Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Sivil Anayasa Forumu -6-

Sivil Anayasa Forumu -6-

Taraf’ın sivil anayasa hazırlığına katılan uzmanlara göre mevcut Anayasa laikliğe aykırı. Batı’daki gibi devleti sınırlayan laiklik düzenine geçince, Diyanet İşleri kalmayacak, İmam Hatip Liseleri özelleşecek, din dersi seçmeli olacak

Taraf’ın sivil anayasa hazırlığında forum aşamasının sonuna geldik. 

Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serap Yazıcı, Bilkent Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Altan bu son bölümde din-devlet ilişkisini masaya yatırdılar. Oturumu Turgay Oğur yönetti.

Taraf ekibi şimdi Sivil Anayasa Forumu’nda, üzerinde anlaşma sağlanan ilkeleri yansıtacak yeni bir anayasa taslağı yazıyor.

BEKLEYİN... PEK YAKINDA...


Batıda laiklik devleti sınırlar


Taraf: 82 Anayasası’na göre Türkiye laik bir ülke mi?

Mustafa Erdoğan: Anayasa Mahkemesi’nin laikliği diğer anayasal ilkelerin de üzerinde hatta onları belirleyen bir ilke olarak görmesinden de anlaşılacağı gibi, Türkiye’de laiklik üzerinden yaşadığımız sorunlar temel bir felsefî probleme dayanmaktadır. Çünkü, devletin 82 Anayasası ile restore edilen ideolojisinin iki ayağı var: Birisi milliyetçilik, diğeri laiklik. Buradan hareketle, bizde laiklik meselesi sadece herhangi bir batı ülkesindeki gibi hukuki bir ilke değil. Daha kapsayıcı bir ilke. Hatta Anayasa Mahkemesi’nin pekçok kararında belirtildiği gibi laiklik sosyal bir felsefe olarak algılanıyor. Toplumun kültürel dönüşümünün temel paradigması olarak algılanıyor. Bu tabii şöyle bir durum yaratıyor. Laiklik, normal Batılı anlayışa göre, devleti sınırlayan bir ilkedir. Temel haklar bakımından devleti sınırlar. Din eğitiminin zorunlu olmaması bakımından devleti sınırlar, vs. Devletin ne yapamayacağını gösterir. Bizdeki yorumlamasıyla ise Batı’daki laiklik tanımının tam tersi oluyor, devleti güçlendiren bir madde haline dönüşüyor. Devletin, topluma belli bir biçim verme konusunda referans alacağı bir ilke haline geliyor.
Aslında liberal demokrasilerde laiklik, tarafsızlık ilkesinin bir uzantısıdır. Tarafsızlığın da temel fikrî; vicdanî, ahlakî, dinî meselelerde otorite yoluyla karar veremezsiniz. Bu John Locke’un Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’undan beri, XVII. yüzyılın sonlarından bu yana  Batı’da teessüs etmiş, yerleşmiş bir ilkedir. Bu, dolayısıyla, siyasi otoritenin karışamayacağı bir alandır. Ahlaki meselelerde nasıl bize iyiyi söyleyemez, estetikte bize güzeli buyuramaz, bilgide bize doğruyu dayatamaz ise, aynı şekilde dinde de inançta da bize hakikati buyuramaz, dayatamaz.

Taraf:
Bu bizim bir çırpıda söylediğimiz din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından daha geniş bir tanım.

Mustafa Erdoğan:
Laikliğin üç temel unsuru var:
1. Din ve devletin birbirinden ayrılması: Heryerde olan evrensel bir ilke. Amerikan Anayasası’nda açıkça belirtildiği gibi devletin din tesis etmesi yasaklanmıştır.
2. Din ve vicdan özgürlüğünün garanti altına alınması: İnsanların derin vicdanî kanaatleri sadece dinle ilgili de değildir. Dinî inançlar da dini reddeden vicdanî kanaatler de güvence altındadır.
3. Tarafsızlık: Devletin dinler, mezhepler, dinî yorumlar, cemaatler, tarikatlar karşısında tarafsız olmasıdır. Birisinden yana diğerine karşı olmamasıdır. Birisini kayırıp diğerini mağdur etmemesidir. Tabiatıyla gücünü bu dinî yorumlardan birisini resmîleştirmek için kullanmaması gerekir.
Resmî dinin olmaması, açıkça resmî dinin yazılmaması ile sağlanacak bir durum değildir.  Türkiye’de açıkça resmî din yoktur, ancak dolaylı olarak, yorum yoluyla resmî din benzeri bir durum vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun tipik bir göstergesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tarafsızlık ilkesine aykırıdır, hem de devletin dine bulaşmış olmasından, böylelikle dinin de devlete bulaşmış olmasından dolayı laikliğe aykırıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet içinde kamu hizmeti örgütü olarak öngörülmüş olması ve bu hizmetin; dindar, dinsiz, farklı dinlere ve farklı mezheplere sahip  kişilerden alınan vergilerle finanse ediliyor olması tarafsızlığa aykırıdır.

Diyanet İşleri Sünnilerin de lehine değil
Doğru bir özgürlük anlayışıyla bakarsak, aslında bu zannedildiği gibi Sünnilerin lehine bir durum da değildir. Çünkü burada, bir din yorumunu devlet resmîleştiriyor. Meselâ camilerdeki hutbeleri düşünün. Devlet kendi hikmet-i hükümet anlayışına uygun olarak, devletin kendi politikalarına, çıkarlarına hatta stratejilerine uygun olarak dini kullanıyor. Dindarlara vaazlarla, hutbelerle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarıyla ‘doğru din şudur’ diyor. Bu anlamda da laikliğe aykırıdır.
Bir başka nokta ise, nasıl devletin dinden bağımsız olması gerekiyorsa, dinin de devletten bağımsız olması gerekiyor. Dinin sivil alanda kalması gerekiyor. Bu dinî eğitimi de kapsar. İmam Hatip Liseleri tartışılıyor... Bu temel tercihteki yanlıştan kaynaklanan tâlî bir problemdir. Din eğitimi dünyanın her yerinde toplumsal bir ihtiyaçtır. Ancak bizim devlet bu alanı sivillere bırakmak istemiyor. Bir taraftan bu ihtiyacı zorunlu din eğitimi ile telâfi etmeye çalışıyor. Diğer taraftan, Diyanet İşleri dolayısıyla din adamları devlet memuru oldukları için, onları yetiştirmek üzere İmam Hatip Lisesi kuruyor. Bu tabii ki demokratik toplumlarda o sınırda tutulamıyor.
Zorunlu din eğitimi konusunda birşey daha söylemek mümkün. Alevi bir vatandaş çocuğunun zorunlu din eğitiminden muaf tutulması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme’nin ayrıntılı kararında Avrupa’daki durum, ülke ülke inceleniyor. Bu kararda görüyoruz ki Avrupa ülkelerinin tamamında müfredatta din var, fakat katılmak zorunlu değil. Bizde problem bu derslere katılımın zorunlu olması ile din dersi müfredatının belirli bir din ve mezhebe göre hazırlanmasıdır.
Buradan şu sonuca varabiliriz. Müfredatta tercihli olarak, çoğulcu bir perspektifle hazırlanmış din dersleri yeralabilir. Öğrencilerin bu derslere girip girmeyeceklerinin kararını da, reşitlerse kendilerinin, değillerse ailelerinin vermesi gerekir. Tabii muhtevanın da değişmesi gerekiyor.
Türkiye’de temel problem; devletin açıkça, yazılı olarak bir resmî din benimsememiş olmasına rağmen, pratikte bir tür resmî dini sürdürmekte devam etmesidir. Buna bağlı olarak; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İmam Hatip Liselerinin ve zorunlu din eğitiminin var olmasıdır. Eğer biz sahici laikliğe geçersek bu sorunlar da kendiliğinden çözülmüş olur. Yani din alanı tamamen sivil bir alan haline getirilse, sivillere bırakılırsa sorun kalmaz. Bunun bir sakınca yaratacağını da sanmıyorum. Anayasa’nın 24. Madde’sindeki aşırı yorumu bir tarafa bırakıyorum, onun haricinde zaten din özgürlüğünün kötüye kullanılmasını engelleyecek, kamu düzenini ihlâl edecek biçimde kullanılmasını engelleyecek hükümler, gerek Anayasa’da gerek İnsan Hakları Beyannamesi’nde mevcut. Tabii ki dindarların ya da herhangi bir ideolojik grubun bazı etkinlikleri, eğer şiddet kullanımına ya da şiddet kullanımını teşvike dönüşürse, buna ilişkin halihazırda yasal düzenlemeler vardır. Burada bir problem yoktur.
Devletin dinden tamamen arındırılması, buna karşılık da dinin özel alanda serbestleştirilmesi gerekir.

