Medyada 2. Cumhuriyet > Postmodernizm ve İkinci cumhuriyet

POSTMODERNİZM VE İKİNCİ CUMHURİYET

 

Peter Drucker, tarihte kimi sınır çizgilerinin bulunduğuna ve bunlar bir kez aşıldı mı, sosyal ve siyasi görünümün değiştiğine, yeni gerçeklerin oluştuğuna dikkati çekiyor ve "1965-1973 arası bir tarihte, bu tür bir sınır çizgisini aştık ve önümüzdeki yüzyıla girdik. Politikayı bir iki yüzyıl biçimlendirmiş olan inançları, taahhütleri ve bağlantıları geride bıraktık. Üzerinde bize rehberlik edebilecek tanıdık sınır taşlarının pek az olduğu bir siyasi terra incognita (henüz keşfedilmemiş topraklar)dayız." diyor. Bir bakıma bu sınır çizgisi yalnızca bugüne özgü değildir. İnsanlık tarihinde bu tür sınır çizgileri büyük dönemleri belirlemektedir. Her bir çizgide, bir önceki dönemin inanç, bağlantı ve taahhütleri geride bırakılmış ve bir terra incognita'ya girilmiştir. Bu çizgiler aşıldığında büyük dönüşümler, değişimler ortaya çıkmış, eskinin yerini yeninin belirsiz, oturuşmamış unsurları almaya başlamıştır. 20. yüzyılın son çeyreği gerçekten bir dönüm noktası oluşturuyor. Bu dönüm noktasının özelliği ise hızlı ve temel değişimin günlük yaşamın normu haline gelmesidir.

İlk bakışta bu yaygın ve yoğun oluşum bir karmaşa gibi algılansa da, bu karmaşada belli somut sınır taşlarının seçilmeye başladığı, yeni toprakların belli benzerlikleri (eşitlikleri değil) içerdiği söylenebilir. Örneğin ekonomi-siyaset ve yönetimde devletin küçültülmesi politikaları, kültürde postmodernizm benzer eleştirileri, benzer önerileri içeren kavramsal ve pratik dinamiklerin çerçevelerini veriyorlar. Ülkemizde ise, İkinci Cumhuriyet tartışmaları bu iki akımın (yeni dünya görüşünün) bir ürünü olarak gündeme gelmektedir. Postmodern yaklaşımla İkinci Cumhuriyet yaklaşımları çıkış noktaları, ekonomik ve kültürel dayanakları ve bakış açıları; devlete, bireye ve topluma yaklaşım biçimleri; genel çözümlemeleri ve önerileri açısından önemli bir benzerlik göstermektedir. Bu benzerlik bir rastlantıdan çok her ikisinin de değişen dünya koşullarında yeni bir kültür ve siyaset bütünü ya da ideoloji oluşturma arayışından kaynaklanmaktadır. Aksoy ve Robins'e göre Türkiye'deki arayış bireysel ve ulusal kimlik arayışı niteliğindedir. Avrupa ile özdeşleşen "Batı" kavramının göreceleşmesi, modernleşme projesine karşı geliştirilen oto-kritik geleneğinin Avrupalı kimliğini sorgulamasıyla birlikte, Türkiye'de Batı ve Batılılaşma kavramlarının değişime uğramasıyla ilişkilidir. Kuşkusuz, İkinci Cumhuriyet tartışmalarının bireysel ve ulusal kimlik arayan yönü bulunmaktadır. Ancak, bu arayışın ardındaki oto-kritiğin özelliği postmodernizmin kendini bir önceki dönemdin bir "kopuş", her yönüyle bir farklılaşma olarak sunmasıyla özel bir anlam kazanmaktadır. Drucker'in sözleriyle bağlantılı olarak aldığımızda postmodernizm bir önceki aşamayla (modernizmle) ilgili inançların, taahhütlerin ve bağlantıların geride bırakılması anlamındadır. Başka bir deyişle, postmodernizm bir "karşı-modernlik" olarak kendisini sunmaktadır.

