymet-i harbiyesi yok. Lafını örgütüne geçiremediğine göre, onun dış dünyayla bağlarını kesebiliriz. Biz, avukatları aracılığıyla Öcalan’a örgütünü yönettiriyorduk. Niye yönettiriyorduk? Örgüte söz geçirsin, örgüt kötü işler yapmasın, bu işler bitsin diye. Madem ki, örgüte sözünü geçiremiyor, o halde Öcalan’ın da bizim açımızdan artık pek kıymeti kalmamıştır. Bu durumda, dış dünyayla temasına gerek de yoktur.” Bunlar deniyordu... Ve bu akıl yürütmeden, bu argümanlardan yola çıkılarak, Öcalan’a tecrit politikası uygulanmaya başlandı. “Diğer ağırlaştırılmış müebbet hükümlüleri ne yapıyorsa o da onu yapsın, otursun İmralı’daki hücresinde” muamelesi yapılır oldu Öcalan’a. Bir buçuk yıl, hiç kimse, Öcalan’a dair bir şey işitmedi. Öcalan’a tecrit politikası uygulanırken, örgüt de ağır bir baskı altına alındı. Askeri alanda operasyonlar ve hava bombardımanlarıyla; sivil alanda ise polis ve yargı üzerinden yürüyen KCK operasyonları dalgalarıyla.

Peki, aradan 1.5 yıl geçtikten sonra, şimdi neredeyiz? Öcalan’la yeni bir müzakere sürecindeyiz. Bu ne demek oluyor? Bu nereden çıktı? Öcalan’ın değerini nerede fark ettik?

Bu süreç Oslo’dan çok farklı bir süreç, merkezde Öcalan var ve gizli kapaklı değil!

- Öcalan’ın değerini galiba ölüm oruçlarında fark ettik...

Kesinlikle... Öcalan çıktı, “Bırakıyorsunuz?” dedi, bıraktılar. Demek ki Öcalan’ın bu kadar etkisi varmış PKK üzerinde... Açlık grevleri 600 kişiyle devam ediyordu, kasım ayında 8 bin kişiye kadar çıktı. Sonra milletvekilleri ve Leyla Zana başladı açlık grevine. Leyla Zana ki Andrei Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nün sahibi, uluslararası aurası olan bir siyasetçi. Bir de üstelik Başbakan’la özel görüşme yaptı diye kıyamet kopmuş, “Ne demek istiyor, ne yapıyor, hareketten koptu mu?” denilen bir siyasetçi...

- Bu çıkışıyla siyasi ömrünü tamamladı diye yorumlar da yapıldı. Hâlâ da yapılıyor...

Evet. AK Parti ve iktidar çevreleri Leyla Zana’yı BDP’lilerden ayrı tutma eğilimine girmişlerdi. İşte o Leyla Zana da giriyor açlık grevine. BDP’liler Diyarbakır’da il merkezinde girmişken, üstelik o TBMM’de, Ankara’nın ortasında giriyor... Bu arada açlık grevinde olan 8 bin kişinin içinde bazıları ölüm sınırına çok yaklaşmıştı. Onları durdurmak gerekiyordu. Ortada hiçbir çare görünmüyordu. Belki Öcalan durdurabilirdi. Bir tek o. Bir sınavdı bu. “Bırakın” derse, bakalım durduracaklar mıydı? O noktada, Öcalan’ın gücü, otoritesi anlaşabilecekti...

- Test miydi o süreç?

Devlet açısından baktığınız zaman testti tabii. Devletin içinde “Müzakereleri tekrar başlatmak gerekir” diyen bir eğilim de var. Onların başını çekenlerden biri de MİT Müsteşarı Hakan Fidan... Zaten bu yüzden başına çorap örülmek istendi şu meşhur MİT krizinde... Hakan Fidan, “Öcalan bu işe bir el atsın, göreceksiniz o bu ölüm oruçlarını durdurabilir. Bunu sağladığı takdirde o zaman kendisiyle görüşmek icap eder ve biz tekrar müzakere yoluna dönebiliriz” argümanlarının sahibi olarak bunu savunuyordu. Ve dedikleri çıktı. Öcalan kardeşine bir yazılı metinle birtakım direktifler verdi ve 8 bin kişi tak diye kesti ölüm orucunu.

- Aksi olsaydı...

Aksi olsaydı bu meselenin toparlanması çok zor olurdu. Çünkü kendi efsanesini, kendi mitini yaratıyor o tür ölümler. Tıpkı IRA olayında Bobby Sands ve arkadaşlarının durumunda olduğu gibi. Çok tehlikeli bir şey... Öcalan ölüm oruçlarında lider olduğunu kanıtladı. Yüzlerce, binlerce kişi, yaptığı çağrıya bir cümleyle “Peki” diyerek, uydular. “Ama...” demeden, “Başbakan güvence versin” diye şart koşmadan, “Taleplerimiz tam olarak karşılanmadı ki...” diye itiraz etmeden, Öcalan’ın çağrısına “Peki” dediler. Öcalan, “Ben bırakın” diyorum dedi, onlar da, “Tamamdır; sen ne diyorsan, odur” dediler. Şimdi aynı durum burada da söz konusu. Dolayısıyla iki başlılık söz konusu olamaz. Bu “iki başlılık” iddiasını, Kürt sorununu müzakere yoluyla çözmeye karşı olanlar dile getiriyor genellikle. Güvenlikçi yaklaşımı savunanlar bu argümana başvuruyorlar. “Bunlar tek başlı değil. Kandil, Öcalan’ı dinlemiyor” tezini geliştiriyorlar. Şimdi de, “Bakalım Kandil ne yapacak? “ sorusunu ortaya atıp, “Kandil, Öcalan’ı dinlemeyebilir” görüşünü yayıyorlar. Oysa, Öcalan’la Kandil arasında sağlam bir iletişim kurulduğu takdirde ve Öcalan, “Silahlı mücadeleye son verilecektir” diyorsa, hiç kimse Öcalan’a karşı çıkıp, “Biz, silahlı mücadeleye devam ederiz” diyemez. Bunu içinden geçirenler olsa bile diyemez. Öcalan, gücünü, PKK, BDP, DTK, aklınıza ne geliyorsa, ona taban teşkil eden ve sayısı birkaç milyonu bulan Türkiye’deki Kürt halkından alıyor. Öcalan’dan başka hiçbir ismin Kürt halkı üzerinde böyle bir otoritesi yok.

Öcalan, 1999’dan sonra daha da güçlendi

Öcalan’ın gücü ve nüfuzu açısından iki dönem söz konusu. İlki, PKK’nın silahlı mücadelesini başlattığı 1984’den, Öcalan’ın yakalanarak İmralı’ya getirildiği 1999’a kadar geçen 15 yıllık birinci dönem. Bir de 1999’dan 2013’e kadar geçen 14 yıllık ikinci dönem var. Aşağı yukarı aynı süreyi kapsıyor bu iki dönem. Öcalan, İmralı’da tutuklu bulunduğu ikinci dönemde, ilk 15 yıllık döneme oranla fersah fersah daha güçlü. O ilk dönemde siyaset sahnesinde Öcalan’dan başka bir dizi Kürt şahsiyet daha vardı. PKK’nın içinde ona başkaldıranlar oldu. Kopuşlar oldu. Türk devleti nezdinse ise yakalanırsa içeri atılması gereken bir mücrimdi. Bebek katili, bölücübaşı, teröristbaşı. Bir sürü sıfat takılmıştı. Gerçi hakkındaki bu sıfatların kullanılması sürüyor ama 1999’dan sonra farklı bir Öcalan var. Kürt siyasi şahsiyetleri için “Sayın Öcalan” oldu bir kere. Bir sürü Kürt için “Başkan” ya da “Önderlik” sıfatlarıyla saygıyla anılıyor artık. Özellikle 2004-2005 sonrasına biraz da efsaneleştirilerek geldi. Bugünün Öcalan’ı, 1999’dan önceki Öcalan’dan misliyle daha güçlü bir figür oldu. En azından Kürtler için öyle.

- Bunu Diyarbakır’a gittiğinizde ya da İstanbul’da yapılan bir BDP mitinginde anlıyorsunuz zaten...

Bazı fotoğrafların, görüntülerin farkına varmak lazım. Mesela Şerafettin Elçi’nin muazzam bir cenaze töreni oldu Cizre’de. Ama caminin bütün cephesine devasa bir Öcalan fotoğrafı koyulmuştu ve Şerafettin Elçi’nin tabutu Irak Kürdistanı’nın bayrağına sarılarak sokuldu camiye... Şerafettin Elçi hayatı boyunca PKK’lı olmadı. Tam tersine, karşı oldu. Zaten KADEP gibi farklı bir siyasi partinin genel başkanıydı vefat ettiği sırada. Cenazesinde bir tane KADEP bayrağı, flaması yoktu. Cenazenin kalktığı Cizre’deki caminin ön cephesinde kocaman bir Öcalan fotoğrafı vardı. O kadar büyük bir kalabalık da KADEP seçmeni değildi herhalde. Öcalan taraftarlarının o cenazeye verdiği önemin sonucuydu o kalabalık...

- Önem ve saygının sonucu diyebilir miyiz?

Şerafettin Elçi ismine, Kürt kimliğini temsil ediyor diye bir saygıydı bu... Bu gerçekleri görmek lazım. Yani, Öcalan’ın şu andaki örgütü ve silahlı güçleri üzerindeki otoritesi, Kürt halkı üzerindeki nüfuzundan geliyor. Kandil’de hiçbir Kürt ya da PKK yöneticisi, ister Cemil Bayık olsun, ister Duran Kalkan, Mustafa Karasu ya da Murat Karayılan olsun, Abdullah Öcalan’ı, silahlı mücadeleye son vermek istediğini gerekçe göstererek, ihanetle suçlayamaz. Zaten Karayılan ona bağlı. Öbürleri de bağlı olduklarını söylüyorlar. Hiçbiri kalkıp, Öcalan, açık bir tavır koyduğunda ona başkaldıramaz. Öcalan’a 1999’da yakalanıp İmralı’ya getirildikten sonra, mahkemedeki tutumuna ve verdiği talimatlara başkaldıran PKK’lılar olmuştu. Aralarında, PKK’nın 1984’te ilk silahlı eylemlerinde yer alanlar bile vardı. Koptular, gittiler. Kandil’dekiler, o dönemde, herşeye rağmen Öcalan’dan ayrılmayanlar... 1970’lerin ortalarında Öcalan’la birlikte PKK’yı kuran ilk kadrolar içinde yer alanlar. Bunca yıl, 1999’da bile Öcalan’a başkaldırmadılar da, şimdi mi kaldıracaklar? Üstelik, daha önce de belirttiğim gibi, 2013 yılındaki Öcalan’ın Kürtler nezdindeki gücü ve etkisi, 1999 ile kıyaslanamayacak kadar fazla. Dolayısıyla, İmralı ve Kandil diye, PKK’da iki başlılık olmaz.

- Çözümü getirecek olan Öcalan ile Erdoğan mı o zaman?

İkisi birden diye düşünüyorum. Çünkü Erdoğan’ın Türkiye’de hiçbir Başbakan’a nasip olmayan bir siyasi gücü var. Hem seçmen bazında var, hem kadroları üzerindeki etkisi nedeniyle var. İktidara hükmedebilmek anlamında, Erdoğan kadar güçlü bir lider yakın tarihimizde oldu mu diye sorulsa, ancak 1923-1938 arasındaki Mustafa Kemal Atatürk ve 1938-1950 arasındaki İsmet İnönü örnek gösterilebilir.

- Yani Özal mı Erdoğan mı diye bir karşılaştırma bile yapılamaz öyle mi?

Güç olarak Erdoğan tabii, hiç tartışılmaz. Hangisinin vizyonu daha genişti, hangisi iyiydi, o ayrı bir tartışma. Saf güçten, güçlü olmaktan bahsediyoruz... İktidarın iplerine sahip olmaktan, kontrol edebilmekten... Erdoğan tabii ki hiç tartışmasız bu güce sahip. Üstelik Atatürk ve İnönü’nün dönemleri tek parti dönemiydi. O bakımdan Leyla Zana’nın “Bu sorunu çözerse Erdoğan çözer” tespiti doğru bir tespit. “İsterse o çözer. İstettirmek lazım” diyordu Zana. Çünkü o gücü var. Öbür tarafta da Öcalan’da var o güç, Kürtler üzerinde. Dolayısıyla Öcalan’ı merkezine oturtan bir çözüm süreci ilk defa oluyor. Mesele, Öcalan’la görüşmek veya Öcalan’ın dahil olduğu birtakım süreçler değil. Bu Öcalan’ı merkezine almış olan, onun üzerinden yürüyen bir süreç...

- Özetle Kürt meselesini Erdoğan ve Öcalan çözer diyorsunuz...

Evet. Bu sorunun en önemli iki çözüm aktörü Erdoğan ve Öcalan’dır.

YARIN: Çözümde son nokta ne? Federasyon mu ayrılma mı?

Mine Şenocaklı, Vatan

07.01.2013


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.