Medyada 2. Cumhuriyet > II. CUMHURİYET

II. CUMHURİYET

FATİH ARTVİNLİ & NESRİN AYTEKİN
İSTANBUL 2000

 

I. GİRİŞ

İkinci Cumhuriyet deyimi Türk siyasal yaşamında ilk defa 27 Mayıs Hareketi ve 1961 Anayasası ile başlayan dönemi ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. 27 Mayısın hemen ertesinde telaffuz edilmeye başlayan "İkinci Cumhuriyet" deyimi, o günlerde, bir tarihsel dönemlendirme ihtiyacından çok ihtilali savunmak, yapılan işin "Birinci Cumhuriyet" mertebesinde olduğunu göstermek isteğinin ifadesiydi. Devlet Başkanı Cemal Gürsel "1961 yılını İkinci Cumhuriyet'in kuruluş yılı" olarak ilan ve "İkinci Cumhuriyet, milletimizin inkişaf ve tekamülünde mühim bir amil olacaktır" diyordu. Gürsel, başkanlığındaki hükümetin görevini de 'teminatlı bir demokratik nizam içinde, hakka, adalete, hürriyete, eşitliğe ve fazilete dayanan İkinci Cumhuriyet'i kurmak' olarak açıklamıştı.

'İkinci Cumhuriyet' deyimi, 1991 yılından itibaren başka bir içerikle yeniden telaffuz edilmeye başlandı. 1923 Cumhuriyetinin demokratik ve çoğulcu bir niteliğinin bulunmadığı egemenliğin halka değil, bürokrasiye ve orduya ait olduğu, devletçi ekonomik anlayışın bir 'soygun sistemi'ne dönüştüğü tespitlerinden hareketle ortaya atılan, cumhuriyetin demokratikleşmesi ve siyasal sistemin yeniden yapılanması amacı, İkinci Cumhuriyetin kurulması olarak nitelendi. 'İkinci Cumhuriyet' fikrini ortaya atan ve ısrarla savunan Mehmet Altan'a göre bu, rejimin bürokratik yapısının değiştirilmesi, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması, şeffaflaşması, vergi verenlerin vergilerinin nereye harcandığını denetleyebilecek hale gelmesi, rejimin, üzerindeki ordu vesayetinden arındırılması ve 'tüm toplumsal tabakaların katılımıyla devlet çatısının üretken ve demokrat olarak yeniden çatılma' önerisiydi.

İkinci Cumhuriyet fikrine karşı ilk itirazlar, kavramın kendisine ve periadizasyona ilişkin olanlardır. Kavramın daha önceden 'bir dönemi ifade eder' şekilde kullanılmış olması, tartışmaların öncelikle isim ve numaralandırma üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu konuda oldukça farklı fikirler ve numaralandırmalar öne sürülmüştür.

Şüphesiz ki İkinci Cumhuriyet tartışması ortaya çıktığı dönemden ve koşullardan bağımsız değildir. Hatta denebilir ki İkinci Cumhuriyet ortaya çıktığı dönem ve koşulların bir ürünüdür. Şimdi İkinci Cumhuriyet fikrinin nasıl bir Türkiye'de ortaya çıktığına ve tartışmaların başladığı dönemdeki Türkiye'nin durumuna bir göz atalım.

II. DOKSANLARIN BAŞINDA TÜRKİYE

İkinci Cumhuriyet fikri ortaya atıldığında devletin başında Turgut Özal vardı. Özal bir yandan hür düşünce ve serbest piyasayı savunup Türkiye'de yerleşmesini istiyorken öte yandan Türkiye'nin dünya ile entegrasyonunu hızlandırmak istiyordu. Özal'ın bir özelliği de sistemin içinde ve devletin başında bulunduğu halde sistemi eleştirebilen bir kişiliğe sahip olmasıydı. Örneğin İzmir İktisat Kongresi'ndeki konuşmasında şöyle diyordu:

'Devletin ekonomik hayattaki müdahaleci rolü değiştirilmeli, düzenleyici, teşvik edici ve çeşitli menfaatleri telif etmek suretiyle makro verimi arttırıcı bir devlet yapısı benimsenmeli, bürokratik karakteri ağır basan merkeziyetçi idari yapımız mutlaka ıslah edilmeli, gelişen Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Özal, özellikle de Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir değişim peşindeydi, kendi deyimiyle bir 'zihniyet inkılabı' arayışındaydı. Bu özelliğiyle Özal kimilerine göre İkinci Cumhuriyet tartışmalarının mimarıdır. Kimilerine göre ise Özal fırsatçı bir liderdi. İkinci Cumhuriyet ve Özal arasındaki ilişkiyi Melih Pekdemir şöyle değerlendiriyor:

'Turgut Özal tarafından başlatılan İkinci Cumhuriyet tartışmalarında aslında, Türkiye'nin yeni dünya düzenine entegrasyonu bakımından gerekli olan çözümler araştırılıyor. Eski devlet politikaları ve kurumları birer birer masaya yatırılıyor. Bunları bir dizi politik reform olarak değerlendirmek yanlış, bunlar devletin revizyonudur. Bu anlamda sözgelimi Özal, kelimenin gerçek anlamıyla oportunist ve revizyonisttir. Gündeme getirdiği her şeyi demokrasi adına satmayı iyi becerdi.'