Modernleşme: Değişim ve Gelişim

Osborne, modernlik (modernity) düşüncesine bir tarihsel dönemleştirme kategorisi, toplumsal deneyimin bir niteliğinin belirleyicisi ve tamamlanmamış bir proje olarak üç biçimde yaklaşılabileceğini söylüyor. Modernliği hangi yaklaşımla ele alırsak alalım, postmodernizmin onunla bir karşıtlığı sergilediği görülüyor. Zira, tarihsel bir dönemleştirme kategorisi olarak modernizm kendisinden önceki dönemlerden yalnız farklılığı değil, daha iyi, daha ileri ve gelişmiş olmayı da içeren bir niteliksellikle bütünleşmektedir.

Başka bir deyişle tarihsel bir kategori olarak modernleşme belli bir dönemi çağdaş olarak sınıflar. Ancak, bu çağdaşlık yeni ve kendini aşmış olmayı içerecek ikili bir rol oynamaktadır. Farklılaşmış biçimler içinde ilerleme ve gelişmeyi simgelemesi yanında, gerçekleşmesi gerekli yeni ölçütleri koyarak farklılaşma ve homojenleşmenin diyalektiğini dolayısıyla ulusal devlet ve modernleşme kuramlarını da vermektedir. Bu olgu, onun belli bir niteliğin belirleyicisi olmasını sağlamaktadır. Böylece modernleşmenin kendisi hem kronolojik olarak bir dönemi, hem de gelişme ve ilerlemeyle bütünleşen toplumsal deneyimin gelişerek süreklileşmesini anlatmaktadır.

Ulusal devlet ve modernleşme kuramları özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumsal gelişmenin temel taşlarını oluşturmuşlardır. Uluslaşma ve sanayileşme-demokratikleşme-toplumsal gelişme dinamikleri bir yandan kimi toplumların ulaştıkları belli bir aşamayı simgelemiş; bir yandan da gelişmenin olmazsa olmaz, koşulu olarak diğer toplumlar için bir model oluşturmuştur. Modelin getirdiği en önemli özellik farklı bir alanda ortaya çıkmaktadır: uluslaşmanın, gelişmenin ve ilerlemenin devlet öncülüğünde, devletin belirleyeceği hedefler ve ilkeler çerçevesinde gerçekleşmesi. Bir diğer özellik ise, bu sürece giren toplumların tüm yönlerinin değişiminin sözkonusu olması, total bir değişimin gerekliliğinin ortaya çıkışıdır. İster kendi isteğiyle, ister sömürgeleşme sonucu bu sürecin başladığı her yerde hedeflerin önceden belirlenmesi ve bu hedeflerin verilmiş bir toplumun yaşantısının tüm yönlerini içermesi modernleşmenin temel özelliğini oluşturur. Bu oluşumun doğal sonucu modernleşmenin aynı zamanda bir "siyasal kuram" niteliği kazanmasıdır. Her siyasal kuramda olduğu gibi, modernleşme de, "hem ortak yaşam için bir ideal sunmuş, hem de insanların bu idealde yaşamak istediklerini onlara gösteren ikna edici bir işlev kazanmıştır.

Modernleşme kavramının çeşitli kullanım biçimlerinin ardında gelişme ve ulusal devletle ilgili, onu meşrulaştıran düşünce sistemleri de yer almaktadır: aydınlanma ve devlet felsefeleri. Aydınlanma, ortaçağda dinin hizmetinde çalıştırılmış felsefenin dinden bağımsızlaşmasıyla gelişen Rönesans felsefesinin akılcı, özgür, laik insanlık kültürüne; gücünü ulustan alan, bilgi ve demokrasiye dayalı devlet düşüncesinin, bilimin egemen olduğu bir doğa ve evren görüşünün 18.ci yüzyılda bir kültür felsefesine dönüşümüdür. Bu felsefenin ana tutumu gerçeğe akıl ve aklın gereci olan deneyle yönelme; bütün konuları akılla aydınlatmadır. Yalnız dinin değil, aynı zamanda geleneğin doğrularının da eleştirel akıl ile ele alınmasıyla gelişen bu kültür sistemi insanı özgürlüğe ve yargılarında bağımsızlığa kavuşturmayı, onu akla uygun bir dünya görüşüne, akla dayanan bir yaşama yükseltmeyi amaçlamaktaydı. Bu kültür sistemi içinde tarih "gelişmeyi belirleme" yanında, bu "değişmeyi güden güçler ile bu oluşun ereğini" açıklayan, "tümüyle insanın olan" bir olguya; akıl ve bilim tarihin itici gücüne; devlet genel istenç ve demokrasiye dayalı ahlaki bir topluluğa dönüşmüştür. Toplum sözleşmesi ile devletin insan iradesine dayalı meşruluğu açıklanırken, bu ahlaki topluluk en olgun anlatımını Hegel'de bulmakta; devlet, kendiliğinden akla ve birey özgürlüğüne uygun toplum düzeninde varlığın ve aklın kendini gerçekleştirmesi olmaktadır. Bununla birlikte Hegel'de devlet bir araç değil, "bizzat ereğin kendisidir". Toplum sözleşmesi ve Hegel'de devletin özüne ilişkin farklılık birincinin gelişme evresine, ikincinin ise bir modele göre dönüşme evresine yanıt vermelerinden kaynaklanmaktadır. Hegel'de toplum çıkarı, özel uğraş alanı olan sivil toplumun çıkarından soyutlanmış olup; sivil toplumun bencilliği temsiline karşılık, devlet genel özvericiliği temsil etmektedir. Başka deyişle devlet, kamu çıkarını (ya da ortak çıkarı) temsil etmekte, birey ise ahlaki bir sorumluluk içinde bu çıkara yönelmektedir. Bunun anlamı gelişme ve ilerlemenin, insan aklını öne çıkarması yanında, (hedefleri devlet tarafından konsa da) birey için ahlaki bir sorumluluk getirmesidir.

Gerçek bir bütün olarak aydınlanmada, gerek toplum sözleşmesinde, gerek Hegel'ci devlet anlayışında, gerekse Marksist toplum düzeninde bu sorumluluk insanın belli nitelikler kazanmaya yönelmesini, bireysel çıkarını toplum ya da devlet ile uzlaştırılmasını, başka deyişle özgürlüğünü kendi iradesi ile sınırlamasını gerektirmiştir. Zira çıkarı, insanın elde etmek istediği her şey olarak tanımlarsak, ahlaki sorumluluğun, bu çıkarın akılcı olduğu kadar toplum yararına ters düşmeyecek biçimde tanımlanmasını gerektirdiği de görülür. Böylece bireysel çıkar, yöre, sınıf ya da birincil ilişkilerin geçerli olduğu aile ve/veya topluluk (cemaat) çıkarından çok, toplumsal çıkara göre biçimlenmekte ve onun gerçekleşmesine katkısı ile meşrulaşmaktadır.

Modernleşmenin getirdiği bir başka sorun, değişimin bir anda ve tüm alanlarda aynı hızda ve güçte gerçekleşmemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun sonunda yeni ile eski, göreli ağırlıkları değişse de, insan ve toplum yaşamında ve davranışında, aynı anda varlıklarını sürdürmektedir. Önemli olan yeninin, çağdaşın eskinin yerini almak üzere bir ideal oluşturmasıdır. Kili'ye göre çağdaşlaşma "devlet için, ulus için, kişi için bütünleyici bir kavramdır. Yalnızca, gelişmeye engel olan bağlardan bağımlılıklardan kurtulması değildir. Bununla birlikte ve bunun yanında o toplumdaki insanların çağdaşlaşması özgürleşmesidir. İnsanın toplum, devlet yaşamında, inançlarda, değerler sisteminde, ahlakta erdemli olması, bilimi, bilimsel düşünceyi dünyasal işlerin yol göstericisi olarak kabullenmesi ve insan olmaktan gelen özdeksel ve tinsel tüm gereksinmelerine olumlu yanıt verecek düzeni kurmasıdır."

Görülüyor ki modernleşme ya da çağdaşlaşma aynı zamanda insanı özne ve nesne yapan bilimsel ve teknolojik buluş ve yeniliklerin getirdiği sosyo-ekonomik değişimlerle ilgili objektif bir süreç ve eski düzenden çözülüşten kaynaklanan kültürel bir vizyonu da kavramlaştırmaktadır. Bu süreç ve vizyon bir özne ve nesne olarak insana kendini dönüştüren ilişkileri değiştirme gücü verirken, dönüşümü de ekonomik gelişme ile birlikte bireyin kendini geliştirmesine bağlar. Bu ise, devlet üstünlüğü ve öncülüğü ile bireyin gücü arasında bir uzlaşma sorunu olarak modernleşmenin kimi temel çelişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan biri, "egemen insanla egemen devletin" uzlaştırılmasıdır. Ancak, bu çelişki yalnız genel çerçevede devletle birey arasında değildir. Aynı zamanda kamu ile özel bağlamında tüm ilişkilerde, somut koşullarla hedefler arasında, görünüş ile gerçeklik, üst ve alt kültür, değer ikilemi" gibi belli dikotomilerin oluşmasına da neden olmuştur. Ancak bu ikilem ve/ ya da çelişki modernleşmenin sonunda ortaya çıkan bir sorun değil, başlangıcındaki niteliksel farklılaşma amacının bir sonucudur. Modernleşme teknolojik gelişimle bütünleşen bir ekonomik toplumsal (kültürel) siyasal süreç olarak alındığında olduğu kadar, bir modele göre değişme amacının özünde de bulunan somut koşullar- hedef ayrımını ve buna bağlı tüm ikilemleri kendiliğinden içermektedir. Zira, sürecin özünde yerleşik bir yaşam biçiminden daha ileri düzeyde örgütlenmiş bir başka yaşam biçimine geçiş; yerleşik ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıların, kurumların, ilişki kalıplarının ve değerlerin yıkılıp, yerlerini yenilerinin alması bulunmaktadır. Ancak tüm yaşam biçiminin yeniden örgütlenmesi süreci içinde toplumun tüm unsurlarının aynı anda ve hızda değişemeyişi bulunmaktadır.

Modernleşmenin ekonomik boyutu yalnızca sanayileşme ile değil, aynı zamanda (en azından Batı modeli için) kapitalist ekonominin gerekleri; siyasal boyutu ulus devlet ve çoğulcu demokrasi doğrultusunda demokratikleşme; kültürel boyutu ise her iki alanda geçerli bilgi, değer ve normlarla bütünleşmektedir. Ancak daha ileri bir örgütlenme modeline dönüşüm açısından bakıldığında modernleşmenin bu boyutları marksizm ve onun her üç boyuttaki belirleyicilerini ve buna yönelik değişim sürecini de anlatmaktadır. İki sistem arasındaki temel farklılıklar ne olursa olsun değişim dönüşüm sürecinde yukarıda belirlenen ikilemler ortadan kalkmamaktadır. Nasıl bir model kabul edilirse edilsin sonuçta düşünülen daha ileri, daha demokratik daha iyi ve istenir bir yaşam biçimine geçiştir. Bu nedenle bu bağlamda modernleşme her iki model için de ekonomik olduğu kadar, toplumsal ve siyasal amaç özelliği de taşımıştır.

Modernleşme teknolojik gelişimin, bilimsel bilginin bir ürünüdür. Aynı bilgi aydınlanma felsefesinin de özünü oluşturur. İkisi arasındaki bağlantı her ikisinin birbirini geliştirmesine dayalıdır: Teknoloji bilgiyi, felsefeyi dinden ve geleneksel sistemden özgürleştirirken, felsefe de teknik bilgiyi üretecek insan tipini ortaya çıkaracak, cesaretlendirecek bir ortamın düşünsel, toplumsal ve siyasal alanda gelişimine katkıda bulunmuştur. Bu nedenle ayınlanma -şimdilerde iddia edildiği gibi- yalnızca marksizmin, daha doğrusu leninist devletin egemen gücü ve motoru olmakla kalmayıp, hem ulusal devletin, hem de daha sonra çoğulcu ve liberal demokratik devletin de egemen gücünü ve motorunu oluşturmuştur. Ulusal devlet tarihin belli bir aşamasında gelişen ticaret ve sanayi burjuvazisinin gereklerine yanıt vermiştir. Liberal demokratik devlet ise, kapitalist modelde önce orta sınıfın, daha sonra da işçilerin ve diğer toplumsal kesimlerin talepleri için bir yaşam çerçevesi oluşturmuştur. Bu nedenle devlet ekonomik, siyasal bir bütün olması yanında ulusal-bireysel kimlik için gerekli koordinatları da verir. Ancak farklı taleplere yanıt verme olgusu, zorunlu olarak çeşitli alanlarda belli ikilemleri ortaya çıkarır. Bununla birlikte bu ikilemin, insanın kendini geliştirmesinin ve değişim içinde kendi kimliğini bulmasının mantığını verdiğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Aynı ikilem aşağıda da değinileceği gibi gerek postmodernizmin, gerek belli bağlamda İkinci Cumhuriyet tasarımının da hareket noktalarını oluşturmaktadır.