Laikliğin kaynağı toplumun zenginleşmesi

Taraf:
Laiklik kavramını üretmiş olan toplumsal dinamikler nelerdir?

Mehmet Altan: Laiklik meselesinin bir sosyal boyutu var. Bir insanın laik olabilmesi için zenginleşmesi lazım. Burjuva devrimiyle zenginleşme ile farklı yaşam stilleri, tercihlerde çoğulculuk ortaya çıkmıştır ve Kilise’nin dayatmasının dışında bir üretim biçimi şekillenmiştir. Piyasa için üretime geçildiği vakit yaşam biçimi de Kilise’nin belirlediği kuralların dışına taşmıştır. Dolayısıyla burjuvazi ile Kilise arasında büyük bir kavga çıkmıştır. Toplumun zenginleşmesi laikliğin oluşumunun esas nedenidir. Siirt’in mezrasındaki bir adamın hayatında laik olmak, şeriatçı olmak hiçbir farklılık getirmez. Çünkü tercihleri yoktur. Bu tercih toplumun değişmesi, dönüşmesi, üretime geçmesi ile bağlantılıdır.

Diyanet ve Genelkurmay aynı yasada

Türkiye’nin kurucu unsuru, bir Müslüman ülkenin demokrat olabileceğine, temel hak ve özgürlüklere saygılı olabileceğine, laik olabileceğine hiçbir zaman inanmamıştır. Nitekim bugün de inanmıyor. Müslümanlığın tehlikeli olabileceği düşüncesiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında aynı yasa ile hem Diyanet İşleri’ni kurmuştur, hem Genelkurmay’ı kurmuştur. Sistemin kendi içinde Diyanet ve Genelkurmay aynı işlevselliktedir. Burada, ‘bir din devleti olmasın’ hedefi gözetiliyor gibi gözükse de, bir devlet dini yaratılmıştır. Devlet dininin yorumlayıcısı da Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Alevilerin, Müslüman olmayanların, tanrıtanımazların vergileriyle Diyanet İşleri’nin yorumcu kurullarının şekillendirdiği rahatsız etmeyen bir Sünni anlayışa uygun bir din kurumu oluşturulmuştur. Aslında bireyle Tanrı arasında bir din olan Müslümanlığa böylece bir ruhban sınıf ve resmî yorum getirilmiştir. Bu resmî dine karşılık toplum, tarikatlarla, cemaatlerle resmî olmayan bir anlayışı sürdüregelmiştir.
Burası sahiden laik mi, yoksa burada az müslümanlık-çok müslümanlık mı var? Meselâ bir general din değiştirse, ya da bir vali, bir milletvekili din değiştirse acaba sosyal yapıdaki yeri aynı kalır mı? Gerçekten ne kadar laikiz?
Sonuç olarak, laiklik bizde toplumsal gelişmenin ulaştığı bir nokta değil, bürokratik egemenlerle halk arasındaki kavganın kendi içindeki uygulamasıdır. ‘Laik’ dendiği zaman -normalde olması gereken- dinî gereksinimlerin, talep edenler tarafından finanse edilmesi anlaşılmalıdır. Toplumun bunu kendi içinde örgütlemesi gerekir, devletin burada olmaması gerekir. Ben yabancılara, imamların devlet memuru olduğunu anlatmakta güçlük çekiyorum.

Laiklik topyekün bir ideoloji

Ergun Özbudun:
Türkiye’de yapılan laiklik konusundaki tartışmalarda bazı evrensel kavramlar, aslî anlamlarından son derece çarpıtılmıştır. Laikliğin Batılı demokrasilerdeki tanımı devletin çeşitli dinî inançlar ve inançsızlıklar karşısında tarafsız ve eşit mesafede olmasıdır. Vatandaşlar arasında din, mezhep inanç temelinde herhangi bir ayrım gözetmemesi ve bir dini kayıracak şekilde harekette bulunmamasıdır.
Türkiye’deki duruma baktığımız zaman bu anlamdaki laikliğin çok ötesine kayan bir laiklik anlayışı var. Laiklik adeta bir topyekün ideoloji, bir hayat tarzı olarak görülüyor. Bu laiklik ideolojisi Cumhuriyet’in temel felsefesine sinmiş durumda. Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararına da yansımış bulunuyor. Anayasa Mahkemesi, 1989’da türbanla ilgili verdiği kararını, “laiklik insanlığın düşünsel ve örgütsel gelişmesinin son aşaması, insanca yaşama ideali” gibi, pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte’u bile kıskandıracak bir ‘belagatle’ ifade etmiştir. Böyle bir laiklik anlayışı hiç bir Batı demokrasisinde yok. Bu tamamen pozitivist bir laiklik anlayışı ve moderniteyi, çağdaşlığı mutlaka bu anlamda bir lakiliğe bağlayan, onun dışındaki bütün fikir akımlarını, bütün uygulamaları reddeden, dine hiçbir şekilde bir kamusal görünürlülük sağlamayı kabul etmeyen, onu ancak lütfen vicdanlara ve mabedlerin içine hapseden bir laiklik anlayışıdır.

Laik, teokratik ve laikçi devlet
Bu sadece türban kararında değil, Anayasa Mahkemesi’nin daha önceki ve daha sonraki pekçok kararında da belirtilmiş. Bu anlamda “Türkiye gerçekten laik mi” sorusu önem kazanıyor. Değerli meslekdaşımız Sami Selçuk’un özlü ifadesiyle; “Türkiye, egemenliğin kaynağı bakımından laik, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet teşkilâtı içinde yer alması (buna zorunlu din derslerini de ilâve edebiliriz) bakımından teokratik, fakat dinin her türlü kamusal görünürlüğünü ortadan kaldırma anlamında da laikçi bir devlettir.” Bu fevkalâde güzel bir özettir. Her dinin sosyal tezahürleri vardır. Bu sadece Müslümanlıkta değil, Hristiyanlıkta, Musevilikte ve bilinen diğer bütün dinlerdedir. Fakat Türkiye’deki laiklik anlayışı, Anayasa Mahkemesi’nin de özenle belirttiği gibi, dini sadece bireysel vicdanlara hapseden bir anlayıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın durumuna değinmek gerekir. 136. Madde’de düzenlenmiştir. Devletin adeta resmî bir İslam anlayışını topluma telkin ve empoze etmek amacıyla kurduğu ve devlet bütçesinden finanse ettiği bir kuruluştur. Eğer laikliğin Batı anlamında temel unsurlarından biri devlet fonksiyonu gören unsurlar ile din fonksiyonu gören unsurların birbirinden ayrı olması ise; Türkiye bu anlamda laik değildir. Çünkü dinî hizmetler bir devlet kurumunun tekeli altındadır. Ayrıca zorunlu din dersleri de temel bir problemdir. Tabii zorunlu din derslerinin askerî bir yönetim tarafından Anayasa’ya konmuş olması da ayrı bir ironi örneği. Fakat buradaki amacın resmî, aydınlanmış bir İslam anlayışını topluma benimsetmek olduğu anlaşılmaktadır.
Bir Alevi ebeveynin müracaatı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı var. Avrupa’da beş devlette (Türkiye dahil) zorunlu din dersleri var. Mahkeme bunu Sözleşme’ye aykırı bulmuyor. Fakat bu din derslerinin objektif, tarafsız ve eleştirel olmasını söylüyor. Türkiye’deki din ve ahlâk bilgisi eğitimini bu şartlara uygun olmamakla nitelendiriyor.
Nereden baksanız laiklik konusunda ciddi problemler var. Bir yönüyle din-devlet ayrılığı değil, devlete bağımlı din modeli ortaya konuyor. Öte yandan dinin her türlü sosyal tezahürü reddediliyor, yasaklanıyor. Geçtiğimiz günlerde gazetelerde okuduk; bir hakimimiz  boşanma davasındaki hanımı çarşaflı olduğu için salondan çıkarmak istemiş, hanım çıkmayı kabul etmediği için duruşmayı ertelemiş. Bunun bir adım ötesi evdeki kıyafetinize karışmaktır.Türkiye’nin demokratik gelişmesini sağlayabilmesi için makul bir laiklik tanımında oldukça geniş bir mütabakat olması lazım. Bugün böyle bir mütabakat yok maalesef. Hakikaten bazı çevrelerce laiklik, bir kontrol, bir denetim mekanizması olarak kullanılıyor. Bürokratik hâkimiyetin devamını sağlayacak bir mekanizma olarak kullanılıyor. Oysa laiklik esas itibarıyla birey hürriyetine hizmet eden bir fikirdir. Bireylerin dini seçme hürriyetine, ibadet hürriyetine hizmet eden bir ilkedir. Bizde ise tam aksi mânâda yorumlanıyor.

Diyanet İşleri laiklik karşıtı bir kurum

Taraf:
Yeni bir anayasada laiklik sorunu nasıl çözülebilir?

Serap Yazıcı: Türkiye eğer tümüyle yeni bir anayasa yapma fırsatını elde edecek olursa şüphesiz gözden geçirilmesi gereken konulardan biri de bu yeni anayasada laiklik ilkesinin ve bu ilkeyle ilişkili olan diğer hükümlerin ne şekilde formüle edileceğidir. Tabii bu ifadeyi kullandığımız zaman bir de dip not düşmemiz gerekiyor. Bu tür bir gözden geçirme Türk anayasal düzeninin düzeninde laik olmaktan vazgeçileceği anlamını taşımıyor. Tam aksine mevcut anayasal düzenimiz içinde laikliğin evrensel tanımı ile bağdaşmayan çeşitli hükümlerin varlığına işaret ederek, bunlardan arındırılmış bir anayasanın kurulması hedefinden kaynaklanıyor.
Laiklik ilkesi neden çok önemli? Çünkü laiklik ilkesiyle demokrasi arasında aslında bir ilişki mevcut. Demokrasinin özü anayasal hak ve hürriyetlerin garanti altına alınmasını gerektirir. Tüm anayasal hak ve özgürlükleri koruyacak şemsiye hükümlerden biri de laiklik ilkesidir.  Bu sadece din hürriyetinin garanti edilmesi olarak karşımıza çıkmamaktadır, tüm hak ve hürriyetlerin eşitlik temelinde korunması bakımından da önem taşımaktadır. Eğer bir anayasa düzeni laik olduğunu beyan ediyorsa, o anayasa düzeninde bütün haklar ve özgürlükler vatandaşların inançları yönünden bir ayrım yapılmaksızın vatandaşlara tanınması gerekmektedir. Herkese eşit olarak tanınmalıdır. Bu açıdan laiklik ilkesi çok önemli ve yeni anayasa düzeninde de korunması gerekir. Ancak anayasamızda maalesef bu ilke ile çelişen hükümler var. Bunlardan biri din ve ahlak derslerinin zorunlu olması. Aslında bu anayasa hükmü din ve ahlak derslerinin sosyolojik olarak okutulması amacıyla belki anayasaya alınmıştır. Anayasadaki yazım biçimine baktığımız zaman böyle bir sonuç ortaya çıkabilir. Şunu gayet iyi biliyoruz, hiç tereddütümüz yok: 1982 Anayasası yürürlüğe girdiğinden bu yana ilk ve orta öğretim kurumlarında sadece bir dinin hatta o dinin de bir mezhebinin öğretisi öğrencilere dayatılmaktadır. Dolayısıyla uygulamanın laiklikle bağdaşmadığı çok açıktır. Yeni anayasada yapılması gerekenlerden birisi din derslerinin seçimlik ders haline getirilmesidir. Hatta bunu düzenlerken de din dersinden istifade etmek isteyen öğrenciler yahut onlar adına velilerin dilekçe verdiği bir sistemin benimsenmesi gerekir. Bu nokta çok önemli. Özellikle küçük yerleşim yerlerine gittiğiniz zaman, bir aile çocuğuna din dersi verilmesini istemediği takdirde sosyal baskılar karşısında din dersini istemediği yolunda bir dilekçeyi okul idarelerine veremeyecektir. Bu yüzden bu derslerden kimler yararlanmak istiyorsa onların dilekçeyle müracaatı esas alınmalıdır.

Diyanet İşleri eşitlik ilkesiyle çelişiyor
İkinci konu ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın  devletin genel idare yapısı içerisinde yer alması ve bu kuruma devlet bütçesinden oldukça önemli bir payın tahsis edilmesidir. Bunun da anayasal bir demokraside varlığını açıklamak mümkün değildir. Çünkü demokratik bir anayasa düzeninde vatandaşlar vergilerini öderlerken nasıl eşitlikçi bir yükümlülük ile karşı karşıya iseler, o vergilerin kamu hizmetine dönüşümünde de bunlardan yararlanma konusunda eşit haklara hakları haiz olmaları gerekir. Oysa tüm vatandaşlar vergi ödemekle yükümlü oldukları halde, bunlardan sadece İslam dinine mensup olanlar, hatta onlar arasında da sadece sünni olanlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hizmetlerinden yararlanmaktadır. Bu da eşitlik ilkesiyle çelişmektedir.
Nüfusumuzun bir kısmını Alevilerin oluşturduğunu biliyoruz. Bu uygulamaların Aleviler açısından oldukça ağır sonuçları vardır, ama elbette sayıca az olan gayri müslim azınlıkları da dikkate almamız gerekir. Aynı zamanda hiç bir inanç sistemini benimsemeyenleri de dikkate almamız gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin genel idare sistemi içinde olması laik bir düzenle bağdaşır bir durum değildir.

Laiklik Ombudsmanlığı
Bütün bunları düzenlediğimiz zaman gerçekten laiklik ilkesine uygun bir anayasa modeli ve sosyal düzen yaratabilir miyiz konusunda da benim de kuşkularım var. Türkiye’ye baktığımız zaman önemli bir kutuplaşmanın mevcut olduğunu görüyoruz. Toplumun bir kesimi ki; onlar batılı değerlerle yaşamayı arzu edenlerdir, bu kitle giderek yükselen dindarlık eğilimi karşısında, hatta siyasal iktidarın muhafazakar bir partinin elinde olmasından dolayı bu batılı yaşam biçimini kaybedeceği endişesini taşımaktadır. Öte yandan dindar olan kitleler din hürriyetlerinin baskı altında olduğu şeklinde bir yakınmanın içindedir. Bu iki kutbu birbiriyle barıştıracak, birbirleriyle korkmadan ve kendi yaşam biçimlerini sürdürebileceklerinin güvencesini verebileceğimiz bir modele ihtiyaç var. Bunun için Prof.Dr. Hakan Yılmaz’ın bir önerisi var, Laiklik Ombudsmanlığı biçiminde. Böyle bir kurumun yaratılmasının faydalı olabileceği kanısındayım. Bu kurumun fonksiyonu, özellikle kamu kurumlarının yetkilerini kullanırlarken, vatandaşların inançları yönünden herhangi bir baskı ya da zorlamaya maruz kalmaları halinde bu tür şikayetlerin bildirileceği bir yer olması olacaktır. Bu kurumda şikayetler birikebilir. Devletin diğer organlarına düzenli raporlar verilebilir ve izlenecek politikaların neler olması gerektiği konusunda da yol gösterici olabilir.
Ben Hakan Yılmaz’ın bu önerisini biraz daha genişletmek gerektiği kanısındayım. Çünkü Türkiye’nin yegane çatışması dindar olmak veya laik olmak ekseninde ortaya çıkmıyor. Türkiye’nin çok boyutlu çatışmaları var. Etnisite temelinde, mezhep temelinde, din temelinde yaşıyoruz bu çatışmaları. Dolayısıyla Türkiye’de gerçekten bir ombudsmanlık kurumu oluşturulacaksa bu kurumun içinde çeşitli çatışma boyutları ile ilgili faaliyet gösterecek kamu denetçilerine görev verilmelidir. Mesela bunlardan biri lailklik ekseninde çıkan çatışmalardan sorumlu olabilir. Biri etnik temelde ortaya çıkan çatışmalardan sorumlu olabilir, biri eşcinsellerin karşılaştığı sorunlarla ilgilenebilir. Kadın-erkek temelindeki çatışmalardan sorumlu olabilir. Bir başkası da bedensel engelli vatandaşların karşılaştığı sorunlardan sorumlu olabilir. Eğer gerçekten batılı anlamda bir ombudsmanlık kurumu yaratabilirsek bu kurum hem parlamentoya, hem hükümete, hem de yargıya karşı tümüyle bağımsız bir organ olarak teşekkül etmelidir. Bu kurumun üyeleri parlamento tarafından ama nitelikli çoğunluk ile seçilmelidir ki tüm siyasi partilerin üzerinde uzlaşmaya varabilecekleri kişiler bu kurumda yer alabilsinler.
Bu kurum, her yıl kendilerinde kendisinde biriken vatandaş şikayetlerini bir rapora dönüştürerek ilgili makamlara iletebilirler, kamuoyuna duyurabilirler. Böylece ilgili makamların bu tür raporların gereği olan politikaları izlememeleri halinde kamuoyununda bir baskı oluşturulmasının zemini hazırlanabilir. Böylece halka hesap verebilen, halkıyla iletişim halinde olan bir devlet düzeninin kurulması teşvik edilebilir. Tabii ki bunlar tek başına ideal bir anayasa düzeninin teşkil edilmesini sağlamayacaktır. Bunlar sonuç olarak kurumsal mekanizmalar. Bunları nasıl işleteceğimiz bizlere kalmış bir mesele. Haliyle tüm vatandaşlar bu tür kurumların işleyişinde kendilerini eşit derecede sorumlu görürlerse belki arzu ettiğimiz gibi özgürlükçü demokratik bir anayasa düzenini kurmak da mümkün olabilir.
Çeşitli konuşamalarımızda laikliğin gereği olarak din üzerindeki baskıların kalkması gerektiğini savunuyoruz. En somut olarak da yüksek öğretim kurumlarında türbanla eğitim alma hakları olması gerektiği iddialarında ortaya çıkıyor. Ama bir noktaya noktayı açık olarak belirtmek gerekir: din hürriyeti üzerindeki baskıların sona ermesi gerektiğini savunuyor olmamız, dindar olmadan yaşamak isteyenlerin haklarının ihmal edileceği bir düzeni savunduğumuz şeklinde yorumlanmamalı. Ben özellikle bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bu topraklar hepimizin. Hepimiz bu devletin eşit haklara hakları haiz vatandaşlarıyız. Dolayısıyla hepimiz arzu ettiğimiz biçimde yaşamlarımızı sürdürebilmeliyiz. Bunun garanti edilmesi gerekir ve toplumun tüm farklı kesimlerinin bu hoşgörü içinde olması gerekir.

Batılı hayat tarzına da hoşgörü şart
Batılı hayat tarzına sahip olanlar dindarlara, ama aynı şekilde dindarların da batılı hayat tarzını sürdürmek isteyenlere hoşgörülü olmalıdır. Aksi halde birinin diğerine hükmettiği bir model demokratik bir model olmayacaktır.
1982 Anayasası’nın en temel özelliklerinden birisi; Türkiye gibi çoğulcu özellikler taşıyan bir topluma yeknesak, tektip bir insan modeli dayatmasıdır. Bu modeli terk etmemiz gerekmektedir. Çünkü Türkiye toplumu çoğulcu bir karaktere sahip. Haliyle anayasanın tek tip insan modeli dayatması, ister istemez kutuplaşmaları, çatışmaları besleyen bir zemin hazırlamış oluyor. Eğer yeni anayasa gerçekten çoğulcu bir zihniyette hazırlanabilirse, bu anayasa düzeni içinde zamanla toplumda da hoşgörü koşullarının gerçekleşmesi mümkün olabilir. Nasıl bugünlere uzun yıllar içinde geldiysek, belki o çoğulcu düzene de felsefesi demokratik olan bir anayasanın yürürlüğüyle ulaşabiliriz. Onun için yeni anayasasının temel felsefesi çok önemli.

Empati yokluğunda sivil anayasa zor

Ergun Özbudun:
Türkiye’de zaten anayasa tartışmalarını bir çıkmaza sokan, bir sağırlar diyaloğu haline getiren karşılıklı tahammül ve empati eksikliğidir. Laikçiler dindarların hak ve hürriyetlerine daha büyük saygı göstermeyi içselleştirmelidirler. Muhafazakarlar da laik hayat tarziına sahip olanların hak ve hürriyetlerine aynı ölçüde saygı göstermeliler. Aksi halde bu kavga sürüp gidecektir. Bunun tek çözüm yolu, karşılıklı saygıya ve birbirini kabullenmeye dayanan bir siyaset felsefesinin, kültürünün hakim olmasıdır.
Bir anayasa veya herhangi bir kanun bunu bir gecede yaratamaz fakat böyle bir ortamın yaratılmasına hizmet edebilir. Onun dışında bütün belli başlı STK’ların, medyanın, aydınların, siyasi partilerin insanlara farklılıklara saygı telkininde bulunmaları lazım. Başka türlü demokrasinin sağlıklı olarak yürümesi mümkün değil.
Mevcut empati yokluğuna dayanan psikolojinin etkisiyle anayasa tartışmaları son derece kırıcı, vahşi ve insafsız bir şekilde cereyan ediyor. Haftalardır konuşuyoruz. Görüşlerimizin ana ekseni Türkiye’nin batılı standartlarda bir demokrasiye ulaşması. Bunun somut alanlarında örnekler veriyoruz. Bugün konuştuğumuz konu laiklik. Laikliğin evrensel tanımına uygun olması gerektiğini söylüyoruz. Cevap, siz şeriatı mı getirmek istiyorsunuz, oluyor. Anayasa yargısının batıdaki örneklerine uygun bir biçimde işlemesi gerekitğini söylüyoruz. ‘Siz meclisi denetimiz mi bırakmak istiyorsunuz, siz meclisi denetleyecek makamı siyasallaştırmak mı istiyorsunuz, siz kayıtsız şartsız bir çoğunluk hakimiyeti mi yaratmak istiyorsunuz’ cevapları karşımıza çıkıyor. Biz asker – sivil ilişkilerinin yine batılı modele uygun bir biçimde ve sivil otoritenin üstünlüğü esasına dayanan bir şekilde yeniden örgütlenmesi gerekitiğini öneriyoruz. Cevap, siz orduya karşımısınız, askere karşımısınız, laikliğin son sigortasını da yok etmek mi istiyorsunuz. Dolayısıyla şeraitın gelmesini kolaylaştırmak mı istiyorsunuz. Siyasi partilerin kapatılması güçleştirilsin diyorsunuz, demokrasiyi savunmasız mı bırakacaksınız cevabıyla karşılaşıyorsunuz.
Böyle bir ortamda rasyonel tartışmaları sürdürmek, makul bir uzlaşmaya varmak fevkalade zor gözüküyor. Dolayısıyla ben anayasa çalışmalarının yakın geleceğinden fazla ümitli olmadığımı belirterek sözlerimi bağlamak istiyorum. Herşeyden evvel karşımızdakini daha iyi anlamak mecburiyetindeyiz. Türkiye’de hem laikçiler hem muhafazakarlar bugün olduklarından daha demokrat olmak, daha toleranslı olmak ve farklı hayat tarzlarına daha saygılı olmak mecburiyetinde. Eğer bu noktaya ulaşabilirsek anayasanın teknik problemleri de çok daha rahatlıkla çözülür.

Taraf: Beş hafta boyunca her cumartesi günü Taraf binasına gelerek bu foruma katıldığınız için hepinize çok teşekür ediyoruz.

Taraf, 08.06.09


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.