İkinci Cumhuriyet tartışmaları başladığında Körfez Savaşı henüz bitmişti ve Türkiye savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni'nde kendine bir yer arayışındaydı. Bu dönemde Özal'ın danışmanlarından Sabah Gazetesi yazarı Cengiz Çandar 'Neo-Osmanlılık' fikrini öne sürmüştü. Buna göre, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve soğuk savaşın bitmesiyle birlikte dünya, 1. Dünya Savaşından önceki haline dönmüştür ve bu sahnede Osmanlı İmparatorluğunun varisi olarak Türkiye yerini alamamıştır. Türkiye bölgede dış politika tüketen değil üreten bir ülke olmalı, emperyal bir vizyona sahip olmalı ve aktif bir dış politika izlemelidir.

Neo-Osmanlılık fikri yalnızca bir dış politika projesi değildi. Aynı zamanda bir kimlik arayışının ifadesiydi. Küreselleşme ile birlikte Türkiye'de de bir kimlik tartışması başladı. Tek tip Türk kimliği parçalanmaya uğradı. Kimlik arayışları da değişim talepleri doğuruyordu. Bu dönemde değişim talepleriyle ortaya çıkan 4 grup görüyoruz. Kürtler, Müslümanlar, Marksistler ve Liberaller Mehmet Altan'a göre bu gruplar aynı zamanda Kemalizmin 4 fobisidir.

Kürt kimliği başından itibaren sıkıntılı bir konuydu ve seksenlerle beraber daha yüksek sesle dile gelmeye başladı. Fakat karşısında sürekli olarak 'üniter devlet'i buluyor ve ayrılıkçılıkla suçlanıyordu. Müslüman kimliği de Kürt kimliği gibi bir takım engel ve yasaklamalarla karşılaşıyor, şeriatçılıkla suçlanıyor, karşılarında 'laikliği' buluyordu.

Değişim talep eden diğer iki grup, Marksistler ve Liberaller ise Kemalizmin diğer iki korkusudur. Kemalizm hem komünizme hem liberalizme eşit mesafede karşıdır Mehmet Altan bu iki grubun zaten Cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist devletten büyük darbe yediğini söylüyor. Örnek olarak da Komünist Partisi Genel Sekreteri Mustafa Suphi'nin Trabzon'da boğdurulmasını, liberal düşünceli Maliye Nazırı Cavid Bey'in İzmir Suikastı nedeniyle astırılmasını örnek gösteriyor.

Saydığımız tüm bu gruplar öteden beri karşılarında baskıcı, ceberrut devleti buluyordu. Kimlikler ve istekler sürekli olarak bastırılıyordu. Fakat küreselleşme ile iletişim araçlarının etkisi ile, özel radyo ve televizyonlarla, uydu kanallarıyla birlikte Türk halkı farklı sesler duymaya alışmıştı.

Cengiz Çandar'ın deyimiyle Pandora'nın kutusu bir defa açılmıştı ve komünistlikten İslamcılığa hakim düşünceye aykırı düşen her türlü düşünce akımı ortaya saçılmaktaydı. İşte İkinci Cumhuriyet fikri, bastırılmış kimliklerin ortaya çıkmaya başladığı bir zamanda ve tartışmak isteyen bir Türkiye'de ortaya çıkıyor.

III. NEDEN İKİNCİ CUMHURİYET?

Türkiye'de siyasal sistemin kendini yeniden üretme kapasitesini yitirdiği ya da rejimin böyle bir yeniden yapılanmayı mümkün kılacak dinamiklere sahip olmadığı varsayımına dayanan İkinci Cumhuriyetçiler, sistemdeki tıkanıklıkları gidereceklerine inandıkları siyasi argümanlarını ortaya koymuşlardır. Burada, sistemdeki tıkanıklıktan kastedilen Birinci Cumhuriyet'in 'anti demokratik ve üretken olmayan' yapısıdır. Nitekim İkinci Cumhuriyet Mehmet Altan tarafından 'üretken ve demokrat bir devlet ve toplum yapma çabası' olarak tanımlamıştır. Neden çözümler Birinci Cumhuriyet'te değil de İkinci Cumhuriyette aranıyor sorusuna ise Mehmet Altan şöyle cevap veriyor:

'Yeni bir cumhuriyete ihtiyaç var. Birinci Cumhuriyet burayı bir yere kadar getirdi ama artık götüremiyor. Çünkü demokrasiyi içermiyor. Bunun demokratik cumhuriyete dönüşmesi, kemalist niteliğinden ziyade demokratik niteliğinin ağır basması lazım. Asker ve sivil bürokrasinin kurduğu militer nitelikte bir Cumhuriyet bu. Asker-sivil bürokrasinin imtiyazına göre şekillenmiş. Belirli bir zümrenin imtiyazına göre şekillenmiş bir devletin, onların egemenliği altında dönüşmesine imkan yok. Nitekim 75 yıldır Türkiye kendini dönüştüremiyor, kuruluşundaki sorunları çözemiyor...'

Aslında sorun Birinci Cumhuriyet ya da İkinci Cumhuriyet meselesi değil 'Adının önemi yok' diyor Mehmet Altan ve ekliyor:

'İkinci Cumhuriyet kavramı, rejimin üzerindeki ordu vesayetini terk etmek anlamına İkinci Cumhuriyet olarak nitelenmiştir. Tartışmalarda ya Fransa örneği verilmekte ya da bunun daha önce söylendiği hatırlatılmaktadır... Oysa, Cumhuriyetin bürokrasinin değil halkın cumhuriyeti haline getirebilmek için demokratikleştirerek değiştirmek düşüncesine İkinci Cumhuriyet denilmektedir. Bunun asla Fransa'yla alakası olmayıp Cumhuriyetin askeri yapısıyla 'ilişki kesme' anlamına 'ikinci' olarak tanımlanmıştır.'

Gelişmelerin önünü tıkayan, hala kendini sorgulatmayan, saydamlığı tabularla boğmaya çalışan devlet yapısı, demokratikleştirilerek elindeki para gücü, halka verilerek İkinci Cumhuriyet mümkün kılınabilir. Bu nedenle işlerin süreç içinde düzeleceğini beklemek iyimserlik olur. Daha hızlı ve gerekli değişimi benimsemek İkinci Cumhuriyettir.

Değişim gerekli ama İkinci Cumhuriyet demeye de gerek yok diyenlere Altan 4 soru soruyor ve cevaplamalarını istiyor:

1. Geçmişe örtü örterek, toplumsal dokunun sağlığına yeniden kavuşmasını engelleyen anlayış ile antidemokratik anlayışa eşlik eden devletin ekonomik patronluğuna nasıl çare bulacaklar?
2. Rejimin yapısındaki askeri niteliği nasıl giderecekler?
3. Bizi nasıl üretken ve demokrat kılacaklar?
4. Cumhuriyetin temelindeki çarpıklıkları nasıl gün ışığına çıkarıp düzeltecekler?

Özetle, İkinci Cumhuriyetçiler Türkiye'nin zaafiyetlerini gidermek için iki temel argüman ortaya koyuyorlar: 1. Hukukun üstünlüğünün sağlanmasıyla demokratik devlet ve toplum yaratarak siyasi liberalizasyona gitmek, 2. Devletin elinden ekonomik gücünü alıp, halka vererek ekonomik liberalizasyona gitmek.

IV. EKONOMİ

İkinci Cumhuriyetçiler ekonomide liberalizmi, özelleştirmeyi ve devletin ekonomideki ağırlığının azaltılmasını savunuyorlar.

Cumhuriyetin iktisadi anlamda Osmanlıdan çok kötü bir miras devralmıştır ve bunu devam ettirmiştir. Osmanlı toprak düzeni sermaye birikimine düşmandır. Zaten başka türlü de varlığını devam ettirmesi mümkün değildi. İşte Cumhuriyet bu mirası devralıyor ve koruyor. Yani sarayın yerini alan devlet ekonominin ve siyasetin tek patronu konumuna geliyor.

Cumhuriyet döneminde uygulanan ekonomi politikalarına baktığımız zaman devletçilikle karşılaşıyoruz. Fakat Kemalist devletçilik, liberal ve sosyalist sistemlerdeki devletçilik türlerinden farklı bir devletçilik. Tamamen bürokratik egemenliği pekiştiren devletçilik.

Uygulanan bu devletçilik zihniyeti Türk insanının ve Türk halkının rekabetçi ruhunu öldürüyor, kendini geliştirmesini ve yarışabilme kabiliyetini arttırmasını engelliyor. Yine bu devletçi politika Türkiye'de sanayicisinden köylüsüne kadar halkı devlete muhtaç hale getiriyor.

Mehmet Altan'a göre bizdeki bu devletçi ekonomik anlayış zaman içinde yozlaşarak bir soygun sistemine dönüşmüştür. Bu sistemin temel ayaklarını ise devlet bankaları, KİT'ler, teşvikler, gümrük fonları ve bakanlıklarla iç içe çalışan özel vakıflar oluşturuyor. Türkiye'de her türlü yolsuzluğu bu çember besliyor. Hiçbir siyasetçi ve siyasal kurum bugüne kadar bu soygun sistemini bertaraf edememiştir. Halk da bu sistemi delerek ödediği vergilere sahip çıkamıyor. Vergi verenlerin sayısı çok az. Dört kişiden biri vergi veriyor. Vergi verenler de vergilerinin nereye harcandığını denetleyecek durumda değiller. Bu ise halkın ekonomik özgürlüğünün olmadığını gösteriyor.

İkinci Cumhuriyetçiler ekonomik egemenliğin halka devredilmesini istiyorlar. Ekonomik patronluğu sona eren devletin ceberrut yaklaşımının da kuvvetsiz kalacağını iddia ediyorlar. Bunun önündeki engel ise Mehmet Altan'a göre asker-sivil bürokrasidir:

'Ekonominin vanalarını elinde tutan ve geleneksel anlayışı itibariyle de bunu bırakmak istemeyen asker-sivil bürokrasi bu nedenle devletin küçültülmesi önerisine iyi bakmamaktadır. İkinci Cumhuriyet Türkiye'nin tarım toplumu olmaktan çıkarılıp bilgi toplumuna ulaşmasının yollarını soruşturacak bir örgütlenmedir. Yani ekonominin halka bırakılması bize bu imkanı verir.'

İkinci Cumhuriyetçilerin ekonomideki çözüm önerileri ise özetle:
*ekonomi serbest piyasa kurallarına uygun işletilmeli
*vergi oranları düşürülmeli, vergi yaygınlaştırılmalı
*gümrükler Avrupa'yla eşitlenmeli
*özelleştirilmeler yapılmalı
*devletin korumacılığı sona ermeli
*ekonomi halka devredilmeli

İkinci Cumhuriyetçilerin ekonomideki bu önerileri kimilerine göre Türkiye realitesine, Türkiye'nin ekonomik yapısına uygun değildir. Örneğin Toktamış Ateş, 1993 yılında konuyla ilgili olarak İkinci Cumhuriyetçileri şöyle eleştiriyordu:

'Türkiye'yi açalım diyorlar. Nereye açıyoruz Türkiye'yi? Bugün Türkiye'de devletin korumacılığını kaldırdığınızda acaba ortaya nasıl bir manzara çıkacaktır? Onlar iyi bir manzara çıkacağını söylüyorlar, ama ben kişi başına iki bin dolar milli geliri olan, bu kadar üretebilen bir devletin kapılarını açtığı takdirde daha iyiye gidebileceğine inanmıyorum. Bugün Türkiye'de devleti ekonomiden çektiğiniz zaman, daha ileri bir noktaya varmanız mümkün değil. Yani bugün Türkiye'de ekonomi rekabete hazır değildir. Dünya ile rekabet edecek halimiz yok. O zaman ekonomideki korumaları kaldırdığınızda ortaya ne çıkacak? Bunun cevabını vermemiz lazım. Bu bir ütopyadır.'

V. ORDU VE BÜROKRASİ

Türkiye Cumhuriyeti'nin aşırı merkeziyetçi, bürokratik ve vesayetçi bir yapıya sahip olduğunu söyleyen İkinci Cumhuriyetçiler Osmanlı yönetim mirasını içinde barındıran bu anlayışın, 1925'ten sonra iyice keskinleşip günümüze kadar geldiğini iddia etmektedirler. Türkiye Cumhuriyetinin bir milli mücadele sonunda ordu tarafından kurulması rejimin bugünkü kimliğini ve sahibini belirlemiştir. Nitekim Türkiye kısa demokrasi tarihine üç darbe sığdırmış, asker süngüsüyle yapılan anayasalarla yönetilegelmiştir. Bu egemen militer iradeye dikkat çeken Altan,

'Kemalizm bir militer ideolojidir, darbeler yapmaya yarar.' diyor ve ekliyor:

'Askeriye hiçbir demokratik ülkede olmayacak kadar siyasete karışıyor, üstelik etkin bir şekilde de denetlenemiyor. Askeriyenin sivilleri bile yargılayan kendi mahkemesi bulunuyor. Dünyada hiçbir örneği bulunmayacak biçimde kendi Danıştayının aldığı kararların bazıları idari yargıya kapalı, harcamaları ise şeklen bile olsa Sayıştay denetiminden uzak. Mesela Türkiye'de ne 12 Martı ne 12 Eylülü ne 27 Mayıs ne de 28 Şubatı yargılamak söz konusu olamaz. Generaller savunma konusundaki her konuya müdahil olurken, toplum ne savunmayı, ne de askeriyenin yapısını tartışamıyor. Yani orduya hesap sorulamıyor. O ise Türk halkından hesap soruyor. Her on yılda bir darbe yapıyor, asıyor, kesiyor, işkence yapıyor, vatanseverliğin tek kriteri olarak kendisini görüyor... Bu çarpıklığı kapamak için ise sürekli tehlike yaratıyor. Eskiden bu komünizmdi, sonra Kürtçülük, şimdi de şeriat oldu. Halk istemediği halde olmayacak bir şeyi tehlike diye halkı korkutmak için bir araç olarak kullanıyorlar.

MGK'nın varlığı ise bu durumu pekiştirip kurumsallaştırıyor. Ordunun Türk siyasi hayatındaki aşırı güçlü konumunu geliştiren bir diğer unsur ise bürokrasiyle sağladığı mutabakattır. Osmanlı-Türk siyasal geleneğinde seçilmemişler, seçilmişler üzerinde gizli bir hakimiyet kurmuştur.

1923 Cumhuriyeti, halk oyuyla seçilmişlerin, atanmışlar üzerinde egemenlik kuramadığı bir rejimdir, bürokrasinin Cumhuriyeti olmuştur, halkın değil. Üstelik bürokrasi, sadece siyasal alanda egemen olmamış, ekonomik alanda da hakimiyetini kurmuş ve korumuş ekonominin de patronu olmuştur. Ekonomik egemenliğine son verilmedikçe, devletin yasakçı kural koyuculuğu da sona ermeyecektir.

Asker-sivil bürokrasinin diğer bir ortak özelliği de vesayetçi yaklaşımlarıdır. Sivil bürokratik seçkinler de toplum yararı bekçiliği yapmışlardır. İkinci Cumhuriyetçiler bu bekçilikten azledilmelerini istemektedirler.

Ordunun ve bürokrasinin Türk siyasal yaşamında egemen olmasından, seçilmişler üzerinde baskı unsuru oluşturmasından, üstelik eğilimlerinin yargı yoluyla dahil denetlenememesinden / denetlenmemesinden rahatsız olan İkinci Cumhuriyetçiler bu durumun revize edilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Bu değişimin mümkün olabilmesinin ise bürokrasinin elinden ekonomik egemenliğini alıp halka vermek, orduyu ise siyasetten uzaklaştıracak yasal düzenlemelerin yapılmasının zorunluluğunu dile getiriyorlar.

VI. LAİKLİK

İkinci Cumhuriyetçiler laikliğe genelde demokrasi açısından bakıyorlar. Bildiğimiz gibi laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin devlete, devletin dine müdahale etmemesidir. Fakat Türkiye'de devletin Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dini kontrol ettiğini görüyoruz. Türkiye'de yaşayan nüfusun büyük bir çoğunluğu müslüman ve sünni mezhebindedir. Anayasada devletin dini belirtilmemesine rağmen diyanet işleri dinsel anlamda bu nüfusu temsil ediyor. Birinci çelişki burada.

İkincisi Diyanet İşleri devlete bağlı bir kurum ve halkın vergileriyle besleniyor. Fakat vergi verenlerin ya da nüfusun bir kısmı gayrimüslim veya sünni mezhebinden olmayan alevilerden oluşuyor. Diyanet işlerinin hizmetleri bu grupları kapsamıyor. Burada da antidemokratik bir durum var.

Diyanet İşleri ve laiklik konusunda Asaf Savaş Akat'ın bir önerisi var- ki bu görüş başkaları tarafından da sıkça dile getiriliyor-.

'Din-devlet ilişkisi konusunda gerçek anlamıyla laikliği savunuyorum. Yani kamunun dini faaliyetlerin dışına çıkarılması gerekmektedir. Üç reform önemli. Birincisi, diyanet işlerinin kaldırılmasıdır. İkincisi, dini okulların imam-hatip liselerinin ve ilahiyat fakültelerinin kapatılmasıdır. Laik bir devlet dini okullara sahip olamaz. Dolayısıyla tevhid-i tedrisat kanunu kaldırılıp, dini cemaatlerin istedikleri gibi dini eğitim veren okul açmalarına izin verilmelidir. Üçüncüsü, temel hak ve özgürlüklerde vicdan özgürlüğünün mutlak bir hak olarak herkes için garantiye alınmasıdır. Vatandaşların ibadetlerini ne devletin ne de herhangi bir cemaatin baskısı olmaksızın yerine getirebilecekleri Anayasaya teminatına alınmalıdır.'

Laiklik aynı zamanda demokrasiyle ve toplumun gelişmesiyle de ilgili bir durumdur. Demokrasi özü itibariyle din devletine karşıdır. 'Ben demokratım, demokratik cumhuriyet istiyorum.' deyince din devleti de dahil halka baskı yapan her türlü totaliter düşünceye karşıyım, inancın iktidar olmasına karşıyım, ideolojisiz bir devlet istiyorum demektir.

Demokrasi ve laiklik arasındaki ilişki konusunda ise Mehmet Altan şöyle diyor:

'Laiklik, dinin topluma bırakılmasıdır. Türkiye'de din devletin tekelindedir. Bir resmi din var, ayrıca toplum kendini dini cemaatlerle gayri resmi dinlerle donatmış. Laiklik elden gidiyor diye feryat ediyorlar ama laiklik yok. Laiklik mi şeriat mı tartışması var. Bu birinci saptama. İkincisi laiklik, asla ve asla demokrasiyi içermiyor. Saddam rejimi buna örnektir. Saddam laiktir ama asla demokratik bir rejimin temsilcisi değildir. Demokratik bir toplumda insanlar şeriatçı da olabilir. Bu onların en demokratik hakkıdır. Ancak suç işlenirse yargılanır. Sonuçta laikliğe sahip çıkacak olan halktır. Yoksa laikliği gerekirse zorla dayatırız demenin bir mantığı yok.'

Yine Mehmet Altan laiklikle ekonomik yapı arasında da bir ilişki kuruyor:

'Din kültürün alt yapısıdır, üstüne baskıyla gidilmez, baskıyla değiştirelemez. Dinin toplumsal yaşamdaki egemenliği ekonomik refahın artmasıyla kalkar. Siz Türkiye'yi tarım toplumu olmaktan kurtarmaya uğraşmak yerine, laikliği devletin terkesine alıp 'diyanet işleriyle dini denetleyeceğiz' derseniz bu abes bir kavgadır. Eğer kişi başına geliriniz AB'nin en fakiri Portekiz'in üçte biriyse, kişi başına eğitiminiz 3.6 yıl ise, gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyanın en beter beş ülkesinden biriyseniz dinin gücü azalmaz, artar. İnsanlar sığınacak yer ararlar. Hala aktif nüfusun yarısını köylerde bırakırsanız, o zaman laikliğin bekçisi halk değil, ordu olur. Burası demokratik değil, askeri bir laiklik dediğim bu. Ekonomi tartışmadan laiklik tartışıyoruz biz.'

VII. HUKUK

İkinci Cumhuriyetçiler, Birinci Cumhuriyetin hukuk devleti kuramadığını, böyle bir anlayışının da olmadığını söylüyorlar. Çünkü Birinci Cumhuriyette temel irade halkın iradesi değil, ülkenin sahibi olduğunu iddia eden militer iradedir. Bu yüzden hukuk önemli değildir, vatanseverlik önemlidir. Üstelik yasak koyucunun koyduğu kurallara devletin bizatihi kendisi uymaz. Yani yargı yönetenler için değil, yönetilenler içindir.

Mehmet Altan Birinci Cumhuriyetin hukuka yaklaşımı konusunda şöyle diyor:

'Devlet hukuka özen göstermiyor, halbuki devlet hukuksal bir varlıktır. Türk devleti zannediyor ki, hukuku yok edersem, devlet ayakta kalır, mesela faili meçhul cinayetler. Bunları birisi işliyor, resmi kimliği olan insanlarsa bu cinayetleri işleyenler 'devlet elden gidiyordu' mantığıyla cinayetleri izah edeceklerdir. Devlet asıl cinayet işlenince elden gider. Devlet dediğiniz organizma yasalardan, uluslararası anlaşmalardan oluşur. Siz bunun ruhunu adalet, hukuk, kavramlarını ortadan kaldırıp, yargı yerine kendinizi koyduğunuzda, cinayeti devletin bekası için işlediğinizi iddia ettiğinizde orası devlet olmaktan çıkar, silahlı bir çete haline dönüşür.'

Bir başka deyişle, hukuksuzluk, Türkiye'de de varolduğu iddia edilen derin devletin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Hukukun üstünlüğünün gerçekleşmediğini ve dolayısıyla hukukun herkese uygulanmadığını / uygulanamadığını iddia eden Altan şöyle devam ediyor:

'Hala askeri yargı hayattadır. Ülkemizde şüphe uyandıran hiçbir iddia, eğer üniformalıları ilgilendiriyorsa, sorgulanmadı. Yargılanmadı. Sonuca ulaştırılmadı. Ne 1 Mayıs katliamı, ne askeri darbeler, ne Mehmet Ali Ağca'nın Maltepe Cezaevinden kaçırılması, ne Lochead Rüşvet Skandalı, ne Gladio. Bu üniformalı sorulara Türk demokrasisi cevap veremedi. Bunları aydınlatamadı... Köylülere dışkı yediren güvenlik görevlisi terfi etti, ceza almadı. Köylüler bir binbaşıya dışkı yedirselerdi acaba olay aynı şekilde mi geçiştirilirdi? Demek ki burada hukukun üstünlüğü devlet elitine, silahlı bürokrasiye uygulanamıyor.'

Hukukun üstünlüğü olmadığı gibi yargının bağımsızlığı da söz konusu değildir diyen Altan sadece Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısına bakmanın yeterli olacağını söylüyor. Son tahlilde Türkiye hukuk devleti ilkesine aykırı bir geleneğe sahiptir. Bu hukuk anlayışı Türkiye'de devlet anlayışının bir izdüşümüdür. Nitekim devletin bekası için 'rutin dışına' dahi çıkılabilmektedir.

VIII. ANAYASA

İkinci Cumhuriyetçiler Türkiye'de bugüne kadar yapılan tüm anayasaları aynı zihniyetin yaptığını iddia ediyorlar. Dolayısıyla yeni bir Anayasa isterlerken, yeni bir Anayasanın gerekliliğini savunurlarken oldukça temkinli davranıyorlar. Örneğin Cengiz Çandar Anayasa konusunda meclise güvenmiyor:

'Yeni bir Anayasa elbette gerekiyor, ama bu yeni Anayasa şu andaki mevcut parlamentonun yapacağı değişiklikle mümkün olabilecek bir şey değil. Bu mevcut parlamento hangi anayasayı yaparsa yapsın, şimdiki partiler statükocu, toplumun gerisinde olan, siyasi yapının ürünlerinden teşekkül ediyor. Bunların yapacağı anayasaya benim arzuladığım Türkiye'nin anayasası olamaz.'

Mehmet Altan ise İkinci Cumhuriyetin Anayasaya bakışını şöyle özetliyor: İkinci Cumhuriyet bizdeki Anayasaları sürekli ordu yaptığı için, yeni Anayasaları yeni bir rejim olarak görmek eğiliminde değil. Çünkü tüm anayasaları yapan aynı otorite. Rejim şartları ve egemeni aynı oldukça değişen Anayasaları yeni bir cumhuriyet ile irtibatlamak hiçbir anlam tanımaz.'

İkinci Cumhuriyetçiler tüm toplumsal tabakaların katılımıyla vatandaş devletini oluşturabilecek sivil bir anayasayı savunuyorlar. Bugün aslında Türk toplumu da bir zamanlar yüksek bir yüzdeyle onayladığı 82 Anayasasından memnun değil. Şimdilerde İkinci Cumhuriyetçilerin de imza koyduğu ve desteklediği, Murat Belge'nin öncülüğünü yaptığı Sivil Anayasa Girişimi var. Sivil Anayasa Girişimi yeni bir Anayasa oluşturmaya davet ederken şöyle diyor:

'Türkiye'de herkese, demokrasi ve insan hakları dışında referans mercii olmayan, demokratik anayasaların yurttaşa verdiği sorumlulukların ötesinde, kutsallaştırılmış ideoloji veya inançlar dayatmayan, yurttaşların hak ve özgürlüklerini genişleterek güvence altına alan yeni bir Anayasa sürecine katılmak yani siyaseti doğrudan oluşturmak üzere çağrıda bulunuyoruz.'

Anayasayla ilgili olarak bugünkü siyasal yapıya baktığımızda Milli Güvenlik Kurulunun hala parlamentonun üzerinde bir Anayasal kuruluş olduğunu görüyoruz. Bu haliyle MGK halk egemenliğini yönlendiriyor, hatta denetliyor. İkinci Cumhuriyetçiler bugünkü siyasi yapının Türk halkının oyunu alarak devleti yönlendiremediğini iddia ediyor. Siyasiler Türk halkının oyunu alıyor ama devlete sığınıyor, devleti oluşturan mutabakata, asker-sivil bürokrasiye sığınıyor ve halktan kopuyor. Türk halkı seçtiği adamları denetleyemiyor.

İkinci Cumhuriyetçiler seçim sistemini de eleştiriyorlar. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren düzenli olarak seçimler yapılmış olsa bile halkın egemenliğinin ortaya çıkmasını sağlayamadığını iddia ediyorlar. Tek parti döneminde seçimler olması gerekenden çok farklı biçimde uygulanıyor. Çağlar Keyder o dönemdeki seçim sistemini şöyle özetliyor:

'Adına seçim denen bir mekanizma yoluyla atanan mebuslardan oluşan bir meclis vardı. İki dereceli seçim sistemi, seçilen bir grup erkeğin (kadınların oy hakkı yoktu) kendilerine Ankara'dan yollanan listeyi onaylamaları anlamına geliyordu. Böylece mebuslar hayatlarında hiç görmedikleri uzak köşeleri temsil ediyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen mebuslara ihtiyaç duyulmuyordu. Hükümet ne meclise karşı sorumluydu, ne de yasama inisiyatifine ihtiyacı vardı.'

Çok partili yaşama geçiş sorunu çözmüyor. 46 seçimleri 'açık oy, gizli sayım' ilkesiyle yapılıyor. İlerleyen yıllarda da değişen seçim sistemlerine ve değişmeyen zihniyete bağlı olarak temsilde noksanlık devam ediyor. Bugünkü seçim ve siyasal partiler kanununa baktığımızda da benzer çarpıklıkların devam ettiğini görebiliriz: parti liderlerinin belirlediği milletvekili adayları, yüzde on seçim barajı v.s. İkinci Cumhuriyetçiler sonuçta sivil bir anayasa, demokratik bir seçim istiyorlar.

Anayasayla ilgili olarak bir de başkanlık sistemi tartışması var ki bu konuda İkinci Cumhuriyetçiler farklı düşünüyorlar. Bazıları Başkanlık sistemini savunurken, bazıları ise karşı çıkıyor. Cengiz Çandar bu konuda geçmişi örnek göstererek Başkanlık Sistemini savunuyor:

'Başkanı halk oyuyla seçmek toplumun olgunluğuna tekabül eder. Bence Türk toplumu bu olgunluk noktasına gelmiştir. Biz bundan önce padişahlıkla yönetilen bir ülke idik. Daha sonra gelen Atatürk de bir padişahtı. Atatürk'ün başbakanı vardı: İsmet İnönü, Rauf Orbay son dönemde de Celal Bayar vardı ama Türkiye'nin 1923-1938 dönemi bunlarla mı anılır ama yoksa Atatürk'le mi? 1938-1950 arası Saraçoğluyla mı, diğerleriyle mi anılıyor? Devlet başkanı İsmet İnönü'yle anılır. 1950-1960 dönemi Menderesin mutlak otoritesi dönemidir. Genel oyla varedilmiş mutlak lider görünümündedir. Bu süreç 1960'tan sonra askeri müdahale ile rotadan çıkmıştır. Yani tarihi geleneğimizde de bir tür başkanlık sistemine uygun bir alışkanlığımız var. Toplum için çok yeni bir uygulama değil, tam tersine onun yapısına uygun.'

Mehmet Altan ise aynı nedenlerle başkanlık sistemine karşı çıkıyor:

'Burası padişahlıktan gelme bir ülke, demokratik eğilimlerin çok dışında bir yapılanması var. Onun için başkanlık sisteminin demokrasiyi zehirleyeceğinden korkuyorum.'

IX. DEMOKRASİ / SİVİLLEŞME / YERELLEŞME

'İkinci Cumhuriyet, Cumhuriyeti demokratik yapma önerisidir' argümanıyla ortaya çıkan İkinci Cumhuriyetçilerin cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını açmak gerekmektedir. Çünkü bilinçli ya da bilinçsiz cumhuriyet ve demokrasi kavramları özdeşleştirilmekte ya da doğrudan ilişkilendirilmektedir. Mehmet Altan'a göre ise cumhuriyet ve demokrasi ilişkisi çerçeve-içerik bağlamında değerlendirilmelidir.

'Cumhuriyet, halkın doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla egemenliği elinde tuttuğu yönetim biçimi olarak tanımlanıyor. Ne var ki, halkın egemenliği demokrasi olmadan sağlanmıyor ve pekişmiyor. Demokrasi her türlü fikrin rahatça söylenip propaganda yapabilmesi ve rahatça örgütlenmesidir. Eğer cumhuriyeti demokrasi ile besleyemezseniz yani cumhuriyet çerçevesini demokrasiden yoksun bırakırsanız, bunun bir faşist yönetime dönüşmesi de söz konusudur. Cumhuriyet ve demokrasiden birisine içerik birisine de çerçeve olarak bakıyorum.'

Ne var ki, 1923 cumhuriyeti de gerçek bir halk egemenliğinin oluşmasını sağlayacak olan demokratik özden kopuk olarak ilan ediliyor. Zaten bu yüzden bizde demokratik cumhuriyet yerine laik cumhuriyet ilan deniliyor. Üstelik demokrasi halkçılıkla eş tutuluyor.

Altan'a göre, altı ok içindeki en faşist ilkelerden birisidir halkçılık. Çünkü kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir kitleyiz mantığı demokrasinin özüyle çelişiyor, sosyal sınıfları yadsıyan ve o toplumun gelişmesinde en yararlanacağımız dinamiği yasaklayan, o dinamiğin oluşmasını sağlayacak temel altyapıyı düşman sayan bir anlayıştır. Oysa demokratik bir cumhuriyet kurulabilseydi, çoğulcu bir rejime kavuşulacak halkın devleti denetleyen egemenliği doğacaktı.

Devletin daha kuruluşta demokrasiden nasibini alamaması, bunu, militer-vesayetçi ve statükocu bürokrasi ile pekiştirmesi, anti-demokratik yapının kemikleşerek günümüze kadar gelmesine sebep olmuştur. Bu süregelen cumhuriyetçi siyasal kültürü Taha Parla şöyle açıklıyor:

'Cumhuriyetçilik, anti monarşizm ve anti teokratizmdir. Bu kadarı elbette ileridir, ilericidir. Ama Kemalist cumhuriyetçilik bundan ibaret değildir. İçi karizmatik şef sistemi, fiilen de resmen de hiyerarşik alt şefler sistemi, tek particilik, güdümlü seçim ve millet meclisi vb. ile doldurulmuş, anti demokratik bir cumhuriyetçiliktir. Geleneksel siyasal kurumların ve meşrutiyet teorisinin (saltanat-hilafet) yerine, ulusal egemenlik retoriği içinde ulusal egemenliğin yönlendiricisi, hatta belirleyicisi olan şefin partisinin iradesi korunmuştur.

Mehmet Altan, bu anti demokratik yapının aşılmasını ise, ancak hukuk devletinin işler kılınması ile, onun üstüne Paris şartının oturtulmasıyla (ki demokrasinin çağdaş tanımı olarak en nihai gelinebilen ortak noktadır ve bu yüzden demokrasinin temel çerçevesi olarak algılanmalıdır) mümkün olabileceğini söylüyor ve ekliyor: 'Bu nihai bir amaç değildir, başlangıç noktasıdır.'

Sivilleşme ise toplumun demokratikleşmesi bağlamında ele alındığında iç dinamik olarak algılanmakta, bu şekilde sivil toplumun (dış dinamiklerin de katkısıyla) oluşabileceğine inanılmaktadır. Yerelleşmeyi de bu çerçeve içine almak mümkündür. Çünkü bu iki olgu nihayetinde halkın ekonomik ve siyasi patronluğunu yapan devletin hükümranlığını baltalayacaktır.

X. SONUÇ

İkinci Cumhuriyet fikri, içerdiği argümanlarla Türk siyasal yaşamında "yeni" bir tartışma başlatmıştır. "Cumhuriyeti demokratik kılma" çabası olarak özetleyebileceğimiz İkinci Cumhuriyet, 1923'te kurulan cumhuriyetin demokratik özden yoksun olduğunun, merkeziyetçi ve otoriter özelliklerinin ağır bastığının, siyasal ve ekonomik egemenliğinin halka değil, bürokrasiye ve orduya ait olduğunun altını çizerek bu siyasal sistemin yeniden yapılanması gereğini savunur. Yeniden yapılanmanın önündeki en büyük engel ise cumhuriyetin kuruluşundan itibaren siyasal ve ekonomik gücü elinde bulunduran asker-sivil bürokrasidir. Rejimin askeri niteliği devletin topluma ve bireye bakışını şekillendirmiş, devleti kuran güç olarak ordunun siyasete müdahalesini meşrulaştırmıştır. İkinci Cumhuriyet bu mutabakatın yıkılıp, devletin üretken ve demokrat olarak yeniden yapılanmasını öneriyor.

Küreselleşmeyle birlikte Türkiye'de de yekpare Türk kimliği parçalanmaya uğramıştır. Bastırılmış kimliklerin ve değişim taleplerinin ortaya çıkışı, kendisini tek tip bir kimlikle tanımlayan ulus-devletin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Siyaset, iktisat ve kültür alanında devletin yüklendiği rol, elitist-otoriter yapı ile bağlantılı olarak, demokratik bir yapı oluşmasının engeli olarak görülmüştür.

Küresel dünyanın bir parçası olmanın ve bilgi toplumuna ulaşmanın yolu devletin ekonomiden eğitime her alanda yapacağı dönüşümle mümkündür. İkinci Cumhuriyet bu dönüşümün kaçınılmazlığına dikkatimizi çekerek küresel dinamikleri daha çok ön plana çıkarıyor ve üretken ve demokratik bir toplumun batı tipi liberal demokrasiye sahip olunarak gerçekleşebileceğini iddia ediyor.

 

 

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız