Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Ak Parti'nin 10. yılında Türkiye

Demokrasimizin 10 yıllık bilançosu
10 yıllık dönemde, silahlı kuvvetlerin yasalardan ve fiili durumdan kaynaklanan olağandışı statüsü normale yaklaştı. Peki, demokrasimizdeki bu çarpıcı gelişmelere rağmen gelecek için umutlu olmak niçin bu kadar zor?

10 yıllık AK Parti iktidarı sırasında Türkiye birçok alanda çarpıcı ilerlemeler yaşadı. Ekonomi hızla büyüdü; bankacılık sektörü hepimizin kadim kaygı kaynağı olmaktan çıktı; okulöncesi eğitimde büyük, müfredatta mütevazı ilerlemeler oldu; sağlık sigortasının ve sosyal politikaların kapsamı genişledi ve gelir eştsizliği azaldı; ulaşım ve iletişim altyapısında dramatik iyileşmeler oldu; Türkiye’nin dünyadaki varlığı tahminlerin ötesinde arttı. Demokrasimiz de en azından benim umut etmeye cesaret edebildiğimden çok daha çarpıcı ilerlemelere sahne oldu.
Bu 10 yıllık dönemde, silahlı kuvvetlerin yasalardan ve fiili durumdan kaynaklanan olağandışı statüsü normale yaklaştı; tahayyül edilebilecek en geniş güvenlik tanımına ek olarak gizli bütçe ve personele sahip Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği normal bir işleve indirgendi; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde çok çeşitli hak ihlallerine imkân veren OHAL kalktı; ölüm cezası istisnasız olarak ceza sistemimizden çıkartıldı; gözaltı sürelerinin kısalması, avukata erişimin artması ve işkencecilerin yargılanmasının önündeki engellerin azaltılmasıyla birlikte uzun yıllar boyunca utancımız olan sistematik işkence son buldu; Kürtçe ve diğer dillerin kamu hayatında kullanılmasının önündeki engeller önemli ölçüde azaldı; köy boşaltma mağdurlarına tazminat ödendi; aile içi şiddetin kamu otoritesinin proaktif biçimde engellemesi gereken bir sorun olduğu kabul edildi; gayrimüslim cemaat vakıflarının mülk edinmesinin önündeki engeller kaldırıldı ve geçmişte el konulan malların iadesi ya da tazmini konusunda anlamlı adımlar atıldı; STK’ların uluslararası ilişkileri konusundaki kısıtlamalar kaldırıldı; uygulamada ciddi aksaklıklar olsa bile bilgi edinme hakkı yasallaştı; AİHM kararlarının Türkiye’de yargılanmanın yenilenmesine temel teşkil etmesi prensibi kabul edildi.
Bu dönemde başka hiçbir siyasi parti topluma bu kadar kapsamlı bir demokrasi paketi önermedi, bundan daha fazlasını yapabileceği konusunda da güven vermedi. Geçmişteki on yıllarla da bu on yılın paralel evrenlerdeki alternatifleriyle de karşılaştırıldığında özgürlükçü demokrasi cetvelinde çok önemli, sevindirici mesafeler kat ettik.
Umutlu olmak niye zor?
Peki, demokrasimizdeki bu çarpıcı gelişmelere rağmen gelecek için umutlu olmak niçin bu kadar zor?
Çünkü Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh üyeliğinden, ÇYDD’nin PKK’ya yardımdan, Büşra Ersanlı’nın silahlı örgüt yöneticiliğinden, Nedim Şener’in Ergenekon’a yardımdan yargılanabildiği, sekreter Güllü Salkaya’nın darbeye eksik teşebbüsten 16 yıl hapis cezası alabildiği bir ülkede kimse ama kimse kendini güvende hissedemez. Çünkü otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir medya ortamı geniş özgürlüklerin belirtisi değildir. Çünkü demokrasi sadece kanun, kural ve kurumlarla ilgili bir olgu değildir, demokrasi aynı zamanda kamusal alandaki tartışmalarda belli bir ton, belli bir vücut dili de gerektirir. Çünkü yukarıda sıralanan ilerlemelerde aslan payına sahip Başbakanımızın otoriter, azarlayan söyleminden tedirgin olmamak imkânsız. Eğer her eleştirinin zamanlamasını manidar, içeriğini kötü niyetli bulursanız, bir tanesinden bile yararlandığınızı açıklamazsanız, kimseye –muhafazakâr ya da değil- demokrat olduğunuzu anlatamazsınız. Epistemik bir alçakgönüllülüğü içermeyen bir demokrasi daha icat edilmedi.
Türkiye’de özgürlükçü demokrasinin kökleşmesinin önündeki tek engel Başbakan’ın asabiyesi değil. Son dönemdeki olumsuz gelişmelerden şikâyet edenlerin önemli bir kısmı, çok değil beş yıl önce Anayasa Mahkemesi’nin akıl almaz 367 kararı ya da 27 Nisan muhtırası gibi rezaletlerle karşılaştığımızda bugün gösterdiği tepkiyi göstermedi. Kendi başına gayet önemli ve değerli olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun 27 Nisan özeleştirisi dışında da bu derin hicap vesileleri konusunda daha bir muhasebeye şahit olmadık. Ergenekon sanıkları yakınlarının KCK davasında ya da adi suçlardan yargılananların tutukluluk ya da ceza usul yöntemleri konusundaki itirazlarına kulak vermeleri niçin hayal edilemez? Eğer bugün dahi dertleri olan başkalarına kulak veremeyeceklerse daha iyi bir demokrasi taleplerini kim niçin ciddiye alsın?
Önümüzdeki on yılda demokrasimizdeki ilerlemeler geçen on yıldakinden farklı bir koreografi gerektirecek muhtemelen. Belki geçen on yılda alınan mesafenin haklı gururunu yaşamakla başlarsak içimizde ilerisi için yeni cesaretler ve yaratıcılıklar bulabiliriz.
 

Kürt meselesi: Sınav devam ediyor
Başbakan, 'Kürt vatandaşlarımın sorunu bitti, sorun sadece terör sorunudur' dese de, AK Parti'nin Kürt meselesinde verdiği sınav devam ediyor

2000’li yılların başında hemen herkes, 1920’li yıllarda kurulan ve vatandaşına karşı sertleşen Türkiye’nin siyasi ve idari yapısının köhnediği, toplumun ihtiyaçlarını karşılayamadığı konusunda hemfikir idi. 2002 yılından itibaren bu toplumsal beklentiyi karşılamayı vaat eden AK Parti, muazzam seçmen desteği ile üst üstte seçim zaferleri kazandı ve 2002-2012 yılları arasına damgasını vurdu.
Geçtiğimiz 10 yılın muhasebesi pek çok açıdan yapılıyor ve yapılmaya devam edilecek. Türkiye, 2002 yılında girdiği yeniden yapılanma sürecinde, askeri vesayetle mücadele başta olmak üzere, hukukun tesisi, kültürel hakların kabul edilmesi, siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması gibi konularda oldukça yol kat etti. Peki Kürt meselesinde durum neydi, ne oldu? 10 yılda AK Parti’nin Kürt meselesindeki tavrı hiç kuşkusuz en önemli konulardan biri.
Başbakan, ‘Kürt vatandaşlarımın sorunu bitti, sorun sadece terör sorunudur’ dese de, AK Parti’nin Kürt meselesinde verdiği sınav devam ediyor. Bu sınavı üçe ayırabiliriz. Ak Parti’nin yaptıkları, yapmadıkları ve beklentilerimiz.


Kürt sorununda yapılanlar

AK Parti geçtiğimiz 10 yılda, Kürtler için kâbus niteliğindeki OHAL uygulamasını tamamen kaldırdı, DGM’leri kapattı (yerine ÖYM’ler açılsa da), işkence ve kötü muamelenin engellenmesi için önemli yaptırımlar getirdi, kısmen de olsa faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması çalışmaları başlattı, devlet kanalında Kürtçe dilinde 24 saat yayın imkanı getirdi, Kürtçe kursların kurulmasının önünü açtı, cezaevlerinde mahkûmların aileleri ile anadillerinde görüşmelerini engelleyen yasaları kaldırdı, seçimlerde Kürtçe propagandayı serbest bıraktı, yükseköğretimde ‘Yaşayan Diller Enstitüsü’ adıyla Kürtçe dili programları açtı ve Kürtçeyi seçmeli ders olarak müfredata koydu. Devlet Tiyatroları’nda Kürtçe oyun sergilenmesi ve Mem û Zin’in Kürtçe yayınlanması ile Kürtçeyi devlet nezdinde normalleştirme yoluna koydu. 5233 sayılı kanunla köyleri yakılanların bir kısım zararlarını telafi etti, bölgeye yönelik ekonomik destekler, sosyal devlet uygulamaları, GAP Eylem Planı, KÖYDES ve BELDES gibi projeler ile bölge insanını yıllar süren ihmalden kurtarmaya gayret etti.


Kürt sorununda yapılmayanlar

AK Parti’nin 10 yılda gerçekleştirdiği tüm bu başarıların yanı sıra, başladığı ama bitiremediği ya da hiç el sürmediği pek çok sorun da Kürt meselesi başlığı altında olduğu yerde durmaya devam ediyor. Bunları şöyle özetleyebiliriz. Toplumun beklentilerini karşılayacak yeni bir anayasanın hazırlanamaması, vatandaşlık tanımının Türklük vurgusundan kurtarılmaması, anti demokratik yasa ve uygulamalara son verilememesi, temsilde adaletin sağlanması açısından yüzde 10 seçim barajının kaldırılmaması, anadilde eğitimin hayata geçirilmemesi, güvenlikçi politikaların sertleşerek devam ettirilmesi, Özel Yetkili Mahkemeler ile ifade hürriyetinin baskı altına alınması gibi temel konuların yanı sıra, Kürt kimliğinin hiçbir anayasal ya da yasal güvenceye kavuşturulamamış olması, olumlu uygulamaların bile ‘de facto’ olarak ‘yaptım, oldu’ anlayışıyla yürütülmesi. Elbette ki bunları çoğaltabiliriz. Ancak reformların devamı için PKK şiddetinin sona ermesinin bir nevi ön şart olarak ileri sürülmesi temel sorun olarak karşımızda durmaktadır.


Hükümetten beklentiler

Kürt meselesinin şiddet sarmalından çıkarılması noktasında da, tüm iyi niyetli çabalara, iniş çıkışlara rağmen, 10 yıl sonra bugün gelinen aşama hâlâ operasyon, sınır ötesi harekat ve öldürülen insanlarımızın sayısı ile sınırlı. Toplum vicdanını yaralayan Ceylan Önkol cinayeti ve Roboski katliamının sorumluları ortaya çıkarılmamış, Kürt toplumu hayal kırıklığına uğratılmıştır. PKK ile başlatılan diyalog zemininin sürdürülmesi, Öcalan’a yönelik hukuk dışı uygulamalara son verilmesi ve cezaevlerindeki siyasi tutukluların serbest bırakılması kuşkusuz ki diyaloğ ve çözüm için elverişli bir ortam sağlayacaktır .

Geçtiğimiz 10 yılda AK Parti’nin sevap ve günah kefeleri üç aşağı beş yukarı böyle özetlenebilir. Kurulduğu günden itibaren özellikle Kürt toplumu nezdinde beklentileri hep yüksek tutan AK Parti, bugün hâlâ Kürtlerin önemli bir kısmının oyunu almaktadır. Bu seçmen tercihi, onun omuzlarına bir sorumluluk ve namus borcu yüklemektedir. Bu borcun ödenmesini geciktirmemesi ve kendisine tanınan krediyi iyi kullanması gerekmektedir.2023 vizyonu adı altında başlatmayı vaadettiği reformların ne kadarını gerçekleştireceğini ve Kürt sorununu kalıcı bir çözüme kavuşturup kavuşturmayacağını hep beraber izleyip göreceğiz.
 


 
Az gittik uz gittik!..
Başbakan'ın özellikle Suriye'de aldığı tutumla Kürtler de şimdilik bir başka derin kırılmanın tohumlarını ekme sonucunu doğruyor

Ak Parti ilk seçiminde, sanırım Kürtlerin sadece geleneksel dini eğilimleri güçlü kesimlerinin oylarını alabilmişti. Ancak hükümet olmakla birlikte, tam da iktidar olamadığı o dönemde, Kürtlerin henüz sistematik faili meçhullerden, köy yakma ve boşaltmalardan, kötü muamele, işkence ve kaybolmalardan, açık ve yaygın baskılardan kurtulmuş olmanın getirdiği, nisbi özgürlük ve eşit yurttaş olabilme inanç ve süreci ile destek yelpazesini giderek genişletti.
Başbakanın o günkü gerilime rağmen, 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da söylediği “Büyük devlet, kendisiyle yüzleşip hata ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahiptir.” şeklinde sözler de, bir tür milat oldu.
Bu miladın üstüne yapılan işler bağlamında, TRT Şeş’in açılması. “Yaşayan diller” adı altında, bazı üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılması. Sık ve kızgınlıkla dile getirildiği üzere, cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması. Kürtçe isimlerin iade edilmesine dair tartışmalar. TBMM’de eşit sayıda üyeyle oluşturulan Yeni Anayasa Komisyonu, çalışmaları. Dördüncüsü yolda olan yargı paketleri, vs.
“Ergenekon”la başlayan “Balyoz”la devam eden vesayet rejiminin kaldırılmasına yönelik operasyonlar, bu çerçevede yapılan tutuklamalar, kazılardan çıkan silahlar, gün ışığına çıkan ilişkiler, bir anlamda devletin kodlarının değiştirilmeye başlandığı dönemdir. Ancak tam da bu dönem, devlet denilen aygıtın, hiç de acele etmeksizin –açılan gül misali- AKP’nin ve Başbakanın kodlarını ağır ağır değişime uğrattığı dönem oldu.
Böylece geleneksel güvenlik reflekslerini öne çıkaran politik tercih, KCK adı altında ucu bucağı olmayan, başta seçilmişleri, yanı sıra siyasal faaliyet gösteren herkesi, STK yönetici ve üyelerini, her meslekten ve dahi gazeteci, akademisyen ve avukatları özellikle hedef alan, kapsama alanı sınırsız, bir operasyonel sürecin tayin edici zemini oldu. Diğer yanda sürekli olarak ileri teknoloji ve ağır bombardımanlar eşliğinde yapılan askeri operasyonlarla yaşları giden düşen genç militanların sistematik öldürülmesi/etkisizleştirilmesi oldu.
Bu değişimin yarattığı etkiyi, daha 12 Haziran 2011 genel seçimlerine giderken görmeye başladık. AKP’de Kürt politikasının oluşumuna önemli katkıda bunamaları ihtimali olan pek çok ismin –Mir Dengir Fırat, Abdurrrahman Kurt, İhsan Arslan, Haşim Haşimi’nin) elendiğini, yerlerine, bırakın konu ile daha ilgili olanlarını, -Mehmet Metiner adının tercihi konu dışı sebeplerle kanımca kaynaklamadı- daha önce bilinmedik duyulmadık kimselerin aday gösterildiğine tanık olduk. Belki de tek istisnası, Diyarbakır Ticaret Odası Başkalığından gelen, -oldukça öznel sebepleri olan- Galip Ensarioğlu oldu, diye düşünüyorum.
Hedef 2023 belgesinin gerisinde ise, İktidarın KCK operasyonlarına fikir babalığı yapan Başbakan danışmanlarının, Kürt sorununun zaten çözülmüş olduğu şeklindeki yargıları vardı.
Böylece AKP’nin artan oy oranı ve özellikle son seçimle yakaladığı başarı, Başbakanın şahsında, kendine aşırı ve abartılı bir güven patlamasına yol açtı. Bu ruh haliyle, düşündüklerinin söylediklerinin adeta mutlak doğru olduğu yanılsamasına kapıldı. Yanılsama, maalesef bugün de sürüyor. Buna Cumhurbaşkanı olma hedef ve planları da eklenince, bir yanda milliyetçi oylara daha çok hitap eden, diğer taraftan “süngüsü kırılan” ancak Kürt sorununda politika önermekten de çekinmeyen askerin tasvip ettiği tarz ve hatta yürümeye devam edildi.
Haliyle politika… Uygulandığında, kağıt üstünde durduğu gibi durmuyor. Büyük kırılmalar da böylece ortaya çıktı. Eskiden kalan hatta kimi unutulmuş söz, tutum ve davranışlarla birleşerek yeniden tanımlanır hale geldi.
2011 seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu’nun vetosu, belki ilk kırılmaların başında gelir. Kırılmaya yaygın kitlesel gösterili cevabın, ardından atılan geri adımla hukuksuzluk düzeltilse de, Hükümet ve YSK’nın bir tür rövanşı olarak Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülüp yerine Oya Eronat’ın alelacele atanmasıyla, bir başka büyük kırılmaya neden olundu. Temsil iradesinin reddi ile aleni haksız devri!
Buna, izlenen güvenlik politikasının kaçınılmaz bir sonucu olarak, Kürtlere hala derin acı veren, kanayan bir yara gibi orta yerde duran Roboske katliamını ve geçen zaman bakılırsa Ankara dehlizlerinde kaybolmasını eklersek, Kürt sorunun çözümüne olan inancın Başbakan ve AKP şahsında nasıl eridiğini açıkça görürüz.
Yine Başbakanın, geçmişte Hakkari’de mealen söylediği “ya sev ya terk et”, “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacak” şeklinde direktif/sözleriyle birlikte, ceza ve tutukevlerine bu kez çocukların ve kadınların artan oranlarda doldurulması ve Özel yetkili mahkemelerin hukuk dışılıklarla dolu yargılama süreçleri, mahkumiyetler yağdırmaları, toplumu tam bir hukuk işkencesine soktu. Dolayısıyla hiçbir vaat ya da yasal değişikliklerle sınırlı cezaevi boşalmaları ile seçmeli yirmi dersten biri olan Kurmanci ve Zazakî’nin yaraya merhem olma güç ve kabiliyeti de kalmadı.?!
Diğer taraftan Arap baharı ile birlikte başlayan ve hiç şüphesiz Kürtleri de önemli oranda sarıp sarmalayan değişim rüzgarı karşısında, yine Başbakan’ın özellikle Suriye’de aldığı tutumla Kürtler de şimdilik bir başka derin kırılmanın tohumlarını ekme sonucunu doğruyor.
Özgür olmak, kendi kendini yönetmek, anadili ile eğitim görmek dünyadaki bütün halklar için, Bosna-Hersek ve Kosova’da olduğu gibi, bir hak olarak kabul edilirken Kürtlere gelince bunu reddetmek ya da terörize etmeye çalışmak herhalde sıcak kabul görmeyecektir. Parlamento’da grupları olduğu halde, yüz belediyeyi yönettikleri halde, büyük mobilize toplumsal bir güce sahip olunduğu halde, Kürtlerin yasal temsilcilerini “stres topu” gibi sürekli hırpalamak, ama aynı zamanda Kürt sorunu çözmek için Irak Kürdistan Bölge Başkanı Mezut Barzani üzerinden Kürt politikası geliştirmek de inandırıcı olmayacaktır.
AKP’nin 4. Olağan Büyük Kongresinde ortaya koyduğu 1071 hedefi ve konuşması, zaten daha çok milliyetçi ve dini referanslara gönderme yapan, Avrupa Birliği hedefinden biraz daha uzaklaşan, özgüven patlamasının neredeyse kendine tapınmaya dönüştüğü Kürt sorununun ise aş-iş-güvenlik üçlüsüyle sınırlandırıldığı bir politikayı esas aldığı söylenebilir. Bu anlamda hem bir yenilik, hem de kalıcı çözüm fikri yok.
Böylece, Oslo sürecinin seçim döneminin selameti amacıyla faydacı bir niyetle sürdürüldüğü, samimi ve kararlı olunmadığı da anlaşıldı. Bugün yeniden Oslo’dan ya da İmralı/Öcalan görüşmelerinden söz edildiğinde, inandırıcılığının en alt düzeyde olmasının sebeplerinden biri de budur.
Tüm bunlara, son günlerde Başbakan’ın süresiz-dönüşümsüz açlık grevine yönelik söz ve tutumu da eklenince, çözüme, barışa dair umudun iyice tükenmesine aradaki makasın hızla açılmasına neden olundu.
Başbakan “Açlık grevi yok. Tamamen şov!” derken hemen ardından, Adalet Bakanı 683 açlık grevcisi olduğunu söylemesi ve bu sözlerin konuyla ilgili bütün STK’lar ve CHP heyetince doğrulanması en hafif deyimiyle başbakanın açık tekzibidir. Yalanlanmasıdır.
Kaldı ki, dilerim bir yol bulunur, ama, eğer yarın öbür gün ölümler çıkarsa, bunu vebali yanında siyasi faturası da şüphesiz Başbakanın ve Hükümetin olacaktır.
Olası müdahalenin, bir tür “hayata dönüş operasyonunun” yaratacağı ağır sonuçları bir kez de biz buradan işaret etmiş olalım.
Kırılmalar, travmalar, çözüm üretmek bir yana, her gün biraz daha politik psikolojik ortamın zehirlenmesi, esasında çözümü konusunda zaman içinde alınmış önemli mesafelere rağmen, çözümün iyice bir uzaklaşması ve her zamankinden çok daha büyük şiddet üretme potansiyeli yaratmış olmasını görmek gerekir. Bir adım ileri iki adım geri ya da az gittik uz gittik…
Yine henüz zaman ve şans var. Ancak yarın geç olabilir. 


 

AKP ve muhafazakârlık tehlikesi
On senelik AK Parti iktidarını, muhafazakâr devamlılığın taşıyıcısı olarak değerlendiriyorum. Kaldı ki muhafazakârlığı benimsediğini açıkça ilan eden AK Parti; peşinen, muhafazakâr hassasiyetler üzerinden muhafazakâr siyasalar izleyeceğini imlemiş oluyor

Türkiye’de muhafazakârlık, egzantrik birkaç düşünür ve çevresiyle sınırlı kalan reaksiyoner düşünceden farklı olarak; özellikle de sınıfsal bağlamını kaybedip kitleselleştiğinde, modernliği yaşamaya engel oluşturmaz. Gri tonlarda düşünmeyi seven muhafazakârlık, avangard modernizm ile reaksiyonerliğin arasında bir yer tutar. Modernlikle yaşadığı sorunlar ilkesel temelde değildir. Muhafazakârlık; gelenekten ya da dinsel dünyasından taşıdığı ‘hassasiyetlerini’ modernlik ile uyumlulaştırmaya çalışan bir ideolojidir.
Yakın tarih gözden geçirildiğinde muhafazakârlığın özellikle yasal merkez sağ iktidarlar (DP, AP ve ANAP) itibariyle Türk siyasal kültürünün anaakımı olduğu hemen anlaşılır. Bu da Türkiye’de insanların kahir ekseriyetinin ‘nihai tahlilde’ tercihini modernlikten yana yaptığını ve onun nimetlerine ulaşma azim ve kararlılığında olduğunu gösteriyor. Böyleyken, AK Parti iktidarının bazı çevrelerce Türkiye’nin muhafazakârlaş(tırıl)ması olarak değerlendirilmesi düşündürücüdür.
Öncelikle bu değerlendirmeyi, algıda seçicilik üzerinden abartılmış bir niyet okuması olarak çok fazla ciddiye almadığımı söyleyebilirim. On senelik AK Parti iktidarını, muhafazakâr devamlılığın taşıyıcısı olarak değerlendiriyorum. Kaldı ki muhafazakârlığı benimsediğini açıkça ilan eden AK Parti; peşinen, muhafazakâr hassasiyetler üzerinden muhafazakâr siyasalar izleyeceğini imlemiş oluyor. Ortada ‘gizli bir ajanda’ olduğunu düşünmüyorum. Her muhafazakâr parti, Batı’da çok sayıda örneği olduğu üzere, zaman zaman, belirli muhafazakâr hassasiyetler üzerinden, organik bir siyasal dille sevimsiz keskin çıkışlar sergileyebilir.
Sorulması gereken daha anlamlı bir soru, AK Parti’nin muhafazakâr siyasalarının ne için bir muhafazakârlaş(tır)ma tehlikesi olarak algılandığıdır. Söz konusu algılama ve endişelerin dayandığı taban dikkat çekicidir. Başı, vakti zamanında yasal merkez sağ iktidarları da bu yolda ağır surette eleştiren CHP’nin çekmesi anlaşılır bir olgudur. Garip olan, yakın geçmişte siyasal kültürel sermayesi muhafazakârlık olan bir kamuoyunun, AK Parti’yi ‘makul’ ve ‘makbul’ muhafazakârlık sınırlarının dışında görmesi ve bir ‘muhafazakâr tehlike’ olarak algılamasıdır.
Bunun nedeni, AK Parti’nin temsil ettiği taşralı tebanın, son çeyrek yüzyılda kentsel bir dinamizm ve kamusal bir görünürlük kazanmasıyla alakalıdır. Taşra-kent bitişmesi, bir tür kültürel arilik güden ‘yerleşik kent oligarşisi’ için kabul edilemez bir durum olarak görülüyor. Kabul edilemez görülen, AK Parti tabanının modernlik ile çatışması değil; tam tersine, son derecede barışık yaşamasıdır. Modernlik ile kendi hassasiyetlerini şu ya da bu biçimde uyumlulaştıran ve bunu özellikle de tüketim dünyasına entegre eden bu muhafazakâr modernleşme, bürokratik seçkinlerle yerleşik kent oligarşisinin tepkisini çekmektedir. Kabul edilemez olan, kentli oligarşinin kendi ayrıcalığı olarak gördüğü ve içini istediği gibi doldurduğu modernleşmeye ‘istenmeyen’ unsurların ‘şirk’ koşmasıdır. Muhafazakârlaşma tehlikesini dile getiren tepkiler, AK Parti’yi temsil ettiği tabanıyla birlikte modernizm liginden düşürme çabalarını ifade ediyor. Bunun beyhude bir çaba olduğunu söylemeye bile gerek yok. AK Parti’nin temsilciliğini yaptığı yeni orta sınıflar, kapitalist modernliğin nimetleriyle içli dışlı ve elde ettiklerini sindirmekle meşgul. Bu sürecin AK Parti ve tabanı açısından orta ve uzun vadede şu an sahip oldukları muhafazakâr hassasiyetleri bile törpüleyeceğini düşünüyorum. Yani, muhafazakârlığın modernleşmeyi değil, modernleşmenin muhafazakârlığı dönüştüreceğini beklemek gerekiyor. Daha hazin olan ise; nafile muhafazakârlık tartışmalarının, bu tartışmaya taraf olanların tamamını (AK Parti ve karşıtları) içerecek kadar kapsamlı olan ‘yüzeyselleşme’ ve ‘avamileşme’ sorununu eğretilemesi ve tartışılmasını geciktirmesidir.
 


 
10 yılın medyası: Bu hepimizin öyküsü mü?
 
Bir yandan "İçerdeki gazeteciler gazeteci değil" denirken diğer yandan duruşma salonlarında "O haberi niye yazdın, bunu niye yazmadın" soruları

Bir ülkede medyanın nereden nereye gittiğini rakamlar mı daha iyi anlatır? Yoksa isimler ve başlarına gelenler mi? O isimlerin başına gelenler kişisel öykülerden mi ibarettir? Yoksa anlatılan hepimizin öyküsü müdür?
Belki soruyu şöyle de sorabiliriz: Bu ülkenin medyasındaki fırtına Bekir Coşkun’un Hürriyet’ten ‘ayrılmak zorunda kalması’yla mı başladı yoksa AKP iktidarının tavrı için en önemli göstergelerden biri olan Cüneyt Ülsever’e “Güle güle” dendiği zaman mı?
Aslında biliyoruz; Bekir Coşkun ‘edepli’ yazmıyordu. Cüneyt Ülsever bodoslamadan ‘sivil vesayet’ tartışmasını başlatmıştı. Zaten Banu Güven ‘ııııı’lıyordu. Can Dündar da hem ‘ııııı’lıyor hem de haber bültenini olmadık yerlere çekiyordu. Çiğdem Anat, habercilikten ayrılıp kadın programları yapmaya başlamakla pek isabetli davranmıştı. Nuray Mert, ne çok yakışıksız şeyler söyleyip yazmıştı da ‘Na-mert’ nitelemesini hak etmişti. Ece Temelkuran, boş zamanlarında boş boş Twitter mesajlarıyla uğraşıyordu. Star yazarı Mehmet Altan’ın başına saksı düşmüştü. Yeni Şafak yazarı Ali Akel, ‘Uludere için özür dilenmeli’ gibi üstüne vazife olmayan bir uyarıda bulunduğu için kendisini bir anda kuşlar gibi işsiz ve özgür buluvermişti. Bu yazıya imzasını atan kadın, programını tek başına götüremediği için terfian ‘yeni formata’ kavuşmuştu.
Cezaevindeki gazeteciler de zaten terör şeysi olduğu için cezaevindeydi.
Evet, meseleye böyle de bakılabilir. Bakılmalıdır. Baksanız iyi olur.
Nitekim son 10 yıla baktığınızda taşların yerli yerine oturduğunu göreceksiniz. Medya, daha önce de olduğu gibi siyasi iktidarın yanında yer almalıdır. Terör haberlerini, siyasi iktidarın istediği biçimde vermelidir. Eğer “Hiç vermeyin” deniyorsa verilmemelidir. Ankara’da ibre nereyi gösteriyorsa oraya bakılmalı ve o konu tartışılmalı, yazılıp çizilmelidir. Ayrıca mümkünse bütün bunlar içten gelen bir coşkuyla yapılmalıdır. Zorla, zorlanarak değil.
Sarkastik olmamaya, ciddi bir envanter çıkarmaya çalışıyorum. Ne de olsa konu medya ve medyanın AKP iktidarı ile imtihanı gibi çok ciddi bir başlık, bir süreç.
Ancak bu, hiç de kolay olmuyor. Sayılarını artık kimsenin bilemediği işsiz kalan muhabirler, köşe yazarları, hatta genel yayın yönetmenleri.
Bir yandan dağdakilere “Dağdan inip siyaset yapın” denirken diğer yandan düz ovada siyaset yapanlara verilen 20-30 yıllık hapis cezaları. Ve bunların haber olmasının ‘her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde’ gelen ‘sus’ emirleri.
Bir yandan “İçerdeki gazeteciler gazeteci değil” denirken diğer yandan duruşma salonlarında “O haberi niye yazdın, bunu niye yazmadın” soruları.
Bunlar hepimizin, hepinizin gözleri önünde olup bitiyor. Bir de duyup göremedikleriniz var. Örneğin “Falan bakan ya da iktidar partisinin filan yetkilisi arayıp gazete, TV yöneticilerine ne talimatlar veriyor, neler yüzünden azarlıyor” desem.. Diyemem. Çünkü ispat edemem. Ayrıca tek bir tanık bulamam.
İşte! Durumlar böyleyken böyle. Nasıl ciddi olayım, bilemiyorum!

Medyadan iktidar geçti

İktidardan beklenen, çatışmalı dönemde ele geçirdiği mevzilerden geri çekilip demokratik bir medyanın gelişip serpilmesine alan açmasıdır

Hem iktidar medyadan geçti hem de medya iktidardan. Tersi de doğru, düzü de. Nasıl okuyacağınız size kalmış.
İster medyanın iktidarı geçmiş, ister iktidar medyadan vazgeçmiş, isterse medyanın üzerinden bir iktidar gelmiş geçmiş olsun...
Kılıçtan geçer gibi iktidardan geçirildi medya, bu gerçek değişmez.
Türkiye’nin son 10 yılında, medyanın devr-i iktidarı geçti gitti.
AK Parti’yle ortaya çıkan manzara şudur: Bir yanda Ankara’daki gücünü ve itibarını büyük ölçüde yitirmiş bir medya var. Diğer yanda, medyaya saygısını ve güvenini neredeyse büsbütün kaybetmiş bir siyasi iktidar.
10 yılda nereden nereye geldiğimizin resmidir bu. Eski şaşaası kalmamış, parıltısı sönüp gitmiş, görkemi kaybolmuş bir medya ve karşısında alabildiğine katı, alabildiğine sert bir iktidar tavrı...
Bu tabloyu da doğru okumalı. Çünkü bu tablo, buraya gelişimizin sebebi değil sonucudur.
Medya-iktidar ilişkilerinin bir daha düzeltilemeyecek biçimde bozulduğu, basın hürriyetiyle ilgili ciddi sorunlar yaşandığı gerçeği bir sonuç...
Sebep ise sadece ve tek başına iktidarın baskıcı politikalarına indirgenemez.
O politikaları davet eden, hatta kamu vicdanında meşrulaştıran şey, medyanın hataları, günahları ve yer yer siyasi parti gibi davranma yanlışlarıdır.
Medya, kamuoyu oluşturmadaki gücüne yaslanarak siyasetçilerle iktidar mücadelelerine girişti, seçilmiş hükümetlere karşı güç oyunu oynadı ve sonuncusunda kaybetti.
İşbaşındaki hükümet, memleketi medyayla birlikte yönetmeye pek istekli değildi.
Medya ise kendi doğal sınırlarına çekilip memleket idaresini iktidara bırakmaya yanaşmadı.
Ölümüne saldırdı medya, iktidar açısından hayat memat meselesi haline geldi bu kavga, büyüdükçe büyüdü, gerilim tırmandıkça tırmandı, sonunda kafa kafaya çarpıştılar ve biri çatladı.
Bugün, ilişkilerin tamiri zor ama imkânsız görünmüyor.
Belki kaybolan şaşaasına, görkemine, parıltısına, saygınlığına ve hatta özlemini çektiği o eski güzel günlerine bir daha kavuşamayacak. Bir daha hükümet devirip hükümet kuramayacak medya.
Fakat iktidarla ilişkileri yeniden sağlıklı bir zemine oturtulabilir, medya itibarını yeniden kazanabilir. Her iki tarafın da buna niyet etmesine ve birlikte çaba göstermesine bağlı.
Elhak, özgür bir medya olmadan gerçek bir demokrasi kurulamaz.
Ama otoriterleşmeden yakınırken şunu da unutmayalım: Basın özgürlüğü, güç ve menfaat hesaplarıyla istismar ediliyorsa o medyayı da özgür, o demokrasiyi de muhkem sayamayız.
İktidardan beklenen, çatışmalı dönemde ele geçirdiği mevzilerden geri çekilip demokratik bir medyanın gelişip serpilmesine alan açmasıdır.
Medyayı itibarıyla, inandırıcılığıyla, etkinliğiyle yeni baştan inşa etmek ise bize, yani yeni nesil medyacılara düşüyor. 
 

Başarı, hayal kırıklığı, sorularla geçen 10 yıl
Dış politikada 10 yılda Türkiye'nin 2002 yılına kadar uyguladığı geleneksel tarafsızlık paradigması tersyüz edildi

10. yılında AK Parti’nin dış politika uygulaması Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı bölümünü oluşturur. Bu da normal. 10 yılda Türkiye’nin 2002 yılına kadar uyguladığı geleneksel tarafsızlık paradigması tersyüz edildi. Bu süreçte değişen Türkiye ve dünya koşullarının etkisini unutmamak lazım. 10 yıl birkaç aşamada değerlendirilebilir. Bu aşamalar kimine göre tutarsızlık ve yalpalama içerirken AK Parti hükümetine göre tutarsızlık gibi görünen adımlar birbirinin devamı niteliğinde. Ama kesin olan, bu sürece Ahmet Davutoğlu’nun damgasını vurduğu. Stratejik derinlik, aktif ve belirleyici dış politika, sıfır sorun politikası, eksen kayması, proaktif ve ritmik dış politika, yeni Osmanlıcılık, emperyal niyet, bölgesel, küresel, yumuşak güç gibi iddialı ve renkli kavramlarsa bu 10 yılın ürünü ve tartışması. Genel anlamda belli bir paradigmadan hareket eden, iddiası olan, çalışkan, çok taraflı, herkesle, sürekli ilişki içinde yürütülen, sözünü dinletebilen ama altı tam doldurulmadığı için netice almakta zorlanan, teori ile reel politika ve farklı coğrafyaların dinamiklerini göz ardı ettiği için sıkıntı yaşayan ve değişen her dönemde eskisini atıp yeni kavram ile yaklaşan bir dış politika. Sanki omurganın tam oturmadığı hissi uyandırıyor. Yani Türkiye vicdani ve ahlaki bir dış politikayı mı yoksa reel politika mı önceliyor ya da alt emperyal bir ülke olmak amacında mı? 10 yılın özeti bu olsa gerek: Hepsi.
İktidarın ilk yıllarında AB ile başlatılan müzakere sürecinin yerini ‘çöpe atılan’ ilerleme raporu aldı. Ankara heyecanını yitirdi. Soru şu: Bu durum AB’nin Türkiye’ye karşı olan tavrından mı kaynaklanıyor yoksa ekonomik olarak iyi giden ve Ortadoğu’da yıldızı yükselen Türkiye’nin artık AB’ye ihtiyacı mı azaldı? Bence ikisi de.
Sıfır sorun, 10 yılın en iddialı ve en olumlu, bu günlerdeyse geçerliliğini yitirmiş yaklaşımıydı. Yıllarca Ortadoğu’ya sırtını dönen Türkiye’nin komşuları ve tarihiyle ‘yumuşak’ buluşmasına itiraz edilemezdi. İsrail’in de ikna edildiği bir bölgede kimse Türkiye’nin etkinliğini durduramazdı. Oysa şimdi İsrail ile Suriye’yi barıştırma noktasında iki ülkeyle köprülerin atıldığı bir noktadayız. Tabii ki Gazze saldırısı sonrası İsrail ile köprüleri atmaya başlayan “One minute” çıkışıyla Arap dünyasında Nasır’dan sonra en popüler lider haline gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mavi Marmara saldırısıyla ipleri koparması normaldi. Ancak şartlara Türkiye özür ve tazminatın yanına Gazze ablukasının kaldırılmasını da ekleyince orta vadede İsrail ile ilişkisizliği göze aldı. Ortadoğu’da politika tek yönlü bir iyi niyetle yürümüyor. Türkiye’de bütün süreci belirleyeceği yanılgısına düşüldü. Türkiye 10 yılda çok şey öğrendi, öğretti ama Ortadoğu’da daha çok yeni ve ‘tecrübesiz’ bir oyuncu; zemin kaygan ve kaypak.
Arap ayaklanmaları ‘sıfır sorunu’ sıfırladı.
Mısır ve Tunus ayaklanmalarında ‘halktan’ yana tavır koymak doğru bir yaklaşımdı. Libya’da reel politika devreye girdi. Türkiye’nin bölgede yıldızının yükseldiği, bir model ya da esin kaynağı olarak alındığı biliniyor. Bunu Arap başkentlerinin sokaklarında hissetmek mümkün. İnsanın duygularını okşayan bir durum. Türkiye, Irak’ın işgaline ortak olmayarak doğru yapmıştı. Suriye’de doğru bir strateji yanlış taktiklerle sürdürüldü. İnsani yaklaşıma kimse itiraz edemez. Muhaliflerle siyasi angajman ve acelecilik Türkiye tarihinde bir ‘ilki’ oluşturdu. Taktiksel yanlışlar sıkıntılar yarattı; İran, Rusya, Irak hesaba katılmadı. Biraz geriye döndüğümüzde şunu görürüz: Türkiye, Obama’nın ‘oyununa’ gelene kadar İran’ın nükleer krizinde önemli çaba göstermişti. Türkiye’nin ‘gücünü’ bölgede herkese eşit mesafede yaklaşması ve ilişki kurabilmesiyle sağlandığı söylenir. Arap ayaklanmalarında sağladığı Müslüman Kardeşler avantajı Suriye’de Sünni cephe algısını arttırdı.
Bu 10 yılın en önemli ve hatta geç kalınan dış politika açılımı, nedeni ne olursa olsun Irak Kürdistanı ile kurulan ilişkidir. Suriyeli Kürtlerle de bu adımın atılması gerekir. 2002’de yola çıkarken ‘önce evin içini düzenlemek’ şiarını önceleyen bir anlayış Türkiye’deki Kürt sorununu çözmeden önünün açılmayacağını da biliyor.
10 yıllık süreçte vicdan, etik ve reel politika arasında gidip gelinmiş; Suriye ile Sudan’a farklı yaklaşıldığı görüldü. Üst düzey Dışişleri yetkilisinin söylediği gibi ‘gerektiği zaman reel politika galebe çalar’ anlayışı devreye girmişti artık. Ermenistan ile büyük heyecan yaratan açılım ve protokoller süreci önemliydi. Ama sonradan ‘niye yola çıkıldığı’ anlaşılamadı bile. Azerbaycan’ın tepkisi hesaplanmamış mıydı?
Türkiye çok yönlü, aynı anda birden fazla cephede dış politika yapma adına gücünü böldü. Bugün dönüp baktığımızda Türkiye’nin dışarıdaki etkisi yadsınamaz. Ancak herkesle görüşebilen, herkesle ilişkisi olan bir politik anlayışın sonuç alması da gerekir. ABD ile 1 Mart tezkeresiyle ara açılırken şimdilerde Obama’nın değişen yaklaşımıyla da sorun çözülmüş durumda. Füze kalkanı projesi, Suriye konusunda NATO’dan beklentiler, AB ile iyi-kötü ilişkiler aslında ana eksenin kaymadığının göstergeleri. 10 yıllık süreç sonunda artık her taşın altında ABD aramak gereksiz. Türkiye, kendi inisiyatifiyle de hareket etmek istiyor: ‘Neo-Osmanlıcılık anakronik bir niyet. Alt emperyal tanımı daha uygun gibi’.
Tabii ki Avrupa ‘kompleksi’ yanında Ortadoğu’nun yıldızı olmak Türk insanının gurununu okşuyor. Kötü bir şey değil lakin Oryantalizmin yerini oksimoronizmin almaması kaydıyla. Türkiye’nin nereye bakıp nereye gittiği asıl önümüzdeki 10 yılda belli olacak gibi. Çünkü bölge yeniden yapılanıyor. 

 

10 yılın eğitim karnesi
Geçtiğimiz on yılda AK Parti'nin eğitimin niteliğini geliştirmeye yönelik attığı en önemli adım öğretim programlarının tümüyle yenilenmesi oldu

AK Parti iktidarında 2002-2012 arasında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Türkiye’de daha çok çocuğun okulöncesi eğitim almasını ve ilk ve ortaöğretime başlamasını sağladı. MEB, 1997’de zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkartılmasıyla başlatılan Temel Eğitim Reformu’nu ana hatlarıyla uygulamaya devam etti ve temel eğitimi ülke çapında yaygınlaştırdı. Bu süreçte özellikle mülga İlköğretim Genel Müdürlüğü bünyesinde başta kız çocukları olmak üzere dezavantajlı çocuklara odaklanan politikalar etkili oldu.
Öte yandan, ilk ve ortaöğretimde okula başlayan çocukların devamının sağlanmasında aynı başarının gösterildiğini öne sürmek zor. Her iki kademede de dikkat çekici yükseklikte olan devamsızlık oranları, çocukların temel bilgi ve becerileri edinmesi önünde engel oluşturuyor. Devamsızlık ve okulu terk ortaöğretimde çok daha ciddi boyutlarda. Bakanlık bu sorunları gidermeye dönük çalışıyor ancak uygulamaların sonuçlaını gösteren bir veri henüz yok.
Geçtiğimiz on yılda AK Parti’nin eğitimin niteliğini geliştirmeye yönelik attığı en önemli adım öğretim programlarının tümüyle yenilenmesi oldu. Ancak, bu süreçte öğretmenler ve öğretmen politikaları ihmal edildiğinden, öğretim programlarındaki gelişme öğrenme çıktılarına yeterince yansımadı.
Öğrenme çıktılarına baktığımızda, 2003 ve 2009 PISA sonuçlarına göre, matematik, fen bilgisi ve Türkçe alanlarında Türkiye ortalama olarak yarım öğretim yılına denk gelecek bir iyileşme sağladı ve bu özellikle daha düşük performanslı öğrencilerin gelişiminden kaynaklandı. Ancak, 2009 PISA sonuçları Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 42’sinin matematikte, yüzde 30’unun fen bilgisinde ve yüzde 25’inin okumada temel yeterlilik düzeyinin altında olduğunu gösteriyor. Türkiye uluslararası karşılaştırmalarda OECD ülkeleri arasında Meksika ve Şili ile son üç sırayı paylaşıyor.
AK Parti 2002-2012 arasında Türkiye’de kamu yönetimi ve maliyesinin iyileştirilmesi için önemli adımlar attı. MEB’i de etkileyen bu adımlar özellikle stratejik planlamaya geçişi ve veri temelli politikaların geliştirilmesini öngörüyordu. Buna ek olarak Bakanlık’ın sekiz yıl süren bir süreç sonunda yeniden yapılandırılması Eylül 2011’de 652 sayılı KHK ile birlikte gerçekleştirildi. Ancak tüm bu yapısal ve yasal yenilikler, eğitimde Fatih Projesi kapsamında öğrencilere tablet bilgisayar dağıtılması, zorunlu eğitimin süresini, yapısını ve içeriğini değiştiren “4+4+4” yasası ya da üniversite harçlarının kaldırılması gibi, plan ve programlarda yer almayan, kanıt temeline dayanmayan, paydaşlarla yeterince tartışılmayan ve hazırlığı yapılmayan politikaların uygulanmasını engelleyemedi.
Siyasi ve ekonomik istikrar ortamı, sivil toplumla kamunun giderek gelişen işbirliği ve uluslararası kuruluşların teknik desteği dikkate alındığında AK Parti’nin geçtiğimiz on yılda eğitimde etkili politikalar geliştirmek ve uygulamak için son derece elverişli bir konuma sahip olduğu öne sürebiliriz. Ancak, bugün karşılaştığımız zorluklardan, kaliteli eğitime eşit erişim için kilit alanlarda siyasi iradenin isteksiz kaldığı sonucu çıkıyor. Türkiye’de eğitim mevzuatı halen çocukların haklarını koruma altına alacak şekilde güncellenmedi; özellikle eğitim dili ve din ve eğitim alanında ihlaller göze çarpıyor. Eğitim pedagojisinde ve okul ortamlarında demokratikleşme ihtiyacı sürüyor; eleştirel düşünme odaklı eğitim halen uygulamaya geçemedi. Keza, özel gereksinimli çocuklara yönelik, başta kaynaştırma eğitiminde olmak üzere uygulamalarda geliştirilmesi gereken pek çok yön var. Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli bir sorun oluşturan kaliteli eğitime erişimde cinsiyetler, okullar, kır-kent, bölgeler ve iller ile gelir grupları arasında görülen derin eşitsizlikler ise AK Parti’nin eğitimdeki tüm başarılarına gölge düşürüyor. 

 

Kentsel mekân nasıl değişti?
AKP ile özgü bir siyasal rejim oluştu ve yerel yönetimler güçleneceğine, büsbütün merkezi siyasetin maşası haline geldi

AKP’nin on yıllık iktidarı boyunca uyguladığı kentleşme politikalarının iki ayrı yüzü var: Birincisi politik alan diye tasavvur edilen bir kutsal bagaj. Kamusal alanı tasarlamaya, biçimlendirmeye yönelik bir ideali içeriyor. Çamlıca Camii, Taksim Kışlası, Topkapı Fetih Müzesi, Süleymaniye tarihi çevre düzenlemesi bu ideali temsil ediyor. İkincisi bu politik alanın dışında kaldığı tasavvur edilen, piyasa mekanizmalarına ve yap işlet modeliyle müteahhitlere terk edilmiş olan büyük çaplı projelerde “ideolojiden arındırılmış” konular olarak karşımıza çıkıyor.
Bu iki düzeyin ilişkileri merkezi politikaların kentsel mekanı nasıl dönüştürdüğü, değişime uğrattığı hakkında bir fikir veriyor. “Soğuk Savaş” dönemi sonrası toplumu tasarlama ütopyalarının iflas ettiğinin, krizlerle karşılaştığı dönemde bunların öznesi olan ulusal devletlerde ideoloji geriye çekiliyor, ama yok olmuyor. Tam tersine piyasa üzerindeki siyasal denetimin gizli, dokunulmaz bir gizil gücü haline geliyor. Bu açıdan AKP’nin durumu Çin Komünist Partisi’nin geçirdiği dönüşüme benziyor.
AKP bilgi üretimi ile ilgili alanları, sanat, kültür, tasarım, mimarlık, araştırma konularını hatta hukuksal normları modernist bir elitin uğraşları olarak görüyor ve dışlıyor ya da bunu bir iktidar talebi olarak algılıyor. AKP farklı kamu yararlarının temsil edildiği ortak alanlarda, fikir üretimi ile ilgili konularda katılım ve düşünceyi ifade etme özgürlüklerinden söz edenleri çoğu zaman siyasal hasımlar gibi algılıyor. Kamu tarafı olarak gözetmesi gereken bağımsız düşünce üretimini iktidara karşıymış gibi değerlendiriyor. Sanat, mimarlık, tasarım, planlama, araştırma gibi faaliyetler üst sınıfların erişimine sunulan, sermayenin hizmetinde olan faaliyetler olarak gelişiyor. Mimarlar, araştırmacılar, plancılar, sosyal hizmet uzmanları piyasa aktörlerine, müteahhitlere bağımlı çalışıyorlar. Bu kamusal müdahalelerin mantığını ortadan kaldırıyor ve kentleşmeyi inşaat önceliğine teslim ediyor.
Bunda 28 Şubat sürecinin yarattığı şartlanmanın etkisi büyük. Türkiye'de hukuk rejimi zaten devlet elitinin kontrol ettiği bir alandı, onun dışında devlet bütçesini, siyaset ve hukuk ile güya kontrol edilebilen sahayı aşan, patronaj içinde yönetilen bir imar bütçesi oluştu. Bu da AKP’nin “Osmanlı Mahalleleri” dışında bir kent tasavvurunun olmadığını, yönetim anlayışını bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Bu şekilde kent mekanından arındırılan politik alan insanların kendi gelecekleri üzerinde tasarrufta bulunma, yaşam koşulları ilgisini kaybediyor. Politikanın yaşam alanlarından arındırılması meselesi önemli. Bunun arkasında neoklasik bir kimlik inşası meselesi var. Ulusalcılık burada ulusun yönettiği bir devleti, kamu örgütlenmesini değil, bir elitin yönettiği, aklını kendi üzerine kapanan teknokratik bir temsilden alan bir örgütlenme anlamına geliyor. AKP’nin eliti de bu soylulaştırıcı şiddetten besleniyor. Bu elit şehirlerdeki imar hareketliliği üzerinden kamu bütçesini aşan muazzam bir kaynağı kontrol ediyor. AKP ile özgü bir siyasal rejim oluştu ve yerel yönetimler güçleneceğine, büsbütün merkezi siyasetin maşası haline geldiler. Bu yeni imar düzeni ise bu vesayet rejimini yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bu yapı içinde eliti seçme özgürlüğü ise demokrasi olarak adlandırılıyor. AKP’nin bu kentleşme politikası imar rejiminin iflas ettiğini, bu alandaki deneyim eksikliğinin bulunduğunu ve hatta bu yüzden demokratik bir planlama modelinin çok daha mümkün olduğunu gösteriyor.

Harcanan fırsatlar ülkesi!
Türkiye'de son on yıl 'inşaat' kelimesinin en çok kullanıldığı bir iktidarın yönetiminde geçirildi

Türkiye’de son on yıl ‘inşaat’ kelimesinin en çok kullanıldığı bir iktidarın yönetiminde geçirildi. Gündelik ihtiyaçlar ile yakından ilgili olan belediye kökenli siyaset anlayışı, AKP yönetiminin yüksek oy oranları ile uzun süre yönetimde kalmasını sağladı.
Bu süre içinde ekonomi ihraç edilebilecek ürün ve hizmetler yerine inşaat sektörüne ve kentsel toprak üretimine dayandırıldı. Orman alanlarının, kent çeperlerinin, devlet arazilerinin yeni konut alanlarına açılması ile müteahhitlik sektörü canlandı, semirdi. Aslında her ne kadar çevremize bir türlü istediğimiz gibi yansımasa da Türkiye 1950’lerden beri yoğun imar faaliyetleri ile uğraşmakta. Menderes ve Demirel hükümetlerinin yol, baraj, altyapı projeleri ile zenginleşmiş küçük mütehhit kökenli kesimini AKP yönetimi genişletti. Belli başlı büyük altyapı projeleri yerine küçük ama çok sayıda kentsel müdahele ile etkileri daha geniş bir alana ve kesime yayılan bir imar faaliyeti yürüttü.
AKP’nin imar konularında vizyoner olmadığını iddia etmek yanlış olur. Ancak kurdukları vizyonun stratejik bir bütünlüğü olmadığı ve oldukça kısa vadeli çözümlere dayandığını gördükçe bu vizyonda ısrar etmelerinin de aynı şekilde yanlış olduğunu belirtmek gerek. Bir yönetimin kentlere çekidüzen verme heyecanının takdir edilmesi gerekirken AKP’nin bu alandaki icraatları çoğu kez büyük hayalkırıklıkları ve pişmanlıklar doğurdu. İmar faaliyetleri oldukça acemice, telaşla ve geri dönülemez hatalara neden olan bir savruklukla yapıldı. Mimarlık ve kent planlaması bilimlerinin önde gelen bilim insanlarını dinlemek yerine, AKP yönetimleri projeleri meşrulaştıracak vasat kişilerle çalışmayı tercih etti. Daha iyisi için öneri geliştiren bilim insanlarının eleştirilerini dikkate almadılar ve yanlışlar konusunda ısrat ettiler. Yurtdışındaki yaşanmış hatalardan ve iyi örneklerden ders almak yerine artık dünyada terk edilmiş şablonlar ile çalıştılar. Kentleri yaya değil araç odaklı bir planlama ile şekillendirdiler.
Sosyal konut amacından saptırılan TOKİ ise devletin resmi müteahhitlik şirketi gibi çalıştırıldı. Yeni mütehhitlik şirketlerinin serbest piyasa rekabeti içinde doğmasını engelleyerek pek çoğuna iş veren patriarkal bir kurum haline geldi. Bundan doğan yeni şehircilik bakanlığı ise tüm eleştirilerden muaf ve fazlası ile geniş yetkilerle donatılmış şekilde kuruldu. Afet tehdidi yeni imar faaliyetleri için meşrulaştırma aracı haline getirildi ve ekonominin salt inşaat faaliyetlerina dayandırılması benimsendi.
Tüm bu gelişmelerle bir ‘İnşaat Cumhuriyeti’ne dönen ülkede paradoks bir durum da oluştu. İspanya, Portekiz ve Hollanda gibi inşaat faaliyetlerinin coştuğu ülkelerde mimarlık kalitesi de aynı oranda gelişmişti. Oysa Türkiye’de AKP’nin entellektüel kültüre bilinçli olarak uzak durmasının bir sonucu olarak imar faaliyetlerinin artışı ile doğru orantılı olması gereken mimarlık kültürü hala yerinde sayıyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye hem bir inşaat cumhuriyeti hem de harcanan fırsatlar ülkesi oldu.

 

Sağlıkta 10 yıl ve dönüşüm
10 yıl öncesinde daha iyi olduğumuz kesin. Daha iyi olmak için çok yolumuz var

Sağlıkta geçtiğimiz 10 yıla baktığımızda değişim ve dönüşüm baş döndürücüdür. İnsanların en çok konuşup ilgilendikleri konu %63 ile din iken %62 ile sağlığın ikinci sırada yer alması, bu konudaki olumlu değişimlerin iktidara ne kadar katkı sağlayacağının göstergesidir.
Nelerin değiştiğine kısaca bir bakalım:
- Tüm kamu hastaneleri birleştirildi (SSK Hastanesi, Öğretmen Hastanesi, PTT Hastanesi, Demiryolu Hastanesi vs).
- SSK, Bağkur, Emekli Sandığı, Yeşilkart gibi devletin sigorta kurumları birleştirilip SGK çatısı oluşturuldu.
- Genel Sağlık Sigortası çıkarıldı ve tüm nüfusu kapsadı.
- Özel sağlık kuruluşlarından hizmet satın alındı ve %35’e varan bir hizmet sunumunu özel kuruluşlar gerçekleştirdi.
- Vatandaşın istediği hastaneye, doktora gidebilmesi ve istediği eczaneden ilaç alması sağlandı.
- Aile hekimliği sistemi kuruldu ve işletilmeye başlandı.
- Ve en son kamu hastane birlikleri oluşturuldu.
Daha bir sürü değişimler yaşandı ama makro değişimleri özetlemek istedim.
Türkiye bugün GSMH’sinin %6.4’ünü sağlığa harcayarak vatandaş memnuniyetini %77 gibi çok üst bir seviyede tutabilmektedir. Üstelik bunu 700 bin sağlık çalışanıyla -ki ihtiyacın en az %50 altındadır- yapmaktadır.
Vatandaşın adalet sisteminden memnuniyetinin %40’ın altında olduğu düşünülürse sağlığın diğer kamu hizmetlerine göre durumu daha iyi anlaşılabilir.
Peki buraya kadar güzel de bugüne ait sorunlara ve geleceğe ait risklere göz atalım:
2002’de yılda 2.1 defa doktora ulaşabilen vatandaşın 2012’de yılda 8.1 defa doktora sadece sağlığa kolay ulaşabilmesi bile memnuniyeti arttırır ama vatandaş çabuk alışır. Önce kolay ulaşımdan rahatlar sonra da kalite (tedavi edilmek) ister. Sistemde, teknolojide, altyapıda yapılan hızlı iyileştirme maalesef insan kaynaklarında yapılamadı. Türkiye OECD ortalamasının yarısı sayısında doktor (120 bin) ve üçte biri seviyesinde hemşire (115 bin) ile bu hizmeti sunmaktadır. Bunun getirdiği yoğunluk sağlık çalışanı memnuniyetini %40’lara indirdi. Bu; kantite artarken kalitenin düşebileceğinin en önemli göstergesidir.
Türkiye hasta ve tıbbi malzemede büyüklüğüne yakışmayacak bir dışa bağımlılık göstermektedir. Bu konuda geç kalınmış olacak ki tıbbi malzemelerin %90’ı ithalata dayalıdır. Hemen tamamı iyi bir teşvikle Türk yatırımcısı tarafından üretilip ihraç da edilebilir.
Üniversitelerimiz (tıp fakültesi hastanelerimiz) Sağlıkta Dönüşüm’de kanaatimizce sahipsiz kaldılar. Finansmanları iyi planlanamadı, yeterince yenilikçi, yaratıcı davranamıyorlar. Sisteme iyi yetişmiş eleman yetiştirmekte zorlanıyorlar ki bu belki de sağlık sistemimize en büyük zararı verecektir.
Türkiye %7’si 65 yaşın üstünde olan genç bir ülke (Avrupa’da nüfusun %20’si 65 yaş üstü). Hem sağlığın iyi yönetilmesi hem de genç nüfusumuz sayesinde yılda kişi başı 750 dolar harcayarak sağlıkta iyi şeyler yapıyoruz. Ancak nüfusumuzun %20’sinin 65 yaş üzeri olması durumunda harcamamız kişi başı yıllık 2000 doları geçmek zorundadır. Bu da yıllık 150 milyar doların sağlığa harcanması demektir. Bu çok büyük riskin iyi hesaplanmaması, kaynakların doğru kullanılmaması halinde bizi nasıl bir geleceğin beklediğinin bilinmesi çok önemlidir.
Sağlık hizmetinde kamu ve özel kuruluşlar olarak bu kadar hızlı ilerlemeye rağmen yıllık 0,5 milyar dolarlık sağlık turizmiyle bu alanda dünya pazarında yüzde 0.5 bile değiliz. Bu genç nüfusla katma değeri yüksek bu hizmeti mutlaka dünyaya ve komşularımıza sunup ülkemize kaynak kazandırmalıyız. Bunun için son zamanlarda hükümetin çok olumlu teşvikler çıkarmaya başladığını ve devam ettireceğini bilmek memnuniyet vericidir. Ülke imajının ve tanıtımının sağlık turizminde en önemli unsur olduğu biliniyor. Sayın Başbakanımızın talimat vermesi durumunda kurulabilecek kamu destekli bir ajans, bizim de verebileceğimiz (özel sektör olarak) katkıyla hükümetimizin 2023 vizyonuna çok ciddi katkılar sağlayabilir.
Sağlıkta sosyal devlet, sağlıklıyken halkından vergi alıp hastalandığında insan onuruna yakışacak şekilde onun için harcamaktır. Vatandaştan sağlıklıyken bu bedelin temin edilmemesi durumunda borçlanma ve bütçe açıklarıyla bu durum finanse edilir veya vatandaş hastalanınca cebinden harcar.
Sağlığın finansman biçimine iyi karar verilmelidir. SGK’nın sağlık ve emeklilik sistemini primlerle finanse etme imkânı kısa ve orta vadede yoktur. Öyle ki gelirler giderlerin %57’sini karşılıyor. Durum böyle iken sürekli SGK’ya uygulanan ‘açık veriyorsunuz’ baskısı sağlıkta 6 yıldır fiyatların artmamasına yol açıp hizmet sunucuları için sürdürülemez bir durum oluşturuyor.
Tamamlayıcı sigorta dediğimiz, devletin ödemediği hizmetleri veya vatandaşın ödeyeceği fiyat farkını ödeyecek bir sağlık sigortasının ivedilikle sisteme monte edilmesi gerekir. Bu konuda GSS’de gerekli değişiklikler yapıldı ama hıza ihtiyacımız var.
Avrupa’da %50’ye yakın olan özel ve tamamlayıcı sağlık sigortasının Türkiye’de %2,5 düzeyinde olması kötü kaynak kullanımının en büyük göstergesidir.
Bir de tabii özel sağlık kuruluşlarımız; vatandaş memnuniyetindeki ana unsurun özel sağlık kuruluşlarının sisteme katkısı olduğuna inanıyoruz. O kadar çok alanda (yoğun bakım, acil, diyaliz, kanser, transplantasyon gibi) vatandaştan fark almadan hizmet sunmamız isteniyor ki maliyetler gerçekçi hesaplanmayıp bir de 6 yıldır fiyat artışı yapılmadığında bu hizmeti sunmak imkânsız hale geliyor. Vatandaşın rızasının ve bilgisinin olduğu durumlarda acil olmayan bir hastanın özel kuruluştan hizmet alırken ödeyeceği fiyatın sınırlanması, bir de özel kurumlara kadro, yatak, büyüme ve yeni hastane açma kısıtlarının beraberinde getirilmesi bizlerin hedefsiz kalmasına sebep olmaktadır. Yeni ve sürdürülebilir bir düzenlemeye acilen ihtiyaç vardır.
Hekim birliklerinin ve sağlık çalışanı sendikalarının daha fazla dikkate alındığı ama onların da daha az siyasi davrandığı bir ortamın çalışan memnuniyetini arttıracağını düşünüyoruz.
Değerlendirmede objektif olmaya çalıştım.
Görüldüğü gibi;
- Vatandaş memnun, artıda
- Siyaset memnun olmalı, bütün bu yapılanlar oya yansıyor, artıda
- Sağlık çalışanlarının memnuniyeti %50’nin altında, ekside
- Sosyal güvenlik ciddi açık veriyor. Finansman dengesi iyi ayarlanmamış, ekside
- Özel hizmet sunucuları ve üniversite hastaneleri zararda ve ekside,

Tüm paydaşların memnun olduğu bir sağlık sistemi sürdürülebilir olur. 10 yıl öncesinde daha iyi olduğumuz kesin. Daha iyi olmak için çok yolumuz var.

 

Hastalar memnun, hekimler mağdur
Sağlık alanı son 10 yıl içerisinde neoliberal küresel politikalarla yeniden yapılandırılmış ve yapılandırılmaya devam etmektedir

Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP), bir Dünya Bankası-IMF-WHO (Dünya Sağlık Örgütü) projesi olup, tüm dünyada neoliberal politikaların sonuçlarından biridir. Küreselleşen dünyada, Latin Amerika dahil birçok ülkede benzer şekillerde uygulamaya girmiştir. Sağlık alanı son 10 yıl içerisinde neoliberal küresel politikalarla yeniden yapılandırılmış ve yapılandırılmaya devam etmektedir. Bu politikaların temel gerekçesi, birçok ekonomide kara delik olan sağlık harcamalarının kamusal kaynaklarla karşılanamayacağı ve halihazırda olan hizmet sunumundaki kalite eksikliğidir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı; genel sağlık sigortası, tam gün uygulamaları, kamu-özel ortaklıkları-performans sistemi gibi unsurlarla yapılandırılmıştır.
Uygulamaya giren genel sağlık sigortası, kamunun ödediği temel teminat paketi ve halkın ödediği katkı payından kaynaklanmaktadır. Bu sistemin uygulandığı ülkelerde, zaman içerisinde katkı payları artarken ana teminat paketlerinde kısıtlamalar ortaya çıkmıştır.
Bir diğer uygulama olan aile hekimliği sistemi, sağlığa erişimin kolaylaşması, daha önce zorlukla yaptırılabilen, büyük cerrahi girişim ve bakımların (kalp-damar cerrahisi ameliyatları, organ nakli, acil bakım, yenidoğan bakımı gibi) özel hastanelerde bile ücretsiz hale gelmesi, halkın sistemden memnuniyetini arttırmıştır. Buna karşılık sağlığın piyasalaşması, hekim emeğinin ucuzlatılması, performans sisteminin hekimi baktığı hasta-yaptığı ameliyat oranında ücretlendirmesi, hekimin serbest çalışma hakkının kısıtlanması, serbest çalışan hekimlerin bile yeni işyeri açmasına getirilen kısıtlamalar hekimlerin çoğunluğunu mutsuz ve gelecekten umutsuz hale getirmiştir. Hizmet alanın görece olarak mutlu, hizmet verenin ise mutsuzluğunun arttığı bir durum ortaya çıkmıştır.
Sağlık kurumlarında özel ve özerk işletme modellerine geçilmesi, sağlık kurumlarının kâr amacına göre yapılandırılmaları sonucu, hekim ücretlerinin azalması, sözleşmeli-güvencesiz çalışma gibi esnek modellerin devreye sokulması, erken emeklilik, izinlerde ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının artması küresel ekonomik sistemin diğer alanlarda daha önce yapıldığı gibi sağlık alanında da yapılanmasının doğal sonuçları olmuştur. Daha fazla muayene ve daha fazla ameliyat ile daha yüksek ücretler döngüsü, hekimlik sanatının temel ilkelerini tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Genel sağlık sigortası, tüm vatandaşları kapsam alanına alırken Sosyal Güvenlik Kurumu’nun açıkları artmış ve sistemin sürdürülebilirliği sorgulanmaya başlanmıştır. Özel hastanelerin sistem içerisindeki yeri artmış, SGK’nın özel hastanelere ödediği pay da buna paralel olarak artmıştır. Hastaların sağlığa erişimi kolaylaşırken tedavi kalitesinde aynı oranda artış oluşmamıştır. Özellikle eğitim hastaneleri ve üniversite hastanelerinde görev yapan hekimlerin toplam gelirleri düşmüş, kamudan özele göç başlamış, birçok kamu hastanesi ve üniversite kliniği yetersiz hizmet vermeye başlamıştır. Yine bu eğitim kurumlarında bir yandan sisteme hekim yetiştirmek için uzmanlık süreleri kısalırken diğer yandan eğitim vereceklerin göçü dolayısıyla eğitim kalitesinde düşmeler yaşanmıştır. Eğitim kurumlarının temel işlevinden saparak kurumsal ve bireysel kazanç sağlamaya dönük yapılanma içerisine girmesinin, tıp eğitimini olumsuz etkileyeceğini söylemek zor değildir. ‘Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda tercih sıraları performanstan daha çok kazanan branşlar lehine değişmiş, iç hastalıkları, kadın-doğum gibi branşlar için ‘performans sisteminin üvey evlatları’ gibi tanımlamalar dile getirilmiştir.
Sonuç olarak: Türkiye’de uygulanan ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’, kısa vadedeki sonuçlarına bakıldığında, hastaların sağlığa erişimini kolaylaştırmış, düşük katkı payları ile özel hastanelerden her kesimin yararlanmasının önünü açmış, aile hekimliği sistemi ile sağlığı her an sorgulayan bir sistem yaratarak, halkın memnuniyetini kazanmıştır. Yine bu süre içerisinde sağlık göstergelerinde gelişmeler yaşanmış, anne ve bebek ölüm hızlarının düşmesi, sigara ve obesite ile savaş programları, aşılanma oranlarındaki yükselmeler, Dünya Sağlık Örgütü ve OECD gibi kuruluşlar tarafından da olumlu karşılanmıştır. Buna karşılık, hekimlerin genel mutsuzluğu, özel çalışma olanaklarının ve gelirlerinin her geçen yıl düşme göstermesi, tıp eğitimi kalitesindeki düşmeler, giderek büyüyen SGK açıkları, hem halk memnuniyetinin hem de sistemin kendisinin sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır. Önümüzdeki süreçler gelişimin hangi yönde olacağını gösterecektir.

 

10 yılda kaybedilen ortak akıl
10 yıl önce borsa yönetimini özelleştireceğini söyleyen parti, borsa yönetimini eskisinden daha fazla devlet kontrolüne almış durumda

3 Kasım 2002’den bu yana tam 10 yıl geride kaldı. 10 yıllık bir iktidarın ekonomi alanında yaptıklarını ya da yapamadıklarını sayılara dökerek tartışmak mümkün. İktidar, her fırsatta yaptıklarını zaten anlatıyor. Yapamadıklarını da, az sayıda da olsa ekonomistler ve biz yazarlar tartışıyoruz. Ancak, onuncu yıl geride kalırken neyin yapıldığından çok nasıl yapıldığı, ekonomi politikasını yürütme felsefesine ne olduğu çok daha fazla anlam kazanıyor. Basit şu soruyu soralım; bugün ekonomi politikalarını beğenmeyen kaç işadamının ya da iş örgütünün sesini duyuyoruz? Bir şekilde beğenmeyenler de vardır değil mi? Ama neden onların seslerini duymuyoruz?

Ekonomide ‘tek akıl’

Bundan tam on yıl önce, 2001 krizinin ekonomik ve siyasal yıkıntıları arasında erken genel seçime gidilirken, yeni kurulmuş bir parti olarak Ak Parti’nin ekonomi politikasının ve programının ne olduğu büyük merak konusuydu. Ak Parti’nin ekonomi politikasını oluşturan çekirdek kadroda Ali Coşkun ile Ali Babacan vardı. Partinin ekonomi politikalarını anlatma işini ise Abdullah Gül ve Ali Babacan üstlenmişti. Bu iki politikacı yurtdışındaki toplantılar başta olmak üzere, yurtiçindeki medyada da ekonomi politikalarını anlatma görevini üstlenmişlerdi. Ali Babacan’la tanışmam da parti politikalarını anlatmak için geldiği televizyon programında olmuştu. Önce kendini anlatarak başlamıştı; ABD’de mezun olduğu okulun sıralamadaki yerini gösteren listeyi çantasından çıkararak.
İktidara aday olan Ak Parti kurmayları iki temel unsuru fazlasıyla vurguluyordu; biri parti politikalarının ‘ortak akıl’ ile oluşturulduğu, iktidar olduktan sonra politikalar yürütülürken de bu ortak aklın devrede olacağı, ikincisi de sürekli olarak sivil toplum kuruluşları ile istişarede bulunarak, onların diyeceklerinin dinlenerek kararların katılımcılıkla alınacağı idi.
2007 yılına kadar bu ilkelerin yerine getirildiğine ama sonrasında tersine döndüğüne tanık olduk. Parti dokümanlarında liberal çizgiler oldukça kalın vurgularla yapılıyordu. 10 yılda aynen siyaset alanında olduğu gibi ekonomide de tüm bu tablonun döndüğüne tanık olduk. Öyle ki; başlarda kamu kesiminde vergi ve harcama reformundan bahseden parti, 10 yılın sonlarında bunu yapmadığı gibi, geliştirdiği mali kuralı bir gecede çöpe atıyordu. 10 yıl önce ortak akıldan bahseden parti, 10 yıl sonra artık ‘tek akılla’ ekonomiyi yönetiyor. 10 yıl önce kimi kararlar sivil toplum kuruluşlarıyla beraber açıklanırken, 10 yıl sonra artık “Onlar işlerine baksınlar” deniliyor.
10 yıl önce “Yerel yönetim reformu yapılarak, kaynakların yerinden yönetimiyle, ihtiyaç öncelikli ve verimli kullanılması sağlanmalıdır” diye temel politika ilkesi ortaya koyan parti, şimdi yerel yönetimleri daha sıkı biçimde merkezden yönetmek için düzenlemeye gidiyor. 10 yıl önce borsa yönetimini özelleştireceğini söyleyen parti, borsa yönetimini eskisinden daha fazla devlet kontrolüne almış durumda.
Siyasetin ve demokrasinin en temel, en vazgeçilmez ilkesi konusunda 10 yıl önce “Bütçe hakkı kavramının gereği olarak devlet bütçesinin hazırlanmasında ve denetlenmesinde parlamentonun etkinliği arttırılacaktır” diyen parti; 2009 yılında tutmayacağı belli olan bütçe için Meclis’e ek bütçe değil, borçlanma limitini artırmak için yasa değişikliği getirip, bütçe hakkını ‘paspas’a çeviriyordu.
10 yıl önce ekonomi politikalarını anlatmak için çaba harcayan parti, şimdi en küçük eleştiri konusunda oldukça toleranssız bir durumda.
Önce ortak aklı kaybettik.
 


 
Kültür cephesinde yeni bir şey yok
Başbakan'ın 2004'deki İstanbul Modern konuşmayla 2011'de Kars'daki İnsanlık Anıtı heykelinin yıkılacağını ilân eden konuşmanın içeriği kültürel söylemin neo-liberallikten çıkılıp muhafazakârlığa varıldığını gösteriyor

Son 10 yılda kültürün geçirdiği değişimleri değerlendirmek hem kolay hem de zor. Elde yazılı bir kültür politikası metni olsa, hele bir de bu metin uygulamanın rehberi olsa iş kolaylaşabilir. Ama böyle bir metin yok. Son 10 yılın tek iktidar partisi AKP’nin hükümet programlarına bakmak da bilinenlerin ötesinde bir şeyler söyleme fırsatını vermiyor. Geriye ne kalıyor? Söylemlere, eylemlere bakarak bir bilanço çıkarmaya çalışmak.
Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesi son 10 yılda hafif dalgalanmalarla hep aynı yerde : Binde yarımın biraz altında bir yerlerde. Hemen söyleyelim, bu bütçenin içinde kültürle turizmin payı birbirinden ayrıl(a)madıkça, söylenecek her şey eksik ve yaklaşık kalmaya mahkûm. Kültür bütçesinde önemli bir değişiklik yok.
Kültürün apaçık “özelleştirilmesi” ya da başka deyişle kamunun kültürdeki sorumluluğunun özel kesime havalesi AKP iktidarının başından beri az ya da çok gündemde. Hatta özel girişimi teşvik için altyapı sağlayacak yasal düzenlemeler de bu dönemde yapıldı. Düzenlemelerin etkin biçimde işlediğine dair bir işaret henüz yok. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu sırada denenen benzin fiyatlarına eklenen kuruşların kültüre kaynak oluşturması (ya da piyango ve talih oyunlarından aktarılacak bindelik payların kültüre aktarılması) türünden önerilere ise pek rastlanmıyor.
2002’den hemen sonra, kültür uygulamalarında karar süreçlerinin yerelleşmesi yönünde esen rüzgârlar da dinmişe benziyor. Tek tek belediyelerin seçmen beklentilerini karşılama çabasıyla düzenledikleri festival ve programlar ile kültür içeriğinden çok kültür mekânlarına yaptıkları yatırımlar bir yana bırakılırsa kültürün yerelleşeceğini ummak için şimdilik sebep yok.
Bakanlığın kültür faaliyetinin çok önemli bir kısmını temsil eden kültürel miras ve müzeler konusunda yapılanlar iki başlıkta özetlenebilir. Birincisi, bizzat Bakan’ın da yakından ilgilendiği ( bunun için son iki yıl içindeki demeçlerine bakmak dahi yeterli) yurtdışına kaçırılmış kültür eserlerinin yurda getirilmesi çalışmaları. Bu konuda nasıl bir politika izlendiğini anlamak kolay değil. Önceliklerden ziyade rastlantıların etkili olduğu izlenimi baskın. İkincisi, müzelerdeki yönetimle doğrudan ilgili olmayan bazı hizmetlerin ihale yoluyla tek bir şirkete devredilmesi. Bu girişimin sonuçlarının neler olacağını kestirmek zor. Bu arada, müze yönetimlerinin yapısı ve işleyişini verimli kılmak için yapılan çalışmalar konusunda bir bilgi yok.
Başbakan’ın kültür konularıyla ilgili ya da doğrudan sanata ve sanatçıya dair konuşmaları da değerlendirmede işe yarayabilir. AB’ de üyelik sürecine geçişte simgesel değer taşıdığına inanıldığı için erken açılması teşvik edilen 2004’deki İstanbul Modern konuşmayla 2011’de Kars’daki İnsanlık Anıtı heykelinin yıkılacağını ilân eden konuşmanın içerik analizleri yapılabilir. Bu analiz, kültürel söylemin siyasal alandaki dalgalanmalara doğrudan bağlı olduğunu ve neo-liberallikten çıkılıp muhafazakârlığa varıldığını gösteriyor.Türkiye’de kültürün özerk sanatın özgür olması için önümüzde uzun bir yol var.
Son on yılın ikinci yarısında Türkiye’nin uluslararası kültürel ilişkileri bakımından iki önemli yenilik: Yunus Emre Enstitüleri ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı. 2007’de kurulan Yunus Emre Enstitüleri, ağırlıklı olarak Türki cumhuriyetler ile müslüman ülkelerde Türkçe öğretimi veren kültür merkezleri. Dışişleri Bakanı’nın mütevelli başkanı olduğu bir vakıf tarafından yönetilen merkezler, Türkiye’nin uluslararası kültür politikasının dış tanıtım ve diplomatik öncelikler odağından yürütüldüğünün kanıtları arasında. Doğrudan Başbakanlık’a bağlı çalışan Yurtdışı Türkler dairesi ise kültüre etnik(Türk) ve dinsel (Müslüman) kimlikler merceğinden bakışın izlerini taşıyor. Her iki kurumun çalışmaları hakkında resmi mecraları dışında tatmin edici veri ve araştırma henüz yok.

Kültür endüstrileri konusunda son yıllarda kuşkusuz en dikkat çekici gelişme, TV dizilerinin ihracatındaki “patlama”. Film endüstrisinin hiç olmazsa bu alanda gösterdiği ekonomik büyüme ve uluslararası pazarda sağladığı başarının ihracat teşvikleriyle desteklenmesi de olumlu bir adım. Gelgelelim, teşvik mekanizmasının Kültür Bakanlığı yerine Ekonomi Bakanlığı’nca geliştirilip yürütülmesi Kültür Bakanlığı’nın faaliyet ve sorumluluk alanının daralarak yeniden tanımlanmakta olduğunu akla getiriyor.

Yeni anayasa çalışmalarının yürütüldüğü bir dönemde,kültürel haklarla ilgili yani vatandaşın kültüre erişimi, kültürel hayata katılımı ve sanat eğitimi alması bakımından devletin sorumluluğuna vurgu yapan, dünyada pek çok ülkenin anayasalarında bulunan türden bir düzenlemenin yapılacağına dair bir emare henüz ortada yok.

İki önemli bitirilmeyen işe burada özel olarak değinmek gerek. Birincisi, Türkiye’nin kültürel ifadelerin çeşitliliği konusundaki sorumluluğunu yerine getirmesi ve uluslararası camiada kendisinden umulabilecek rolü oynaması için bir yılı aşkın süredir tüm alt komisyonlardan geçmiş vaziyette TBMM gündeminde sıra bekleyen, dünyadaki imzacı ülke sayısı 125’e ulaşmış olan UNESCO Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Güçlendirilmesi Sözleşmesi. Sözleşmenin onayı için sivil toplum ile kültür endüstrisi meslek birliklerinin ortaklaşa lobi yapması yararlı olabilir. Bitirilemeyen ikinci iş ise, 2007’de Avrupa Konseyi’ne taahhüdü verilen Türkiye’nin kültür politikası metninin Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki gidiş-gelişlerini tamamlanarak yayımlanması. 2012 sonrasında görülebilecek en önemli yenilik yazılı bir kültür politikası olabilir. O zaman belki meşhur 2023’de belgelere dayalı bir onyıl değerlendirmesi de mümkün olur.

Son olarak, gazete manşetlerini bolca işgal eden “muhafazakâr sanat” konusunda ne gibi somut adımlar atılabileceğini ise önümüzdeki on yıl gösterecek. 

 

Radikal, 03.11.2012


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.