Medyada 2. Cumhuriyet > 12 Eylül acıları senfoni olacak

12 Eylül acıları senfoni olacak

Tarık Akan 12 Eylül ile ilgili bir film çekmeye hazırlanıyor. Kafasındaki senaryo şöyle: Darbe döneminde hücredeki Fazıl Say, görmediği ama işittiği acıları senfoni yapar. Film bittiği zaman bir senfoni yazılmış olacak

 

DERYA SAZAK: 3 Ekim'de AB müzakerelerine beş kala Türkiye yine 'yasaklar ülkesi' görünümüne girdi, yazar Orhan Pamuk hakkında dava açıldı, Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen 'Ermeni konferansı' mahkeme kararıyla engellenmek istendi. Üstelik bütün bunlar 12 Eylül darbesinin 25. yıldönümünü izleyen günlerde oluyor. O dönemde siyasi nedenlerle tutuklanmış bir sanatçı, sol düşüncede bir aydın olarak bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
TARIK AKAN: Söyleşiye ben bir sinema oyuncusuyum diye başlayacağım, siyasetçi yada partili değilim, ülkemin daha demokratik, çağdaş olabilmesi için zorluklara göğüs gererek kendi görüşlerime uygun filmler yapmış bir sanatçıyım.
12 Eylül dönemi, Türkiye'nin gerçekten tarihinin en önemli dönemeçlerinden biri bana göre. Çünkü tamamen o dönemin ordusunun hatasıdır. Altını iki defa çiziyorum, o günkü orduyla bugünkü orduyu asla karıştırmamak gerekir. 1980 askeri darbesini konuşurken bugünkü yapıyı da eleştiren düşünceler ortaya çıkıyor ki ben buna asla katılmıyorum.
Silahlı Kuvvetler de aradan geçen 25 yılda çok büyük değişime uğramıştır, geçmişte yapılan hataları görüyorlar ve ordu bugün en güvenilir kurumlarımızın başında geliyor. Dış güçler sözü vardır ya, 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesine gidilen günlerde ABD, Türkiye'yi kelimenin tam anlamıyla avucunun içine almıştır.
Daha önce başka ülkelerde uyguladığı sistemlerin hataların farkına vararak, 1980'de Türkiye'de girişilen askeri darbeyle istedikleri bütün sonuçları aldılar. Sola darbe vurdular. Gericilik, eğitimsizlik, kültürsüzlük ve altında yatan büyük bir sermaye çıkarı. Anayasal düzeni değiştirip ülkedeki her şeye hâkim oldular.
Şimdiki iktidara bakıyorsunuz, AKP'den bahsediyorum, geliş serüveninde ABD destekli 12 Eylül darbesinin izleri var. Öyle bir hükümet ki, üçte bir çoğunlukla iktidar gücünü elinde tutuyor, ülkeyi pervasızca bir yerlere götürüyor ve buna karşı önünde hiç kimse yok. Çünkü hiç kimsenin olmayacağını bu topluma 12 Eylül 1980'de öğrettiler.

İslamcı yükseliş ve ABD
Muhalefetsiz bir Türkiye'de siyasal İslamın önü açıldı.
1980 askeri döneminde atılan tohumların en önemli sonuçlarından biri İslamcı yükseliş oldu. Arkasından Misak-ı Milli içerisindeki etnik grupların nasıl, ne şekilde hareketlendirileceğinin hesapları, planlamalarının yapılmış olduğu apaçık ortadadır. 1984'ten itibaren ayrılıkçı terör başladı. Darbeciler, o tarihte aydınları, ilerici düşünceyi susturdukları için Türkiye'nin ne yöne savrulduğunu toplumun gözünden kaçırdılar.

12 Eylül'ün arkasında ABD vardı, diyorsunuz.
Darbeden sonraki belgelerde bunun kanıtları var, 'Bizim çocuklar başardılar' sözünün cevabını 12 Eylül paşaları versinler. Evren ve diğerleri.
İşçi ve emekçi sınıfa da büyük darbe vurdular. Sendikal hakların önünü kestiler.

1 Mayıs katliamı yaşandı.
Evet. Gazetelere bakıyorum da bu toplumu şöyle kandırdılar: 11 Eylül'e kadar günde 20-30 insan ölen bir ülkede 12 Eylül'de nasıl oluyor da akan kan duruyor? Bir kişi çıkıp da bunun cevabını versin. Sağı ve solu birbirine vurduran sistem, darbeye ortam hazırlamadı mı?

12 Eylül'ü yargılamaktan kaçınanlar, '11 Eylül'ü unutmayın' diyorlar.
11 Eylül gününü hatırlatanlara şunu sormak gerekiyor. Sağı ve solu kırdıran o silahlar gümrüklerden nasıl girmiştir, emniyet güçleri neden göz yummuştur? Bombalar nasıl patlatılmıştır, bunları çok iyi biliyoruz ama 1980'de doğanlar, bugün 25 yaşında olan gençler Türkiye'nin bu kaosa planlı olarak nasıl sürüklendiğinden bihaber. 1980'lerin ortasına kadar bunları tartışmak yasaktı. Sonrasında da oyunlar oynandı. Şimdi gelinen noktanın altından nasıl kalkılacak bilmiyorum. Şunu da ifade etmek isterim, ben 28 Şubat kararlarının yanındayım. Bu ülkede bir daha asla darbe olmayacaktır.

28 Şubat farkı
Demokrasilerde askerin sivil yönetime müdahalesi savunulabilir mi? Darbe sola karşı olunca karşı çıkacaksınız, 'şeriat'a karşı diye 'postmodern darbe'de bir sakınca görmeyeceksiniz. Burada bir çelişki yok mu?
Ben 28 Şubat'ı askerin müdahalesi olarak görmüyorum. Devletin iradesiydi. Devleti devlet yapan kurumların içinde asker de var, savcılar, hâkimler var. Öğretmen de var. Halk var.
Tabii ki demokrasilerde halkın iradesi geçerlidir. Ancak bugün geldiğimiz noktada gelecekle ilgili umutsuzluğum var. Eğitim sistemimiz örneğin, çocukların, gençlerin hangi zorluklarla yetiştiğini gördükçe yüreğim sızlıyor. Diplomalı işsiz ordusu çığ gibi büyüyor. Bizim kuşağın öğretmenleri ülkesini seven Atatürkçü, laik, demokrat aydın insanlardı. Bir idealizm vardı.
1980'de zorunlu hale getirilen din dersleri ve öğretmen yetiştiren kurumlardaki zihniyetin bugün Türkiye'yi nerelere sürüklediği çok iyi görülmelidir.

İslami bir rejime sürüklenme olasılığından mı söz ediyorsunuz?
Bu risk apaçık ortada değil mi? Anti-Atatürkçü çocukları yetiştirme eğilimi başladı. Buna karşılık Atatürkçü laik ve demokrat eğitim mücadelesi veriliyor. Bu da bir kıvılcımdır toplum için. Niçin bunlar oluyor? Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren Atatürkçü, laik ve demokrattır. Anayasa'sında bu yazılıdır. Bu kadar açık ve nettir. Bunun daha ötesi konuşulamaz, tartışılamaz.

'Solu sol yapan kültür ve eğitim damarları tıkandı'

Ulusal kaygılar öne çıktıkça bu defa da 'Cumhuriyet mi, demokrasi mi?' tartışması başlıyor. Bir rejim krizi yaşamadan, Türkiye'nin 'ılımlı İslam' sendromunu aşması gerekiyor. Bunun da yolu muhalefet seçeneği oluşturmaktan geçiyor.
1980'den bugüne, en büyük darbeyi sol düşünce yemiştir. Sol talan edilmiştir. Solun hâlâ bir araya getirilememesi acıdır. Dünyada sömüren ve sömürülen oldukça solu hiçbir güç yok edemeyecektir. Solu sol yapan insani değerlerin olmazsa olmaz şartı kültür ve eğitimdir. Bu 2 damar tıkandı Türkiye'de. Çağdaş eğitimi tekrar yükseltmeliyiz.

Ne yapılmalı? Solda yeni oluşumlardan söz ediliyor. DİSK'in bir girişimi olacak, 13-14 Ekim'de Koru Otel toplantılarıyla, 'Solda gelecek' arayışı başlatılacak. Katılımcılar arasında siz de varsınız.
Ben siyasi bir aktör değilim. Sinema oyuncusuyum. Gelecekte nasıl bir yapılanma olur bilemiyorum. Ancak solda güçlenmeye büyük ihtiyaç var. Oyumu CHP'ye atarım.
CHP'nin aleyhinde bir şey söylemek istemem. Ama CHP'nin Türkiye'nin muhalefet ihtiyacına tam olarak cevap vermesini gönlüm çok arzu eder. Halk olarak bunu bekliyoruz. Seçimde ikinci bir alternatif çıkmadığı takdirde oyumu yine CHP'ye atacağım.

Sinemaya geçelim isterseniz, Türkiye'nin 1980'lerin darbe ortamına sürüklendiği olaylı yıllar sizin de Yeşilçam'da parladığınız dönemdi. Aşk filmlerinin ' Yakışıklı Tarık Akan'ından, 1980'lerin ağır askeri koşullarında Yılmaz Güney'in 'Yol' filmini tamamlayan aktörlüğe geçiş nasıl oldu?
Bizim gibi toplumlarda bir sanatçının, halka karşı bir görevi vardır. Yazılmamış bir alt metindir bu. Atatürkçü ve laik Cumhuriyet'in aleyhinde bir şey yapmaya hakkınız yoktur. Ben sinema dünyasında kendime böyle bir yol seçtim. Örneğin şeriatı öven bir filmde oynamak bir yana, oynayan bir kişiyle inanılmaz kavga ederim. Veya etnik bir meseleyi azdıran politik bir filmde oynayan arkadaşlarıma da tepki gösteririm.

5 yıl içinde 50 film
Sinemada toplumsal içerikli filmlerde düzen eleştirisi yapan 'aykırı' rollerde oynamadınız mı? Yılmaz Güney'in son dönemindeki 'devrimci sinema' yapıtlarında başrol oynadınız. Salon filmlerinden 'politik kimliğe' geçiş nasıl oldu? 1981'de tutuklandınız ve 3 ay cezaevinde kaldınız.
Orada, kaosa sürüklenmiş bir ülkede bugünkü gibi Türkiye üzerine oynanan oyunlara karşı sol düşüncenin içerisindeki filmleri tercih etme meselesi var. 1974'e kadar aşk ve salon filmlerinde oynadıktan sonra 1975'te Deniz Gezmiş'in arkadaşı Sinan Cemgil'in hayatını konu alan Nehir diye bir film yaptım. Arkasından Maden'i yaptım. Benim hocam Vasıf Öngören'dir. Dünyaya bakışımı değiştiren Vasıf ağabeydir, benim oyunculuk temelindeki gelişmemde, bilinçlenmemde büyük rolü oldu.
Yeşilçam'a girişim, fiziğimin de avantajıyla tamamen popüler kültürün 1970'lerdeki en etkili dalı olan sinemada para ve şöhret için oldu. İlk filmim Fatma Girik ile 'Solan Bir Yaprak Gibi'ydi. 5 yıl içinde 50'ye yakın filmde oynadım. 1975'ten bu yana 120 film bitirdim.

Yılmaz Güney ile tanışmanız nasıl oldu?
'Maden' filmini bitirdim, Ankara'da sansüre götürürken İzmit Cezaevi'ne uğradım. Yılmaz Ağabey ile dostluk orada başladı. Filmi orada bıraktım, geri döndüm. Maden'i Yılmaz Güney mahkûmlarla birlikte seyretti. Arkasından 'Sürü' teklifi geldi.
1978'de. 1979'da yedek subay olarak askere gittim, 1980 aralık ayında darbeden 2 ay sonra tezkeremi aldım, Ocakta 'Yol' filmine başladım.
Yönetmenler değişti, 6 ay o filmde çalıştım. O yıllarda yaptığım filmlerin hepsini, aşk filmi dahi olsa Güneydoğu'ya taşıdım.

Cumhuriyet içinde ikinci Cumhuriyet

Niçin Güneydoğu?
Ülkemin her köşesindeki yaşamı Türkiye'de yaşayan herkesin görmesini istiyordum. Asker çocuğu olduğum için gençliğim Doğu'da geçmişti. Bir yasaklar dönemi başladı. Kürtlerin Kürtçe konuşması yasak. Kürtlerin şarkıları yasak. Bana bu yanlış gelirdi. Kültürel haklara tamam, dilini konuşacak ama bu hiçbir zaman etnik ayrılıkçılığa dönüşmemeli. Okullarda Kürtçe eğitime da karşıyım. Bu Cumhuriyet içinde 'İkinci Cumhuriyet' demektir. Türkiye'yi kaosa götürür.

2005 Türkiye'sinde 1990'ların 'etnik çatışmaları'na dönüş kaygısı uyandıran olaylar başladı Güneydoğu'da. Tekrar silaha sarılmak...
Büyük yanlış, inanılmaz bir şey. Acı vardır bunun altında. Annelerin gözyaşı vardır. Ağırdır, bu ülkeye yazıktır. Silahla hiçbir şeyin çözüleceğine inanmıyorum. Misak-ı Milli sınırlarının bir santimi bile kaybedilemez.

12 Eylül'de tutuklandınız ve o günlerin anılarını 'Anne Başımda Bit Var!' diye bir kitapta topladınız. Neyle suçlandınız?
O hazırlanmış bir senaryoydu. Sanatçı ve aydın kesimin başına ne geldiyse ben de onu yaşadım. Başka acılar yanında 90 günlük bir şey. Ben en hafifini yaşadım. Düşüncesinden ötürü yıllarca hapis yatmış, işini gücünü kaybetmiş binlerce kişi oldu.

Yaşı büyütülerek asılanlar oldu.
Erdal Eren. Daha başka örnekler de var.

Senfoniyi Fazıl Say besteleyecek

25 yıl sonra bir '12 Eylül senaryosu' yazıyorsunuz. Film çekeceksiniz? Nasıl bir film olacak?
İster istemez, 12 Eylül filmi oluyor. Siyasi şubeler ve tutuklamalar var. 1980 Türkiye'si. Senaryoyu dostlarla beraber hazırlarken, bu sadece benim ülkemin acısı diye bakmadım. Güney Amerika'dan, Afrika'ya kadar darbelerin hiç değişmeyen bir tarafı var. Baskı, işkence, sorgulama sistemleri aynıdır. Tüm baskılar altında yaratıcı sanat su gibi, çatlağın içerisini bulur, deler geçer. Darbelerin ardındaki ey ABD, ne yaparsan yap, 15-20'den fazla toplumu sömüremezsin.
Kafamdaki senaryo şu: Darbe döneminde hücredeki Fazıl Say, görmediği fakat duyarak işittiği acıları nasıl senfoni yapar. Film bittiği zaman bir senfoni yazılmış olacak.

12 Eylül senfonisi?
Askeri darbelerin, baskıların senfonisi.

O dönemde Tarık Akan değil de Fazıl Say hücreye konulmuş olsaydı nasıl bir senfoni yazardı, onu mu çekeceksiniz?
Evet. Müzikleri de Fazıl yapacak. Ziya Öztan ile birlikte senaryo oluşturuyoruz. 2006 Eylül'ünde filme başlamayı düşünüyorum para bulabilirsem. Türkiye'de bir film çekmek için 1-2 milyon dolar gerekiyor. Bu, dünyanın en ucuz bütçesidir. Sinema sanayi niye büyümedi, tiyatrosu niye böyle, kitap gazete satışı niye düşük? Bunları hep düşünmek gerekiyor.

'Dışarıda söyledim Türkiye'de yattım'

3 Ekim öncesi manzaralarla bitirelim, Orhan Pamuk hakkında açılan davadan sonra Boğaziçi Üniversitesi'nce düzenlenen 'Ermeni konferansı' mahkeme kararıyla engellenmek istendi. Yasakçı ülke olmaktan ne zaman kurtulacağız?
Kanunlardaki yasaklardan kurtulmak gerek. Orada bir yasak varsa ülkenin bir savcısı da siyasi düşüncesi ne olursa olsun çıkıp dava açar. Bunun değişmesi gerek. Pamuk'u severim. Aynı şey benim de başıma geldi. Dışarıda bir şey söyledim, Türkiye'ye gelince yattım. TCK'nın ünlü 141-142'nci maddeleri vardı.
Toplum da haklar ve özgürlükler konusunda duyarlı olmalı. Avrupa çiftçisi mazotuna 0.2 zam yapıldığında şehre yürüyor. Hükümet tepkiyi görünce zammı geri alıyor. İspanya'da terörden bir kişi ölüyor, ülke ayağa kalkıyor. 1 milyon kişi yürüyor. Türkiye'de ne oluyor? Hiç. Biz 1970'lerde Yeşilçam olarak İstanbul'dan Ankara'ya yürümesini becermiş sinemacılar grubuyduk. Kaç kişi kaldık? Oradan topluma baktığımızda neyi bekleyeceğiz?
İnsanlar üzerlerine düşen görevi yerine getirmiyor. Kendimi de suçluyorum ben, '78 kuşağı'ndan olmama rağmen 12 Eylül protestosuna yeni katıldım. 25 yıldır niye bu tepki gösterilmedi? Hepimizde bu tepkisizlik var.

KİMDİR?
1949'da İstanbul'da dünyaya gelen Tarık Akan, Yıldız Teknik Üniversitesi Yüksek Makine Mühendisliği Bölümü'nde okuduğu sırada, Ses dergisinin artist yarışmasında 1. oldu. İlk filmini 1971 yılında çekti. Bugüne kadar 110 filmde rol aldı. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 6 kez 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülünü aldı. İstanbul Bakırköy'de özel bir ilköğretim okulunun sahibi olan Akan'ın, 'Anne Kafamda Bit Var' isimli bir kitabı bulunuyor.
 

Derya Sazak - Sohbet Odası, Milliyet
26.09.2005

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız