Avrupa Birliği > Üç temel tartışma

Müzakere sürecinde Türkiye - 1

Türkiye, 40 yıldan fazla bir zamandır ilişkisini güçlendirmek için eşiğini aşındırdığı AB'den 16-17 Aralık'ta Brüksel'de yapılan zirvede müzakerelere başlamak için karar almayı başardı. Bir yandan alınan karara dair tartışmalar sürerken, diğer yandan Avrupa Birliği'ne katılım takvimi de çalışıyor. Hükümet yetkilileri, Brüksel'de Türkiye'yi en çok zorlayan konuların başında gelen Kıbrıs sorununda, müzakelerin başlama tarihi olan 3 Ekim 2005'e kadar bir çözüme ulaşabilme umuduyla çalışmaların yoğunlaştırıldığını açıklıyor.
Kıbrıs'a ilişkin çalışmaların yanı sıra hem Türkiye hem de AB müzakereler için teknik hazırlıklarını sürdürüyor. Ancak 17 Aralık'la başlayan yeni süreç, artık sadece Avrupa Birliği kurumlarıyla aday ülke Türkiye'nin devlet yetkilileri arasındaki müzakere ve işlemlerle sınırlı değil. Yeni dönemin en önemli özelliklerinden biri de şu:
AB'nin bütünleşme projesinin doğası gereği, aday ülkede toplumun tüm kesimlerinin aktif biçimde rol alması şart. Bu nedenle de toplumun süreç hakkında bilgi sahibi olması, en az devletin yürüttüğü çalışmalar kadar önemli.
Radikal, AB konusundaki bilgilerin yaygınlaştırılması, sorunların ve çözüm olanaklarının iyi tanıtılması görevini bu mini diziyle sürdürüyor.

Avrupa Birliği (AB) üye ülkelerinin başbakan ve devlet başkanları tarafından 16-17 Aralık 2004'te, Brüksel'de yapılan tarihi zirvede Türkiye konusunda alınan kararın içeriği ve özellikle üyeliğimize getirdiği söylenen sınırlamalar kamuoyunda halen tartışılıyor. Ana muhalefet partisinin başını çektiği bu kısır ve zaman zaman gerçeklerin çarpıtıldığı tartışmanın bir yere varacağı yok; ancak nelerin olduğunu bilmemiz ve ifadelerin ne anlama geldiğini anlamamız gerekiyor.
Zirveden çok kısa bir süre önce, 29 Kasım 2004 günü dönem başkanı ve bu sıfatla 16-17 Aralık zirvesinin sorumlusu Hollanda'nın sızdırdığı ilk karar taslağında Türkiye'yi üyeliğe değil, ikinci sınıf bir üyeliğe götürebilecek ifadeler yer alıyordu. Müzakereci heyetimizin itirazları ve kamuoyunun tepkileri sonucunda bu sorunlu ve ciddi tehlikeler arz eden ifadeler kabul edilen metinden çıkarılmış, metne değişik paragraflarda dahil edilmek istenen benzer ifadeler de sonuçta metne girmemiştir. Bunlar kimi yorumcuların sandığı gibi kendiliğinden olmamış ve çetin pazarlıklar sonucunda elde edilmiştir.

Üç temel tartışma
Liderlerin son şeklini belirlediği zirve bildirisi elbette fevkalade bir metin değildir ama bu gibi tarihi bir anlam ifade eden pazarlıklarda taraflardan birini yüzde yüz tatmin eden bir metin yoktur. Eski ABD dışişleri bakanlarından Kissinger'ın dediği gibi, "En kalıcı anlaşma tarafların eşit derecede gayrimemnun kaldıkları anlaşmadır."
Metinde kamuoyunda tartışılan üç temel konu var: Güney Kıbrıs'ın tanınıp tanınmayacağı, koruma ve istisnai tedbirlerin kalıcı olup olmadıkları ve müzakerelerin ucunun açık olmasının getireceği düşünülen belirsizlik. Ayrıca, 3 Ekim 2005'te tam olarak neyin başlayacağı da tartışılıyor.

Modernleşme halka yayılacak
Osmanlı, Batı tekniklerine ayakta kalmak için başvurdu. Cumhuriyet 'tepeden' bir modernleşme projesi yürüttü. AB'nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleriyle belki ilk defa Batılılaşmış bir halk, kendi kaderine sahip çıkma olanağını buluyor

Ülkemiz, 17 Aralık kararı ile 200 yılı aşkın modernleşme yolculuğunda çok anlamlı bir eşiği daha aşmış bulunuyor.
Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı teknikleri ile ayakta kalma çabalarının, başından beri sadece devleti kapsayan, Cumhuriyet ile birlikte de topluma sadece tepeden inen bir değişim anlayışının 17 Aralık kararı ile geldiği yerde, Avrupa Birliği'nin toplumsal katılımı şart koşan pratikleri belki ilk kez, batılılaştırılan bir halka toplumsal aktör olarak kendi kaderine sahip çıkma olanağını sağlıyor. Türkiye'de bugün için 'egemen' olan devlet, toplum değil.
Yalnızca devletin tarif ettiği sınırlar içinde ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla egemen olamamış bu toplumun egemen olmasının yolu devletin egemenliklerini diğer devletlerle ve kendi toplumuyla paylaşacağı Avrupa Birliği'nden geçiyor. Bu anlamda 17 Aralık 2004'teki zirve kararı Türkiye toplumunun önüne yepyeni bir ufuk açıyor.

Avrupa'ya dönüş
Diplomasi tarihi açısından bakıldığında 17 Aralık kararı Türkiye'nin 1918'de terk ettiği Avrupa'ya dönüşünü simgeliyor.
Müstakbel Avrupa Birliği üyeliğimiz diğer 'Avrupalı' üyeliklerimizle (Avrupa Konseyi, NATO, AGİT, OECD) hiçbir şekilde eşdeğer değildir.
Avrupa Birliği tam üyeliği, Avrupa'da siyasî söz sahibi olacağımız anlamını taşıyor. Bazı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin son aylarda şahit olduğumuz çırpınmaları ve mızıkçılıklarının altında da zaten bu perspektif yatıyor.
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var: Avrupa'ya geri dönüş, dış politikasını kabaca ABD yörüngesine oturtmuş, Avrupa'yı ABD'li gözlüklerle okumaya alışmış, ABD gibi güvenlik politikasını daima diğer politikalara üstün tutmuş ve Avrupa'nın 1945 sonrasında yaşadığı barışçı, paylaşımcı, dayanışmacı sürece zihnen hayli uzak bir Türkiye için muazzam bir meydan okuma.

İngiltere örneği
Bu anlamda ülkemizin İngiltere gibi bir ayağı Avrupa'da öbür ayağı Amerika'da bir Avrupa Birliği üyesi olması mümkün görünmüyor ve aksine Türkiye, kıta Avrupa'sının büyük ülkelerine benzer bir Avrupa Birliği üyesi olduğu ölçüde üyelik perspektifini de güçlendirecek. Artık en 'Atlantist' yani 'Amerikancı' gözlemcilerin dahi kabul ettikleri yeni bir olgu var dünyada:
ABD, siyasî Avrupa Birliği'ni kendisine rakip olarak görüyor ve Avrupa Birliği'nin siyaseten palazlanmasından hiç de hoşnut değil. Devam eden Irak savaşı ile ayyuka çıkan bir tarihî ayrılık/ bölünme söz konusu.

AB de kendini aştı
Türkiye söz konusu saflaşmada kendi yerini bellerken azamî derece dikkatli olmak zorunda.
Ve elbette 17 Aralık'taki zirve kararı, Türkiye'nin 1959 yılında başlayan Avrupa Birliği macerasının vardığı hayatî bir kilometre taşı niteliğinde. Belki bir anlamda ve bütün olasılıkları gözden kaçırmaksızın, Türkiye gerçekte Avrupa Birliği'ne 17 Aralık'ta tam üye oldu diyebiliriz.
Avrupa ise 17 Aralık'ta aldığı karar ile kendisini aşmış bulunuyor. Bu kararı alırken son derece zorlanması ve karara bin bir türlü çekince eklemeye çalışması da bu yüzden. Avrupa Birliği'nin 17 Aralık kararı ile, 1 Mayıs 2004 tarihinde gerçekleşen ve 1945'te bölünen Avrupa'nın tekrar birleşmesini simgeleyen genişlemeyle yetinemeyeceğini idrak ve kabul etti Avrupalı liderler.
Birlik böylece, eğer her şey yolunda giderse ve devamını da getirebilirse, içinde bulunduğumuz yeni yüzyılda ABD ve Çin ile birlikte bir dünya gücü olmanın ilk temelini atmış oldu. Bu anlamda 17 Aralık kararı hem Avrupa'yı hem Türkiye'yi aşan ve bütün dünyayı ilgilendiren bir karar niteliğini taşımaktadır.
17 Aralık'ta verilen mesaj bu çerçevede ve ilk ağızda, Avrupa'nın, Akdeniz, Arap ve Müslüman coğrafyalarına yolladığı bir dayanışma anlamını taşıyor. Çok yakın bir zamana dek ABD'nin başını çektiği medeniyetler ve esasen dinler çatışması eksenine oturmuş bir dünyaya verilen yeni bir umut olarak beliriyor.

3 Ekim'de tarama başlayacak
Türkiye 3 Ekim 2005'te Avrupa Birliği ile müzakerelere, Hükümetlerarası Konferans (HAK) adı verilen ve üyelerle adayı bir araya getiren toplantı/tören ile başlayacak.
Tarama (screening) sürecinin başlatılması, müzakerelerin önce hangi anabaşlıklarda açılacağı ve süreçle ilgili diğer konular bu konferansta karara bağlanacak. Müzakereler, sürecin ilk aşaması niteliğini taşıyan 'tarama' ile başlayacak. Aday ülkenin müzakerelere hazırlanmasını ve sürecin hızlandırılmasını hedefleyen tarama döneminde, AB müktesebatı ile aday ülke mevzuatı arasındaki farklılıklar belirlenir ve uyumda karşılaşılabilecek sorunlar değerlendirir.
Teamül gereği tarama sürecinin 3 Ekim'den önce başlaması mümkün değil, ancak zaman kazanmak için taramanın HAK toplantısından bağımsız olarak sessiz sedasız başlatılması 17 Aralık zirvesinden önce pazarlık konusu edilebilirdi. Bu yapılmadı, zira nedense Türkiye'de tarama çalışmaları pek hafife alınıyor.
Halbuki bu çalışmalar esnasında ulusal mevzuatla karşılaştırılacak olan Avrupa Birliği mevzuatı (müktesebat) daha Türkçeye tercüme edilmedi. Önceki dönemlerde yapıldığı iddia edilen karşılaştırmanın ise fazla bir kıymet-i harbiyesi yok.

Müzakereler her aday için 'ucu açık' başlar
AB'ye tam üyelik için yürütülecek müzakerelerin 'ucu açık' nitelikte olması, yani sonucunda üyeliğin garanti olmaması konusu Türkiye'ye özgü değildir. Daha önceki uygulamalarda aday ülkelerin müzakerelere başlama kararlarında, örneğin 12-13 Aralık 1997'de yapılan ve bugün üye olmuş altı ülkeyle müzakereleri başlatan Lüksemburg zirvesi kararlarının 26. paragrafında müzakere sonuçlarının garanti olmadığı ve adaylar arasında farklı hazırlık ritimleri ortaya çıkabileceği ifade edilir.

Lüksemburg örneği
Nitekim ne Lüksemburg zirvesinde ne de diğer altı adayla müzakereyi başlatan 1999 Helsinki zirvesi kararlarında adaylara katılım tarihi verilmiş değildir. Adaylar yol aldıkça ve başarıyla ilerledikçe kendilerine bir katılım yılı verilmiştir.
Türkiye için en olası tarih, 2014-2020 bütçe döneminden önce katılımın mümkün görünmediğini ifade eden paragrafta yatıyor, o da 2014. Sonuçta, gerek katılım tarihi konusu, gerek AB'nin çekince ve kaygılar sonucu şimdiden kayda geçirmeye çalıştığı koruma şerhleri müzakere boyunca oluşacak karşılıklı güven sayesinde çözüme kavuşacak konulardır.

Kıbrıs maddesi kesin çözüm için iyi fırsat
Güney Kıbrıs'ın tanınması, sadece müzakerelerin fiilen başlaması için değil, müzakere ve uyum çalışmalarının sükûnet içerisinde cereyan etmesi için de gerekli. Ne var ki söz konusu 'tanıma'nın, birleşmiş yeni Kıbrıs'ın doğrudan tanınması olarak gerçekleşmesi gerekli. Esasen, Avrupa Birliği üyesi Güney Kıbrıs'ın tanınması sadece müzakerelerin fiilen başlaması için değil müzakere ve uyum çalışmalarının sükûnet içerisinde cereyan etmesi için de gereklidir.
Ancak bu tanımanın dolaylı yani Gümrük Birliği'ne otomatik olarak taraf olacak 10 yeni üyeden biri olarak değil birleşmiş yeni Kıbrıs'ın doğrudan tanınması olarak gerçekleşmesi gerekiyor. Hedefimiz 3 Ekim 2005'te Türkiye ile müzakerelerin başlaması için toplanacak Hükümetlerarası Konferans'ta (HAK) masanın karşı tarafındaki 25 ülke tabelasından 'Kıbrıs'ın ardında birleşmiş Kıbrıs'ın oturması olmalıdır. Yoksa önümüzdeki dokuz ay, er veya geç, şu veya bu adla gerçekleşecek olan tanıma için kazanılmış kısa bir mühletten başka bir şey değildir.

'Kalıcı koruma' söz konusu değil
Değişik mecralarda dile getirdiğimiz gibi serbest dolaşım, yapısal fonlar ve tarım sübvansiyonları gibi Avrupa Birliği'nin temel felsefesiyle ilgili konularda kalıcı koruma getirilmiyor.
Birçok aday ülke için zamanında uygulanan ve yeni AB üyelerinin de tabi olduğu geçici korumalar Türkiye için de daima el altında tutulacak. Metinde bu ifade var ve bu gibi diplomatik dil cambazlıklarına vakıf ana muhalefet partisinin eski büyükelçi tenorlarının ısrarla aksini iddia etmelerini anlamak mümkün değil. Doğru okumayı yapan Dışişleri Bakanlığı'nın 28 Aralık 2004'te yayımladığı 171 sayılı açıklaması bu tartışmaya son noktayı koymalı.
Bu açıklamanın gözden kaçan bir başka özelliği daha var: Belki ilk kez Dışişleri Bakanlığı Türkiye kamuoyuna yönelik bir açıklama yapmak zorunluluğunu hissediyor. Ne âlâ...
Avrupa Birliği sürecinin bir dış mesele olmadığının ve hepimizin işi olduğunun erken bir kanıtıdır bu açıklama ve giderek yaygınlaşması temennimizdir.
CENGİZ AKTAR: AB GENİŞLEME UZMANI
YARIN: 3 Ekim'e kadar Türkiye'nin öncelikleri

Cengiz Aktar, Radikal
12.01.2005

Konu ile ilgili sayfalar...
3/31/2017 - Avrupa Birliği Brexit stratejisini açıkladı...
3/28/2017 - Gürcüler vizesiz Avrupa'da ...
3/25/2017 - AB'nin 60'ıncı doğum günü ...
3/11/2017 - AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Hahn: Türkiye’ye bazı mali yardımlar durduruldu ...
3/1/2017 - Avrupa Konseyi: Türkiye otokrasiye sürükleniyor ...
Bütün başlıklar için tıklayınız