Medyada 2. Cumhuriyet > Bu cuntacılık devleti yıkar

Bu cuntacılık devleti yıkar

Darbeler, cuntalar, andıçlar, Türkiye’nin kadim ve her daim tartışma konuları. Cuntacılık, son ‘eylem planı’ ile bir kez daha gündemde. Dursun Çiçek’in silah arkadaşı Şenol Özbek ise sesini demokrat subaylar adına yükseltiyor: Devlet yıkılmadan, cuntacılığı tasfiye etmeliyiz...

Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı ileri sürülen ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ günlerdir tartışılıyor. Mez-kûr eylem planı ve onu hazırlayanlar hakkında söz söyleyebilecek nadir kişilerden biri de emekli Yarbay Şenol Özbek. 1983 yılında Teğmen rütbesiyle orduya katılan ve 2004 yılında kendi isteğiyle emekli olan Özbek, meslek hayatı boyunca, yurt içi ve yurt dışında çeşitli birlik ve karargâhlarda komutanlık ve karargah subayı olarak görev almış. Şırnak’tan sonra atandığı Ankara Genelkurmay karargahında, adı geçen belgenin altında imzası bulunan Albay Dursun Çiçek ile birlikte çalışmış.  Milli güvenlik ve psikolojik savaş konularında eğitimli olan Özbek,  özellikle yurt dışı görevlerinde, Türkiye’nin hedef ve politikaları ile bu hedef ve politikaları hayata geçirmekten sorumlu kadroların durumunu ve diğer ülkelerin yaptığı çalışmaları yakından inceleme imkanı bulmuş. Emeklilikten sonraki süreçte, çeşitli basın yayın organlarında felsefi, siyasi, edebi yazıları yayınlanan emekli Yarbay Özbek’in düşüncelerini okurken, bir askerden ziyade sivil ve demokrat bir akademisyenin düşüncelerini okuyor hissine kapılacaksınız.

- Türkiye’yi sarsan andıçla ilgili değerlendirmeniz nedir?

Önce şunu belirteyim; bu bir andıç değil, eylem planı. Yani en azından eylem planı başlığıyla hazırlanmış…

- Aradaki fark ne?

Andıcın muhatabı komutandır. Komutana hitaben yazılır. Ana üslup ve tema itibariyle komutanı bilgilendirmek ve onu bir şeye ikna etmek maksadıyla kaleme alınır. Tasarlanan şeyin sebep sonuç ilişkileri içinde analizi yapılmak suretiyle komutanın onayı alınır. Böyle bir mantık dâhilinde eylem planı, andıçtan sonraki süreci ifade eder. Teoriden ziyade pratiğe yöneliktir.

- Eylem planının altında imzası olan Albay Dursun Çiçek’i tanıyor musunuz?

Tanıyorum. Kendisiyle hem Şırnak hem de Ankara’da birlikte çalıştım. Zeki, becerikli, sakin bir subay olarak tanıdım. Planın altında imzasını görünce ‘şoke oldum’ dersem yalan olmaz. Yani kendi inisiyatifi dâhilinde böyle bir belgeyi hazırlayacak subay değil…

- O zaman, ‘bu planın onayı alınmıştır’ ya da ‘bir emirle hazırlanmıştır’ mı diyorsunuz?

Doğrudan onu demiyorum. Bunu diyebilmek için planın Karargâh’ta hazırlanmış olduğuyla ilgili kesin verilere sahip olmak lazım. Olayın bu yönü henüz şüphelidir. Ama bir an için öyle olduğunu kabul edersek, bir yazılı andıç safhası yaşanmamış olsa bile, düşünce zemininde veya sözlü olarak belli bir mesafe katedilmeden, yani işin teorisiyle ilgili belli fikir teatileri yaşanmadan, şube müdürü konumundaki bir albayın böyle bir plan hazırlığına girmiş olma ihtimalini çok zayıf görüyorum. Bu söylediğimden, ‘doğrudan üst komuta kademesi direktifiyle hazırlanmıştır’ şeklinde bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Daha alt kademelerde yaşanmış, üst komuta kademesinin onaylamayacağı bir faaliyet olma ihtimali daha yüksektir.

-Öyle olsa bile normal mi?

Normal olur mu? Demokratik devlet modeli ve bunun ifade ettiği kamu düzeni açısından bu plana ‘normal’ diyebilmek için insanın akıl ve şuur melekelerini kaybetmiş olması lazımdır. Devletin silahlı kuvvetlerinin, seçimle iş başına gelmiş, millî iradeyi temsil eden, hukuken emrinde olduğu bir hükümeti hedef aldığının açıkça ifade edildiği ve hatta gayrimeşru yöntemler kullanmak suretiyle ona Alicengiz oyunları çekmesinin öngörüldüğü bir plana ‘normal’ denilebilir mi? Genelkurmay Başkanlığı da içeriği itibariyle ‘kabul edilemez’ olduğuna işaret etti zaten. Ama demokrasinin genel şablonu ışığında anormal olduğu hâlde, Türkiye şartlarında çok normal olduğunu düşünüyorum.

- Ne açıdan?

Her açıdan… Türkiye’deki mevcut rejimin mihenk noktası 27 Mayıs 1960’tır. 27 Mayıs darbesi, demokrasi ve cumhuriyet kavramları ile hiçbir akrabalık bağı olmayan eylem planları sayesinde başarıya ulaşmış ve sonuçta mevcut sistemi inşa etmiştir. Dolayısıyla onun kurduğu sistem de yine benzer eylem planlarıyla ayakta kalmaya mahkûmdur. Bu sistem değiştirilmediği müddetçe, bu tür eylem planlarıyla sürekli karşılaşacağız. Eylem planlarının yeterli olmadığı anda ihtilaller devreye girecektir. Mesela 12 Mart ya da 12 Eylül, 27 Mayıs rejimini pekiştirme, eksiklerini tamamlama hareketleridir…

- 27 Mayıs’tan önce böyle değil miydi peki?

Değildi!  Zaten asıl önemsenmesi gereken budur. Yani 27 Mayıs’tan önce böyle olmamasıdır. En azından hukuki mevzuat olarak böyle değildir. 27 Mayıs rejimini, yani mevcut rejimi millete sanki Atatürk’ün kurduğu sistemmiş gibi yutturmaya çalışıyorlar. Atatürk’ün kurduğu rejim bu değildir. Tam tersi 27 Mayıs’ta Atatürk’ün kurduğu rejim tasfiye edilmiştir. Aslında bu tasfiye Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Ölümünden sonra kurulan ilk kabinede Atatürk’ün bakanları yoktur. Bir daha da siyaset sahnesinde olamamışlardır. Fevzi Çakmak’ın emekliye sevk edilmesinden sonra bu tasfiye hareketinin içine ordu da dâhil edilmiş, ordudaki komitacı zihniyetin önü açılmış, süreç 27 Mayıs’la noktalanmıştır.

Aslında Atatürk sağlığında bu tasfiyeyi gördü. Tedbir almaya vadesi yetmedi. Atatürk’ün son başbakanı İsmet İnönü değil, Celal Bayar’dır. Bayar, İsmet Bozdağ ile söyleşilerinde, Atatürk’ün kendisine “İsmet İnönü’nün tesirinde olmayan yeni bir Meclis oluşturup oluşturamayacağını” sorduğunu söyler. Erken seçimle Meclis tepeden tırnağa yenilenecektir. Plan budur. Ama vadesi yetmemiştir. Yetmedi mi, yetirilmedi mi o da ayrı bir tartışma zaten…

- Kim yapıyor ya da yaptı bu tasfiyeyi?

Aydınlar…

- Aydınlar mı?

Yani kendisini aydın zanneden bir kitle. Onlar, bu sürecin tek ve doğrudan sorumlusudur. Tabii burada aydın kavramı ile neyi kastettiğimizi doğru ifade etmemiz gerekiyor. Bizde, bir fikrin diyalektiğini kuracak çapta aydın tipi çok sınırlıdır. Aydınımız ya diyalektik yoksunudur ya da başkalarının kurduğu hazır bir diyalektiğin üzerine çöreklenmiştir. Kısa ve öz şekliyle gazeteci ve bürokrat aydın tipi olarak özetleyeceğimiz bu tipin, ordunun beyni durumundaki subayı komitacılık zeminine çekme gayreti içine girmesi ve bunda başarılı olması, Türk devlet ve cemiyet hayatında karşılaştığımız en büyük talihsizlik olmuştur.

- ‘Orduyu komitacılık zeminine aydınlar çekti’ mi diyorsunuz?

Evet. Türk subayını, Atatürk ve Fevzi Çakmak döneminde unutmaya başladığı komitacılığa ya da cuntacılık misyonunun içine yeniden, gazeteci ve bürokrat aydın tipi dediğimiz aydınlarımız çekmiş, bu geleneği onlar diriltmiştir. Hâlâ onların müdahalesiyle bu zemin ayakta durmaktadır…

- Aydınlarımız buna neden ihtiyaç duydu veya duyuyor?

Bakın! Atatürk’ün kurduğu rejimde, padişah iradesinin yerini millet iradesi almış, Osmanlı döneminde müesseseleşmiş komitacı anlayışın sembolü olan ve egemenliğin bir ayağını oluşturan aydın ve ordu, egemenliği temsil yetkisinin dışında tutulmuştur. Bu yetkiye sahip tek kurum TBMM’dir. Kurulan rejimin özü şudur; millet adına bir yetkiyi kullanmak istiyorsan seçimle geleceksin. Eğer seçilmemişsen, seçilmişe itaat edeceksin.

Aslında bu rejime ilk ayak uyduran, o dönemde ordu olmuştur. Daha doğrusu ordunun üst komuta kademesi, İttihat ve Terakki tecrübesini birinci elden yaşadığı için bunun zaruretine inanmıştır. Bundan dolayı Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde komitacı anlayışa hayat alanı tanınmamıştır.

Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın, ordunun bazı şeylere müdahale etmesi ile ilgili tazyiklere verdiği cevap şudur: “Ben yeniçeri değilim!” Bunu söyleyen, İstiklal Savaşı’nın mareşalidir. Düşünün; Atatürk ölüm döşeğinde. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Atatürk’ten sonra kimin cumhurbaşkanı seçilmesi gerektiği hususunda Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile görüşmeye gidiyor. Çakmak’ın verdiği cevap, demokrasi serüvenimizin şeref sayfalarından biridir. Diyor ki, “Meclis kimi cumhurbaşkanı seçerse ben ona itaat ederim”. Şükrü Kaya soruyor; “Satı Kadın’ı (Meclis’te milletvekili olan bir köylü kadın) seçerse de mi?” Mareşal Çakmak cevap veriyor: “Meclis Satı Kadın’ı cumhurbaşkanı seçerse, ben gider Satı Kadın’ın karşısında selamımı çakarım.”

Bunu Mareşal Çakmak demiştir; ama sözde aydınımız diyememiştir. O, Satı Kadın’ı ‘çoban’ ya da ‘göbeğini kaşıyan’ olarak görmüş. İşte 27 Mayıs rejimi, bu aydın tipinin Mareşal Çakmak’ın felsefesine rağmen ‘genç subay’ı ikna ederek kurduğu bir sistemin adıdır. Bu aydın tipi, egemenliğe ortaklık kaygısıyla, Türk ordusunun geleneklerini hiçe sayan ‘genç subay’ şeklindeki ucube bir kavrama yaltaklanacak ve ondan medet umacak kadar seviye kaybına uğramıştır.

- ‘Aydın’ dediğiniz kitlenin ‘genç subay’ı bu denli tesir altına alabilmiş olması ya da yönlendirmesini neye bağlıyorsunuz?

Burada mevzu sadece ‘genç subay’ değildir. Yani bu tesir sadece ‘genç subay’ üzerinde oluşturulmuş değildir. Önce dışarıda bir gençlik profili ortaya konmuştur. Bu genç nasıldır? Düşünen, fikir üreten, konuşan bir gençlik mi? Hayır! Kendi tabirleriyle, ‘devrimci genç’tir. Bu genç, ‘devletin polisi, ordusu, jandarması vardır’ demeyecek, yakıp yıkacak ve ha bire devirecektir… Gençliğe yükledikleri misyona bakar mısınız? Allah aşkına, 20 yaşındaki gence devlet misyonu yüklenebilir mi? Ama yüklemişlerdir. Gençliği bu istikamette yönlendirmişlerdir. İşte ‘genç subay’, icat ettikleri bu gençlik tipinin ordudaki muadilidir. O dışarıda tezgâhlanan bir oyunun doğal sonucu ve uzantısıdır.

Topyekûn bütün gençliğe ve ‘genç subay’a şu telkinde bulunulmuştur; ‘hükûmet güvenilmezdir, Meclis güvenilmezdir, Meclis ve hükûmetle uyumlu çalışan Genelkurmay Başkanı da güvenilmezdir’. Peki, kimdir güvenilir olan? Sadece 20 yaşındaki gençlik ve genç subaylar. Bunu siz o gencin ya da genç subayın şuur zeminine aşılarsanız ona her şeyi yaptırırsınız. Yaptırmışlardır da… 27 Mayıs’ta, İstiklal Savaşı görmüş Genelkurmay Başkanı’nı (Rüştü Erdelhun) teğmene tekmeletmişlerdir. 18 yaşındaki Harbiye talebesine Genelkurmay Başkanı’nın evini bastırmışlardır.

Talat Aydemir’in ihtilal teşebbüsünde, 8 Harbiye talebesi Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın konutunu basıyor. Sunay banyo kazanının arkasına saklanıyor. ‘Evde yok’ deyip çıkıyorlar. Çıkışta Genelkurmay İkinci Başkanı Memduh Tağmaç’ı görüyorlar. Tağmaç kaçmaya başlıyor, Harbiyeliler arkadan kovalıyor. Yakalayamayınca ateş açıyorlar, bir er kaza kurşunuyla ölüyor. Bunlar komik sahnelerdir ve ‘genç subay’ fikrini beyinlere kazıyanların yaşattığı şeylerdir.

Doğan Güreş Paşa’ya gazete sayfalarında etek giydirilmesini hatırlayınız ya da “Hükûmetle uyumluyuz” dedi diye Hilmi Özkök Paşa’ya yapılanları. Özkök Paşa’yı, gazete köşelerinde açıkça 27 Mayıs’ta teğmene tekmelettikleri Genelkurmay Başkanı profili ile tehdit ettiler. Bir subay kendi Genelkurmay Başkanını takip eder ya da dinler mi? Bunun olduğu yerde ordu insicamından söz edilebilir mi? Tabii komitacıysa yapar.

- “27 Mayıs’tan önce böyle değildi” diyorsunuz; ama o dönemde de benzer şeylerin yaşandığını görüyoruz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Fark şurada: 27 Mayıs öncesi, aydının pusuda olduğu, kendisini gizlediği, ordu merkezli komitacı mantığın kısmen vitrinde olduğu bir komitacılıktır. Her şeye rağmen, bir utanma ve kendini gizleme duygusunu bünyesinde barındırmaktadır. Aslında buna da mecburdur. Çünkü Atatürk’ün kurduğu rejim içinde herhangi bir yeri yoktur.

27 Mayıs’tan sonraki komitacılık anlayışı ise bizzat aydın destekli olarak müesseseleşmiş; hatta devlet çarkı içinde meşruluk zeminine oturtulmaya çalışılan, pervasız ve dolayısıyla bir eylem planı yapmayı tabii hak olarak gören bir anlayıştır. Bu noktada yeni rejimin mihenk noktasında, ordu kaynaklı komitacı değil, gazeteci ve bürokrat aydın tipi durmaktadır.

- Siz, 27 Mayıs’la komitacılığa meşruluk kazandıran yepyeni bir rejim kurulduğunu, merkezinde de ‘komitacı’dan ziyade ‘aydın’ın olduğunu söylüyorsunuz?

Evet, size bunun ispatını sunayım: Talat Aydemir liderliğindeki komitacı bir grup 27 Mayıs sonrası ihtilal yapmaya yeltendi ve idam edildi değil mi? İdam sebebi; genel hatlarıyla, Türkiye Cumhuriyeti hükûmetine karşı gelmek vs. Soruyorum şimdi: 27 Mayıs ihtilalini yapanlar bir başka devletin hükûmetine mi karşı gelmişti? Aydemir’inki suç oluyor da onlarınki niye suç olmuyor? Aradaki fark şu: Aydemir’in komitacılığı ‘aydın’ dediğimiz kitleyi dışlayan, sadece ordu merkezli komitacılığı esas alan bir yapıydı. 27 Mayıs sonrası 14’lerin tasfiyesi de benzer sebeplere dayanır. Çünkü süreci yönlendiren komitacı değil, aydındır. Aydının menfaati gerektiriyorsa komitacı idam da edilir. Ve bütün bunlar bize ‘devlet menfaati’ diye yutturulmaya çalışılır. Menfaati mevzubahis olmayan tek unsur millettir.

Bu menfaat ilişkisi, daha sonraki süreçte aydının kendisi için kalem salladığı sermaye ile komitacı arasındaki ilişkiye de dönüşmüştür. Yani doğrudan ya da dolaylı olarak,  sermayenin kontrolünde bir komitacı tipi de ortaya çıkmıştır. Mesela 28 Şubat süreci daha ziyade bu yönüyle ele alınabilir. 28 Şubat sürecinde hatırlıyorum; büyük bir sermaye grubunun özellikle Karadeniz Bölgesi’nde Yunanlılarla aynı paralelde projeler geliştirdiği yönünde ciddi istihbaratlar gelirdi. Ama ordu pazarlarına şu veya bu sermaye yaftasıyla birçok firmanın mallarının girmesi yasaklanırken, aynı ordu pazarlarının kapısı bu sermaye grubuna sonuna kadar açıktı. Hatta ilave imkânlar sağlanıp sağlanmadığı dahi tartışma konusuydu. Nerde kaldı devletin bekası? Böyle bir şey yok. Burada mevzu beka değil; sermaye, aydın, komitacı üçlüsü arasındaki ilişkidir. Bu rejim; sermaye + aydın + komitacı denklemi üzerine kurulmuştur.

- Bu rejimin 27 Mayıs öncesi rejimden temel farklılıkları nedir?

Aradaki farkı net ifade eden birkaç örnek vermek istiyorum: Atatürk Anayasası dediğimiz 1924 Anayasası’nda egemenliği kullanma yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Hiçbir kurum bu konuda TBMM’ye eş değildir ve ortaklık koşamaz. 27 Mayıs Anayasası’nda ise egemenliği kullanma noktasında muğlak bir ‘yetkili organ’ kavramı icat edilmiştir. Yani millet, egemenlik hakkını yetkili organları eliyle kullanacaktır. Bu yetkili organ kavramı ile kastedilen sadece yasama, yürütme ve yargı değildir. Ordu başta olmak üzere anayasada zikredilen herkes ya da her kurum kastedilmektedir. ‘Kurt puslu havayı sever’ misali, parçalı ve kullanılması mümkün olmayan, kurumlar arası çatışma kültürünü doğurmaya yönelik bir egemenlik rejimi inşa edilmiştir…

Bir başka ve önemli fark şudur; 1924 Anayasası’nın temelinde millet vardır. Milletin üstünde bir güç tanınmaz. Buna devlet de dâhildir. 27 Mayıs Anayasası’nda ise esas unsur millet değil, devlettir. Bu husus açıkça anayasa hükmü hâline getirilmiş ve anayasaya, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” şeklindeki bir bütünlük mesajının içine gizlenerek sokuşturulmuştur. Bu hükümde özne devlettir. Cümleye dikkat ederseniz devletin milletinden bahsetmektedir. Hâlbuki demokratik süreçte devletin milleti değil, milletin devleti vardır. İşin garibi, bu hüküm 12 Eylül ile değiştirilmeyecek maddeler arasına alınmıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti, anayasa hükmü gereğince milleti olan bir devlettir. Milletten devlete geçişle ilgili toplum sözleşmesi ve siyasal sözleşmeye dayalı çağdaş süreçler, bu ve benzer hükümlerle rafa kaldırılmıştır.

Ve bütün bunlar sinsi bir diyalektikle hep gizlenmiştir. 27 Mayıs döneminin basın yayın organlarını incelediğinizde, bu ihtilali yapanların, sürekli ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramından söz ettiğini görürsünüz. Bu açık ve alenidir. Lakin daha sonra sanıyorum düşündüler ve ‘yahu bunun ikincisi olursa üçüncüsünün de yolu açılmış olur’ deyip bundan vazgeçtiler. Birinciye yani Atatürk’ün kurduğu rejime ismen yamadılar ve kendi felsefelerini bize Atatürk’ün felsefesiymiş gibi sundular.

- Bütün bu hususlar ile eylem planı ya da benzer faaliyetler arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?

Doğrudan bağlantı kuruyorum. Siz seçimle iş başına gelmeyenleri; ancak seçilmişlerin kullanabileceği yetkilerle donatır ve bunu anayasa hükmü hâline getirirseniz, o şahıs veya kurumların mensuplarının, bu yetkileri kullanmak üzere sürekli eylem planı hazırladığı ya da çeşitli yollarla seçilmişleri saf dışı bırakmaya çalıştığı bir ülke hâline gelirsiniz. Daha doğrusu, devlet cihazı üzerinde seçilmişlerin kontrol sağlamasının önünü tıkamış olursunuz.

Mesela, Sami Selçuk bu konuya işaret ederken, halk jürileri olmadıkça mahkemelerin millet adına yargılama yapamayacağını söyler. Doğrudur. Çünkü demokrasilerde millet adına yetki kullanılabilmesinin temel şartı seçilmişliktir. Bunun dışında ancak seçilmişler size yetki devri yoluyla yekti verebilirler ve siz de o yetkiyi kullanırsınız. Ama millet adına değil, Meclis adına kullanırsınız. Doğrudan milletle rabıta kuramazsınız. Bu yönüyle mevcut düzen tepeden tırnağa komitacı düzenidir. Bunun başka bir açıklaması yoktur.

Bizde daha önce de komitacılığın bu manada müesseseleştiği dönemler olmuştur. Osmanlı dönemini kastediyorum. Mesela bir Hüseyin Avni Paşa’nın seraskerlik dönemi. Harbiye kaynaklı komitacı anlayışın, aydınla el ele vererek müesseseleştiği dönemdir. Öyle bir dönem ki, serasker komitacı, sadrazam komitacı, şeyhülislam komitacı, nazırların bir bölümü komitacı... Böyle bir devlet yaşar mı? Yaşamadı ve yıkıldı gitti.

- Osmanlıyı komitacılık mı yıktı demek istiyorsunuz?

Demek istemiyorum, doğrudan diyorum; Osmanlıyı komitacılık yıkmıştır. En azından yıkılış sürecini hızlandırmıştır. Bir ordunun siyasetten uzak kalması ya da siyasi zemine kaymaması yönündeki söylemle, aynı ordunun komitacı, cuntacı faaliyetler içinde olması, tezat iki durumdur. Ve devlet hayatında bu işler hep hüsranla sonuçlanmıştır.

Ağzıma almak istemiyorum ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılırsa yine komitacılar yüzünden yıkılacaktır. Bu devletin yaşamasını isteyenler, komitacı mantığa karşı direnmek, komitacılığı tasfiye etmek zorundadırlar.

- Eski bir asker olarak komitacılığa karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Önce komitacı ile ordu ayırımını ciddi şekilde yapmamız gerekiyor. Bilmemiz gerekiyor ki, ordu bu milletin ordusudur, hepimizin ordusudur. Bu yönüyle, keyfiyet planında orduya her türlü kıymeti atfedebilirsiniz ama bu kıymet hükmünü, orduyu TBMM ya da hükûmetin üzerinde görme noktasına taşıyamazsınız. Komitacı ordu değildir. O, hangi seviyede olursa olsun, orduya sızmış bir virüstür. Ve hatta bu ordunun hatıra defterindeki acı hatıraların müsebbibidir.

- Aradaki farkı nasıl ayırt edeceğiz?

Şablon basittir… Subayın gözü sınırların ötesindedir, vazifesi sınırların ötesini düşünmektir. Komitacının gözü ise uzağı görmez. Onun gözü kendi milletinin, hükûmetinin üzerindedir. Subay, milletinin derdiyle dertlenendir, milletinin rüyasını rüya bilir. Komitacı, milleti kendi derdiyle dertlendirir. Subay, kendi insan unsuruna tehdit gözüyle bakmaz. Çünkü yarın o insan unsuruyla omuz omuza ve onu sevk ve idare ederek savaşacağını bilir. Komitacıda böyle bir kaygı yoktur. Subayda devlet terbiyesi ve devlet algısı vardır. Komitacı çete algısı ve kültürü ile kendisini donatmıştır. Subay kendi Genelkurmay Başkanı’nın emrindedir. Komitacı kendi Genelkurmay Başkanı’nı takip eden, dinleyen, nihayetinde onu tekmeleyendir. Bütün bunlar bu ülkede yaşanmıştır.

Menderes dönemi ile ilgili net bir örnek vereyim: O dönemde, bir subay grubu hükûmetin bilgisi ve görgüsü dâhilinde, binbir meşakkatle ve hatta kimi zaman canlarını tehlikeye atarak Kıbrıs TMT’sini örgütlemeye çalışırken, komitacı aynı hükûmeti devirmek için örgütlenmekle meşguldür. Daha da acısı, aynı komitacı, TMT’yi örgütleyen bu subay grubunu Menderes’in gizli örgütü şeklinde algılamaktadır. Aradaki fark bu kadar basittir.

Bu yönüyle, komitacı ile mücadele, ordu ile mücadeleyle karıştırılmamalıdır. Daha önemlisi, komitacının, kendisine karşı yapılan mücadeleyi orduyla yapılıyormuş gibi göstermesine müsaade edilmemeli, bu tuzağa düşülmemelidir. Çünkü komitacıda devlet algılaması ve şuuru olmadığı için, kendisine karşı yapılan mücadeleyi (devlet kurumlarını zaafa uğratmak adına da olsa) orduyla yapılıyormuş gibi gösterme gayreti hep olmuştur.

Pek çok kişi komitacılığı bir cesaret işi görür; ama öyle değildir. Şunun bilinmesi gerekir ki, komitacı dünyanın en korkak insanıdır. Sürekli arkasına bakarak yürüyen, kendisine doğru yönelen her bakıştan etkilenen adamdır. Bunu ben demiyorum, komitacılık yapmış insanların hatıralarında okuyorum. Nihayetinde korkması ve korkak olması normaldir. Çünkü gayrimeşru bir işle meşguldür. Yani meşru olan komitacılık değil, komitacılığa karşı mücadele etmektir.

Komitacılığa soyunmuş ve Ergenekon soruşturmasına konu olmuş bazı insanların hâl ve hareketlerine bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Üç günlük zindan hayatından korktuğu için binbir mazeret uyduran, binbir kılığa giren insanlardan korkulmaz. İnsan davasının sahibi olmalıdır. “Evet, ben bu milletin, bu devletin menfaati için bunu yapmayı düşündüm ya da yaptım ama iyi niyetliydim” deyip bunun bedeli her neyse ona katlanmayı bilmelidir. Ama komitacı bunu yapamaz.

Bu tipe karşı, millî iradeyi temsil onurunu ve sorumluluğunu üzerinde taşıyan insanlar dik durmalıdırlar. Dik durmanın bedeli bir yağlı urgan olsa bile dik durmalıdırlar. Hiçbir komitacı, bu milletin Adnan Menderes’e gösterdiği sevgi ve teveccühe mazhar olamadı.

Bu mücadelenin mihenk noktası gerçek aydındır. Aydınlarımız iki vazifeyi birden yürütmelidirler. Birincisi komitacıya karşı aydın tavrıyla direnmek, ikincisi ise komitacıyı fikren terbiye etmek. 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, komitacıdan laikliğin tanımını dinleyen ve yapacağı işlerin talimatını alan postallı profesör tipiyle bu iş olmaz. Bir aydın tavrı geliştirmek zorundayız. En önemlisi de, siyasi rejim, 27 Mayıs’ın komitacı mantığının tasallutundan bir an önce kurtarılmalı, demokratik bir zemine taşınmalıdır. Komitacının ve komitacılığın en büyük panzehiri demokrasidir.

- Özel bir sorum olacak; komitacı bir hareket ya da ihtilal tavrı ortaya çıkarsa nasıl bir tepki verirsiniz?

Ben soruyu şöyle cevaplayayım. Birileri millî iradenin ırzına geçmeye kalksa ve bununla ilgili fiilî bir harekette bulunsa ne yaparım? Çünkü artık anlaşılmıştır ki, bu ülkede komitacılık, doğrudan millî iradenin ırzına geçme mesleğidir. Bırakın böyle fiilî bir hareketi, birileri benim milletimin şerefli oy ve tercihleri ile alay ettiği, milletimin fertlerini ‘çoban’ diye nitelediği vakit dahi şu gördüğünüz odada ağlayacak derecede üzüldüğüm olmuştur. Dolayısıyla böyle bir durumda benim yerim komitacının yanı değil, milletimin yanı olacaktır. Millet korksa ve perdelerin gerisine çekilse ve diyelim ki korkudan alkışlasa bile, ben onun olmak isteyip de olamadığı yerde olacağım. En basit şekliyle, şu gördüğünüz kütüphanemde kıymet verdiğim, fikir kokan pek çok kitabı sırtlayıp sokağa çıkmak ve onları bir ayna misali komitacının gözüne tutmak, yapacağım en basit hareket olur.

 

Cuntayı ihbar eden Binbaşı Kuşçu cezalandırılmıştı

 

- Dursun Çiçek’in hazırladığı iddia edilen eylem planıyla ilgili soruşturmanın yürütülme şekli hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sadece bu olayda değil, benzer bütün olaylarda soruşturma mutlaka sivil yargı organlarınca yürütülmeli ve hatta çok yönlü, karma ve özel inceleme ve soruşturma komisyonları kurulmalıdır.

- Neden?

Menderes döneminde yaşanan 9 Subay Olayı’nı mercek altına yatırırsak, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 1957’nin sonlarında, Samet Kuşçu isminde, binbaşı rütbesindeki bir subay, dönemin hükûmetine silahlı kuvvetlerde ihtilal örgütleri kuran cuntaların varlığı ile ilgili bir ihbarda bulunuyor. Hükûmet konuyu incelemeye aldığı ve soruşturduğu hâlde, sonuçta hakkında ihbar yapılanlar yani cuntanın çekirdek kadrosunun değil, bu ihbarı yapan subayın, Samet Kuşçu’nun orduyla ilişiği kesiliyor: Bu da yetmiyor, bir de silah arkadaşlarına iftira atmaktan dolayı bu subay askerî mahkemede ceza alıyor. Cuntanın çekirdek kadrosu ise beraat ediyor. Yani cunta bunu beceriyor. ‘Bu nasıl olur?’ diye düşünüyor insan. Ama süreci incelediğinizde bunun gayet normal bir sonuç olduğunu görüyorsunuz.

Soruşturmayı yürüten bakanlardan biri Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin… Kim? Hakkında ihbar yapılan subaylardan biri olan Yarbay Faruk Güventürk’ün (daha sonra sanıyorum tümgeneralliğe kadar yükseldi) bizzat görüştüğü ve ihtilal liderliği teklif ettiği bir zat. Yani böyle bir cunta örgütlenmesinin olduğunu, herhangi bir ihbara gerek olmaksızın zaten biliyor.

- Millî Savunma Bakanı’na ihtilal liderliği mi teklif ediliyor?

Evet, aynen öyle! Cuntanın kritik isimlerinden biri olan Yarbay Faruk Güventürk, Millî Savunma Bakanı Ergin’i makamında bizzat ziyaret ediyor ve herhangi bir tevile mahal bırakmayacak şekilde ona açıkça örgüt liderliği teklif ediyor.

- Bakan ne yapıyor bu teklif karşısında?

Millî Savunma Bakanı’nın ne yaptığından daha önce, ne yapması gerektiğinin tespitini yaparsak, yaptığı şeyin vahametini daha iyi anlarız. Bu teklifi alan bir bakan, millî iradenin yükünü omuzlarında hissediyorsa, tabancasını çıkarır ve o yarbayın alnının ortasına dayar. Kendisinde nasıl bir kusur gördüğü için böyle bir teklifi yapabildiğinin cevabını alana kadar da o namluyu indirmez. Ama o bakan bunu yapmıyor. Gayet kibar bir üslupla, böyle bir görevi kabul edemeyeceğini söylüyor ve bu görüşmenin akabinde, Bakanlar Kurulu toplantısına katılarak, ihtilalden sonra idam edilecek olan başbakanının ve bakan arkadaşlarının yüzüne bakabiliyor. Buradaki garabeti sezebilmek için millî iradeyi temsil sorumluluğu taşımaya gerek yoktur. Sıradan bir vatandaşlık sorumluluğu ve onuru dahi böyle bir şeyi yapmaktan insanı alıkoyar. Aynı bakan, 9 Subay Olayı’nda, hadiseyi örtbas etmeye, kapatmaya çalışıyor. Peki neden? Çünkü biliyor ki, hadise büyürse kendisine böyle bir teklif yapıldığı ve kendisinin bunu gizlediği de ortaya çıkacak…

Aynı süreçte yaşanan garabet bundan ibaret değil. Konuyla ilgili olarak kurulan askerî mahkemenin başkanı Tümgeneral Cemal Tural, aynı cuntanın kendisine liderlik teklif ettiği ilk general. Görevli hâkim, cuntacıları koruyan ve kollayan bir tavır içinde. Yani cuntayı cunta soruşturuyor. Böyle bir şey olur mu? Aynı insanlar ihtilalden sonra, bu soruşturma ve badireleri nasıl ve hangi kurnazlıklarla atlattıklarını millî irade ile dalga geçercesine hatıralarında anlatmışlardır.

Bu tecrübeler ışığında cuntayı cuntanın soruşturması yönündeki ihtimal mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Son dönemde yaşadığımız birtakım tecrübeler, bu tür oluşumların yargıya da sızmış olabileceği ihtimalini güçlendirmiştir. Bundan dolayıdır ki, soruşturma sivil yargı organlarınca yürütülse dahi, soruşturmaların kaderi tek bir kurumun ya da organın inisiyatifine bırakılmamalıdır. Gerekirse kurumlar arası karma soruşturma ve inceleme komisyonları kurulmalı, şeffaflık sağlanmalıdır. Burada alınacak tedbir, o organ ya da kuruma karşı değil, cuntanın o organ ya da kurumda kontrolü ele geçirmiş olma ihtimaline karşıdır…

- Peki, bu belgenin gerçekliğinin ispat edilmesi durumunda ne tür gelişmeler olur?

Gerçek de olsa sahte de olsa bu belge ‘sahte’ muamelesi görecektir. Gerçek olduğu ile ilgili emareler ortaya çıksa bile, en fazla olacağı, Dursun Çiçek albayın inisiyatifi dâhilinde hazırlanmış bir belge muamelesi görür, ona telkin ya da emir yoluyla bunu yazdıranlar, biraz daha tecrübe kazanmış olarak yollarına devam eder.

Ayrıca, bu belgenin gerçek ya da sahte olmasına niye bu kadar önem veriliyor onu anlamış değilim. Belgede, AKP hükûmeti ile bir cemaatin nasıl çökertileceği ve bu konuda hangi Alicengiz oyunlarının uygulamaya konacağı yazıyor değil mi? Söyler misiniz; bu ülkede bunların olduğunu görmek için bu belgenin gerçekliğine mi ihtiyacımız var?

Bu ülkede bir başbakan ve iki bakan işkence edilerek asılmadı mı? 28 Şubat sürecinde, şimdi bu belge karşısında ‘bu belge gerçekse’ çığlığı atanlar ve onların patronlarıyla el ele verilip bir hükûmet işlemez hâle getirilmedi mi? Onların bu tavrı bana Şekspir’in Othello’daki bir sözünü hatırlattı. Diyor ki, “Bazılarının kaygısı günah işlemek değil, işlediği günahı belli etmemektir.” Yine aynı dönemde, hükûmeti işlemez hâle getirmek için bir sürü milletvekilinin emirle istifa etmesi sağlanmadı mı? Bir gazete patronunun, üst seviye gazetecilerini bir komitacının huzurunda askerî tabirle içtima ettirdiği ortaya çıkmadı mı? Sahte şeyhler ve sahte müritler icat edilerek kamuoyu günlerce oyalanmadı mı? Bütün bunlar önümüzde dururken, ben bu belgenin sahteliği ya da gerçekliği ile ilgili ihtimalleri tartışmam. Sorun belge sorunu değil, sistem sorunudur.

ERKAN ACAR, Aksiyon Dergisi 
Sayı: 759/ Tarih : 22.06.2009

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız