Gündem
Gündem > Siyasi Gündem > Fazıl Hüsnü Erdem: 1921’deki özerkliği getirelimFazıl Hüsnü Erdem: 1921’deki özerkliği getirelim“Bizde zaten parlamenter sistemin işleyişi de otoriter. Başkanlık sistemi bu mevcut otoriter yapıyı daha da pekiştirir ve tek adam yönetimini besler. Başkanlık sistemi, ancak güçlü bir ademimerkeziyetçilikle ve bağımsız-tarafsız yargıyla kabul edilebilir.”
***
***
FAZIL HÜSNÜ ERDEM: Çok güç. Gerçi açlık grevlerinin sonlandırılmasıyla siyasi iklimde bir yumuşama oldu, Kürt meselesinin barışçıl çözümüne ilişkin umutlu bir hava oluştu ama bu yeterli değil. Çünkü anayasa bağlamında değişen bir şey yok.
Anayasa yapımı, toplumdaki güvensizlik, siyasi kamplaşma ve kutuplaşma yüzünden tıkandı. Parçalanmış, bölünmüş toplumlarda yeni anayasa yapmak çok zordur. Hele Türkiye gibi bölünmüşlüğün kurucu nitelikte olduğu bir ülkede yeni anayasa yapmak çok daha zordur. Çünkü bu ülkede kurucu ideolojinin yarattığı bir bölünmüşlük ve parçalanmışlık var.
Evet. Toplumu, mevcut anayasanın ideolojik arka planı olan Kemalist ideoloji böldü. Bu resmî ideoloji, homojen bir toplum yaratmaya çalışırken, aksine parçalanmış bir toplum yarattı. Öyle ki, farklı toplumsal ve kültürel kesimler kendilerini devlete karşı koruyabilmek için cemaatleştiler. Kürtler, Sünni dindarlar, Aleviler, sosyalistler cemaatler oluşturdular. Ama ilginçtir onlar da devletin kullandığı dili kullandılar. Bütün farklılıkların özgür ve eşit olarak birlikte yaşamasını benimsemediler. Birbirlerine hiç güvenmediler ve birbirlerinden kopuk yaşadılar. Oysa yeni bir anayasa yapabilmenin asgari koşulu, toplumdaki bu güvensizlik ve korku hâlinin giderilmesidir. Çünkü yeni anayasa yapmak demek, toplumsal mutabakatı sağlamak demektir. Diyalog kanallarının kapalı olduğu bir yapıda anayasa yapmak mümkün değildir.
En başa dönmek gerekiyor. Anayasanın yapılabilmesi için güven arttırıcı tedbirler almak ve yol temizliğini yapmak gerekiyor. Zaten 2011 ekiminde yeni anayasa yapım süreci başlatıldığında önce siyasi iklimin yumuşatılması ve toplumdaki güvensizlik ortamının aşılması öngörülmüştü. “Yeni anayasa için önce yol temizliği yapılsın ve güven artıcı önlemler alınsın” denmişti. Böylece tarihteki ilk sivil anayasanın yapılabilmesinin zemini sağlanacaktı. İfade, örgütlenme ve basın özgürlüklerinin önündeki engelleri kaldırma yönünde sembolik adımlar atılacaktı. Ülkede demokratik ve özgürlükçü bir iklim yaratılacaktı. Mesela hükümet bir iyi niyet göstergesi olarak cemevlerine ibadethane statüsü tanıyan bir yasal düzenleme yapmış olsaydı...
Alevilerin güvenini kazanırdı. Alevi kesimin anayasa sürecine inanmasını ve destek vermesini sağlamak için bu yapılmalıydı. Ama bunların hiçbiri yapılmadı. Aksine iktidar partisi üslubunu daha da sertleştirdi ve toplumda zaten var olan güvensizliği daha da arttırdı, toplumu daha da ayrıştırdı ve kutuplaştırdı. Ayrıca KCK operasyonlarına hız verildi, binlerce insan tutuklandı ve Kürt toplumunda, legal Kürt siyasetinin tasfiye edildiğine dair bir algı oluştu. Anadilde savunma hakkı engellendi. Yargı marifetiyle Kürt kimliği, “bilinmeyen bir dil, anlaşılmayan bir dil” denerek aşağılandı. Uludere’de 34 Kürt vatandaş katledildi ve aradan on ay geçti, hâlâ Kürtlerden bir özür bile esirgendi. Basına baskılar arttı. Açlık grevleri yaşandı. CHP’nin Cumhuriyet mitingi gereksiz yere engellendi. Bütün bunlar iktidara güvensizliği arttırdı, toplumu sertleştirdi. Böyle bir iklimde yeni anayasa için toplumsal mutabakatı sağlamak mümkün olabilir mi?
Mümkün olmadığını zaten Cemil Çiçek başta söyledi. “Yumrukların sıkıldığı yerde anayasa yapılmaz” dedi ve sonuç aynen öyle oldu. Muhalefet partileri de üstlerine düşeni hiç yapmadılar ama anayasanın yapılamamasının birinci derecede sorumlusu iktidar partisidir. Çünkü yetki onun elinde ve ortamı yumuşatmadı. Mesela tutuklu milletvekillerinin yasama sürecine katılmalarının sembolik bir değeri vardı. Cumhurbaşkanı’nın uyarılarına rağmen bunu bile yapmadı.
Komisyon, yeni anayasanın maddeleri yazılırken oybirliğiyle karar verilmesi esasını kabul etti. Daha işin başında yeni bir anayasa yapmama iradesinin bir tezahürü oldu bu. Mesela yeni anayasada vatandaşlık tanımı ne olacak? Türk mü denecek, Türkiye vatandaşlığı mı denecek? Bu konuda oybirliğinin sağlanması, MHP’nin ve BDP’nin anlaşabilmesi mümkün mü? Mevcut anayasada böyle pek çok netameli konu var. Mesela ifade özgürlüğü, vatandaşlık tanımı, eğitim hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, siyasi partilere ilişkin düzenlemeler, ceza hukukunun genel ilkeleri... Bütün bu konularda sorun çıktı.
Aslında bu netameli konuların hepsinin de arka planında Kürt meselesi yatıyor. Kürt meselesine ilişkin hâkim korkular dile getiriliyor ve yeni anayasa yapılamıyor. Hâlbuki yeni anayasa yapmanın en önemli gerekçesi Kürt meselesinin çözümünün önünü açmaktı. Çünkü bugünkü anayasayı değiştirmeden Kürt meselesini çözmek mümkün değil. Ama bugüne dek sadece 40 küsur madde yazıldı ve ancak on küsuru üzerinde mutabakata varıldı. Onlar da netameli olmayan sosyal ve ekonomik haklara ilişkin konular oldu.
Hayır getirilemez. Ama Başbakan, başkanlık sistemi olmazsa yarı başkanlık sistemine de razı olacağını ifade ediyor. MHP ile birlikte mevcut anayasada bir değişiklik yaparak yarı başkanlığa geçilebileceğine inanmış olabilir Başbakan.
Çok yanlış olur. Bizde zaten parlamenter sistemin işleyişi otoriter. Başkanlık sistemi bu mevcut otoriter yapıyı daha da pekiştirir. Tek adam yönetimini besler. Çünkü bizim siyasi sistemimizde bir problem var. Yoksa başkanlık sistemi tek başına tek adam yönetimi getirmez. Başkanlık sistemi güçlü bir ademimerkeziyetçilikle birlikte düşünüldüğünde ve yargı gerçekten bağımsız ve tarafsız olduğunda, ifade, örgütlenme ve basın özgürlükleri de güvence altına alındığında başkanlık sistemi kabul edilebilir Ama bizde başkanlık sistemine geçiş tartışmasının nedeni çoğulculuk ya da özgürlükçülük değil ki!
Gerekçeyi AK Parti’nin kendisi söylüyor zaten. “Biz federalizme kaymadan, mevcut idari yapıyı koruyarak başkanlık sistemine geçmek istiyoruz” diyor. Bunun anlamı, merkezi daha da güçlendirmektir. Hâlbuki başkanlık sistemi tam tersidir. Bu sistemde çok güçlü bir yürütme öngörüldüğü için, bu güçlü yürütmeyi dengelemek amacıyla güçlü bir ademimerkeziyetçilik de güçlü yürütmeyle birlikte kabul ediliyor.
Hayır. Önemli olan ademimerkeziyetçi yapıdır. Bu, Almanya’daki gibi federal devlet de olabilir, şimdi İtalya’nın ve İspanya’nın uyguladığı özerk yapılar da olabilir. Amaç, yürütmede yoğunlaşmış iktidarı parçalamak ve dengelemektir. Devlet iktidarının tek elde toplanmasını önlemektir. Türkiye ise zaten yeterince çoğulcu ve özgürlükçü değil. Türkiye’nin bugünkü sistemi devam ederse ve üstüne bir de başkanlık sistemi gelirse bu ülkede daha da tek adamlık olur. Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi, Türkiye’de varolan otoriter yapıyı daha da pekiştirir.
Bu yeni yasa, yerel yönetimleri, başkanlık sisteminin altyapısını oluşturacak düzeyde güçlendirmedi. Merkezin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti hâlâ sürüyor. Büyükşehir belediye başkanlarının yetkisi, il genel meclislerinin gücü arttırıldı ama bunların harcamaları valinin başkanlığında oluşturulan Yatırımları İzleme ve Koordinasyon Kurulu vasıtasıyla denetlenecek. Oysa başkanlık sistemine geçebilmek için yerel yönetimleri çok daha fazla güçlendirmek gerekiyor. Yoksa bu şartlarda başkanlık sistemine geçildiğinde, iktidar daha da tek elde yoğunlaşır. Özgürlükçülük ve çoğulculuk bu ülkede daha da zedelenir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi Kürt meselesinin çözümü için de şart ama... Mevcut anayasa çerçevesinde yerel yönetimlerle ilgili çok fazla değişiklik yapabilmek mümkün değil. Çünkü Aanayasa, idari vesayeti öngörüyor. Anayasa’daki “idare bir bütündür” lafı bugün idari vesayet için kullanılıyor. Böylece yerel yönetimlerin merkezî otoriteden bağımsız hareket etmeleri, kararlar almaları engelleniyor. Ayrıca biliyorsunuz, önceki Cumhurbaşkanı Sezer, yerel yönetimleri güçlendiren Kamu Yönetimi Reformu tasarısını Anayasa’nın üniter devlet ilkesine aykırı buldu ve veto etti. Hükümet, bu konuda getirilecek bir kanunun Anayasa Mahkemesi’nden geri döneceği kaygısını taşıyor olabilir. Ama şu da bir gerçek ki, diğer partilerle kıyaslandığında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusuna BDP’den sonra en yakın AK Parti duruyor Mesela valilerin seçimle gelmesini istemek de olumlu bir adımdır ama yetersizdir. Peki, Kürtlerin yeni anayasadan beklentileri neydi? Kürtler eşit ve özgür bir vatandaşlık tanımının getirilmesini istiyordu. Kürtler bu konuda, “anayasada Türk ve Kürt kelimeleri olmasın. Anayasa renksiz, kör bir anayasa olsun” noktasına geldiler. AK Parti de bunu kabul ediyor. Nitekim Anayasa Komisyonu’na Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı tanımını önerdi. Çünkü Kürt sorununun önünü açacak olan en önemli konu vatandaşlık tanımıdır. Mevcut anayasada 56 kez Türk sözcüğü geçiyor. Anayasa’nın bundan arındırılması gerekiyor ama CHP ve MHP buna evet demiyor. Mesela anadilde eğitimi de içeren kültürel kimlik haklarının anayasal güvencesi meselesi var bir de. Bu güvence, Aleviler ve gayrımüslimler için de çok önemli. Zaten dinsel ve etnik çatışma yaşayan toplumların hepsi yaptıkları anayasalarda kültürel kimlik haklarını güvence altına alıyorlar bugün.
Bu hakların başında dil hakkı geliyor. Kürtler, Kürtçenin hem eğitimde hem de kamusal makamlarla ilişkilerde kullanılmasının yasal güvenceye alınmasını ve mevcut anayasanın 42. maddesinin son fıkrasındaki “anadilde eğitim yasağı”nın kaldırılmasını istiyorlar. Kürtler üçüncü talep olarak da yerel yönetimlerin güçlendirilmesini istiyorlar. Bugün için, İspanya gibi bölgeli bir devlet modeline geçmek, idari ve siyasi özerkliği içeren bir yerel yönetim reformunu güvenceye alacak bir anayasal düzenleme yapmak mümkün olmayabilir ama en azından anayasanın idari vesayeti öngörmemesi sağlanabilir.
Gözükmüyor. Zaten bugüne dek anayasa yazım sürecinde yapılanlara bakıldığında, mutabakata varılmayan bütün maddeler Kürt meselesiyle ilgili. İfade özgürlüğü, vatandaşlık konusu, siyasi partiler konusu, ceza hukuku güvenceleri, eğitim hakkı, bütün bunlarda tıkanma yaşanmasının sebebi Kürt meselesi.
Kürtler açısından hiçbir şeyi değiştirmeyip anayasada sadece hükümet sistemini değiştirmek en kötü formüldür. Mevcut anayasayla devam etmek daha iyidir. Çünkü sadece kendinizi ilgilendiren bir konuya ilişkin bir değişiklik yapmak toplumda gerginliğe neden olur. Umarım AK Parti bunu yapmaz.
Yürümemesi gerekiyor. Türkiye toplumunun kendi özgür iradesiyle hiç anayasa yapamamış olması ayıbı artık bitmeli. Sırf bunun için bile bir anayasa yapılmalı. Ayrıca 1982 Anayasasının zihniyetiyle de yüzleşilmeli. Çünkü yeni anayasanın yapılmasını bu zihniyet engelliyor. Otoriter, devletçi, merkeziyetçi, vesayetçi, özgürlük karşıtı olan bu zihniyet siyasi partilerin hepsinde var. Hepsinde kendi içinde vesayetçilik ve lider sultası var. Hepsi de kendi varoluşunu ötekinin yokluğu üzerine inşa ediyor ve ötekiyle özgürlük ve eşitlik temelinde bir birliktelik kurmuyor.
Vatandaşlığın tanımında, anayasada Kemalizm’e atıf olup olmayacağında, laiklikte, zorunlu din dersleri konusunda ve hükümet sisteminde çıkacak en fazla sorun. Nitekim hükümet sistemi konusunda şu anda sorun çıkıyor. Aslında bugün biz şunu hatırlamalıyız. Cumhuriyet’in kuruluşunda, dışlayıcı ve ötekileştirici tavırdan özenle kaçınıldı. Geniş bir millet tanımı yapılırken bütün toplumu kapsayıcı ve kuşatıcı bir dil kullanıldı. Çünkü o sırada Türkiye, tarihî bir dönemeçten geçiyordu ve birliğini, devamlılığını sağlayabilmek için bunu yapmak zorundaydı. Nitekim 1919-1924 arasında taktiksel de olsa bu yapıldı. Türkiye şimdi gene tarihî bir dönemeçte.
Türkiye etnik çatışmanın eşiğine geldi. Toplumsal bir kırılma yaşanıyor. Bunu aşabilmek için, Cumhuriyet’in başındaki duyarlılığı göstermek gerek. Ama bu sefer taktiksel olarak değil, samimi olarak davranmak toplumda varolan bütün farklılıkları kapsayan bir dil kullanmak gerek. Bunun için anayasada vatandaşlık ya hiç tanımlanmamalı, ya da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, Türkiyelilik gibi kavramlar kullanılmalı.
Her şeyi anayasaya bağlamak doğru değil. Bir anayasa romantizmine kaçılmamalı. Anayasa sihirli bir değnek gibi görülmemeli. Ama şu da var. Herkese Türk denir maddesi değiştirilmezse Kürt sorunu çözülemez. Kürt sorunu çözülmeden de ülke huzura kavuşamaz. Anayasa değiştirilmezse daha pek çok sorun da çözülemez. Askerî vesayet rejimi hâlâ Anayasa’da olduğu gibi duruyor. Milli Güvenlik Kurulu, askerî yargı yerli yerinde duruyor. Merkezî otoritenin yerel otorite üzerindeki vesayetini öngören madde Anayasa’da duruyor. Mevcut anayasada vesayetler zinciri var ve bunların hepsi hâlâ duruyor. Yarın bu anayasayla eski askerî bürokratik vesayet düzenini, tekrar kurabilmek mümkündür.
Asgaride yapılması gereken şudur. En azından ucu açık dinamik bir anayasa yapılır. Netameli konular bir tarafa bırakılır. Mutabakat tartışmalı olmayan konular üzerinden sağlanır. Bu bir geçiş dönemi anayasası olur. Kalıcı anayasa ise daha sonra hazırlanır. Çünkü Türkiye’de bugün kalıcı anayasayı hazırlamak mümkün değil. Dolayısıyla tedrici ve aşamalı bir anayasa yapma süreci uygulanır. Bu arada reformlar yapılır ve toplumda güven sağlanır. Dünyada pek çok ülke bu yönteme başvurdu.
Çoğulculuğu, özgürlükçülüğü güvence altına alan, bütün farklılıkların özgür ve eşit birlikte yaşamasını güvenceye alan yepyeni bir sivil, demokratik anayasayı bu çatışmacı ortamda, bu siyasi partilerle yapabilmek mümkün değil. Ama CHP, BDP ve AK Parti biraraya gelip bir geçiş dönemi anayasası yapabilirler. Mesela Kürtler açısından düşünüldüğünde... Suriye’de bile olumlu adımlar atılırken, Türkiye gibi daha özgürlükçü ve daha demokratik bir ülkenin Irak’ın ve Suriye’nin gerisinde kalması kabul edilemez bir durumdur. Milli Mücadele döneminde bile birliği ve bütünlüğü sağlamak adına geniş bir millet tanımı yapıldı. Bugün de aynı şeyi yapmalıyız.
Mesela 1921 Anayasasında vilayet düzeyinde bir özerklik kabul edilmiş. Bu anayasa zaten 23 maddelikti ve yarıdan fazla madde yerel özerkliğe ayrılmıştı. Gerçi bu idari özerklik hayata geçirilmedi ama vilayetlerin özerk olduğu ifade edildi. Toplumun ancak “geniş bir millet tanımıyla” birarada, bütünlük içinde tutulabileceği o dönemde görüldü. Ayrıca Kürtlere özerklik tanınarak Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerinin önü açıldı. Vilayetlerin halk tarafından seçilen meclislerle yönetilmesini öngördü. Ama sonra, 1924 Anayasasıyla birlikte anlayış değişti.
Kürtlerin varlığı reddedildi, vatandaşlık Türklükle tanımlandı. Yani toplumun homojenliği esas alındı. Milli Mücadele döneminde nasıl birlikteliği sağlayabilmek adına Kürtlere özerklik tanınmışsa ve daha geniş bir millet tanımı yapılmışsa, gene aynısı yapılmalı. Türkiye’de bugün de birlik ve beraberliği ancak böyle sağlayabiliriz. Neşe Düzel, Taraf 26.11.2012 Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız. |