Bugünün Sorunları

Modernleşme bugün bir bütün (model, süreç, kültür, politika, vb.) olarak önemli bir aşamaya gelmiştir. Bu aşamada, yukarıda da belirtildiği gibi gelişim-dönüşüm biçimlerinden biri olan marksist uygulamanın büyük bir sarsıntıya girdiği bir yana bırakılırsa, kapitalist model de oldukça uzun bir dönemdir önemli krizlerle karşılaşmaktadır. Her iki modelin de ekonomik alanda olduğu kadar, siyasal ve toplumsal alanlarda karşılaştıkları sorunlar sürecin gerisinde bulunan (teknolojiyi değilse de) düşünce sisteminin eleştirilmesine yol açmaktadır.

Teknolojinin günümüzdeki ulaştığı üstün düzeye karşın, dünya ölçeğinde açlık sorununun büyük boyutlarda ortaya çıkması, teknik bilginin öldürücü silahlar üretmesi, bütün çabalara karşın zengin ve fakir ülkeler arasındaki farkın büyümesi, iletişim teknolojisindeki gelişimin dünyayı küçültmesi yanında bilginin bir meta haline gelişi, okur yazarlığın artmasına karşın bilgilenmiş insanın yaşamını kontrol edememesi, istenç ve demokrasiye dayalı ahlaki bir topluluk olarak kabul edilen devletin ve bürokrasinin giderek bireyden uzaklaşması ve emredici nitelik kazanması, vb. pek çok sorun ussallığa, bilimsel bilgiye, aydınlanmaya kısaca modern kavramının özüne ve tüm bağlantılarına belli bir tepki doğurmaktadır. Sahip olduğumuz bilgi ve deneylerin bu oluşumlara uymaması "insanların ayaklarının altında yerin sallanması" yeni arayışlara neden olmaktadır. Muhafazakar ekonomi kuram ve uygulamaları, (devletin küçültülmesi siyasaları) ile postmodernizm bu arayışların farklı biri gibi görünen, ancak birbirini tamamlayan yansımalarıdır.

POSTMODERNİZM VE İKİNCİ CUMHURİYET

Postmodernizm

Aydınlanmanın modernleşme sürecinde gerçekleştirdiği misyon, devletin küçülmesi politikalarının geçerli olduğu bu dönemde postmodernizm tarafından üstlenilmiş görünmektedir. Küçülme politikalarının ekonomide ve ekonomi-devlet ilişkisindeki önerilerini kültürel alanda postmodernizm temellendirmeye çalışmakta, dolayısıyla birey-toplum-devlet arasındaki dengenin yeni koordinatlarını da vermektedir.

Bu koordinatları aşağıdaki gibi belirleyebiliriz:

1. Postmodernizm çağdaş toplumun rahatsız edici yönlerini öne çıkaran, eleştiren, sorgulayan ve örtük bir biçimde de olsa yeni bir dünyanın çerçevesini çizen bir tavrı ifade etmektedir. Ancak bu tavır bir yandan bu rahatsız edici yönleri "kültürel modernleşmeye" yüklerken bir yandan da "çokuluslu kapitalizmin doğasına ilişkin açık ya da örtük bir siyasal tavır" niteliğindedir. İlk yönüyle modernizme karşıtlığı simgelemekte, ikinci yönüyle ise kendisi de bir kültür felsefesi olma özelliği göstermektedir. Lyotard'ın postmodernizmi "aydınlanmaya" dolayısıyla bilimsel bilgiye ve felsefeye inanılmazlık olarak tanımlaması ve "popülist olanla, meşru (bilimsel) olan arasındaki karşılaştırılamazlıktan kaynaklanan karşıtlık" olarak nitelemesi, postmodernizmin bu iki yönünün bir açıklaması olmaktadır. Sorunun bir modernizm-postmodernizm ikilemi içinde konması, modernizmin modernliğin kültürü olması, postmodernizmin de kendi döneminin kültürü olmasını getirmektedir.

2. Postmodernizm kültür alanında modernleşmenin popüler olanı değiştirmeye, geliştirmeye yönelik tavrına bir karşı çıkış olarak geliştirdiği tavır, ussallığı ve bilimsel doğruyu (truth) reddetmeye dayanır. Rotry'e göre bunlar "dil oyununun bir parçasıdır." Oysa ki ussallık, modernleşmede "en karakteristik insan kapasitesi" olarak kabul edilir. Bu nedenle ussallık insanın özgürleşmesinin ve kendini geliştirmesinin temel dayanağını verir. Modernleşmenin toplumsal deneyimin belli bir niteliği olarak tanımlanması bunun bir sonucudur.

3. Modernleşmenin bilimsel doğruları ise, özellikle toplumu tarihsel ya da işlevsel olarak açıklayan felsefe ve/veya siyasal kuramın konusu olmaları nedeniyle postmodernizm için geçersizleşmektedir. Zira postmodernizme göre bunlar aklın totalleştirilmesi düşüncesine dayanan, akıl ve özgürlüğün sürekli gelişiminin modern bilimin ve siyasetin kural ve normlarıyla sağlanacağını ileri süren meşruluk anlatımlarıdır. Oysa tek akıl değil, akıllar vardır. Bu nedenle modernizmin doğruları siyasal ve toplumsal eleştiri için bir temel oluşturamaz. Bilimsel meşruluk artık "çoğulcu, yerel ve heryerde olabilen" bir olgudur. Bilimde, estetikte, adalette "tek ve kapsayıcı bir akıl ancak bir ideolojidir, bu alanlarda ancak ussallığın çoğulluğundan," ya da "tekilliğin çoğulluğundan" sözedilebilir.

4. Ussallığın bu tür reddi, ulusal devletin mantığını da belli ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Ulusal devlet ve toplum, "devletin ilerici hedef olması", toplum yoluyla kurtuluş aranması başka deyişle ekonomik kalkınmayla refahın arttırılması, ortak çıkar ve siyasi bütünleşme sağlanması, ekonomik çıkar ile sosyal ve kültürel değer ve üslupların gelişmesi beklentilerine dayanmaktadır. Bunların özünde ussallık bulunmaktadır. Bu beklentilerin dayandığı düşüncelerin geri gelmesi Drucker'e göre artık düşünülemez. Bu durumda insanın bağlılığı, ya da ahlaki sorumluluğu soyut bir toplum idealine değil, tarihsel olarak bağlı olduğu topluluğa karşı olacaktır. Lyotard'a göre toplumu birarada tutan, toplumsal kimliği veren ortak bilinç ya da kurumsal alt yapı değil, söylem pratikleri arasındaki çapraz bağlardır (social bond).

5. Böylece postmodernizm iki şeyi birden değiştirmektedir. Birincisi, toplumun örgütlenme temelidir. İkincisi ise, toplumun (society) yerini topluluğun (cemaatin) almasıdır. Postmodern toplum sanayi sonrası toplumla ilişkili olup; bilgisayarlar, ileri teknoloji, bilimsel bilgi, enformasyon ve bilim ve teknolojideki gelişmeler sonucu "hızlı değişim" toplumudur. Bu toplumda teknoloji ve bilgi toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmakta, insanlar arasında dünya ölçeğinde bilgi benzerliğinin, okur-yazarlığın getirdiği bir benzeşme, bir birlik doğurmaktadır. Zira, iletişim teknolojisindeki gelişme, insanlar arasında bilgi akımını yoğunlaştırmış, farklı toplumların insanları aynı kodu kullanmaya başlamıştır. Ancak bu durum söylem pratiklerinin kesişme noktalarını arttırmakla birlikte ulusal devletin sınırlarını zorlamakta ve insanın kendi yerini, kimliğini bulmasını da zorlaştırmaktadır. Bu nedenle insanlar tarihsel olarak bağlı olduğu topluluklar vermektedir. Sözkonusu yönelişin etkileri birey, toplum ve siyaset açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, tarihsel olarak bağlı bulunulan çeşitli topluluklar arasındaki "kültürel uzaklık siyasal ve toplumsal olarak saldırganlaşmaktadır. Zira bu toplulukların (cemaat) dayanışma temelleri farklıdır.

Postmodernizmin Siyasal Çerçevesi

Postmodernizm dünyanın içinde bulunduğu koşullara, insanların karşılaştığı sorunlara bir tepki, bir eleştiri görünümündedir. Sorunların nedenlerinin liberal demokratik devlete ve marksizme bağlanması postmodern siyaseti bu iki siyasal çerçeveden belli ölçüde uzaklaştırmaktadır. Ancak yeni çerçevenin açıkça verilmemiş olması, daha doğrusu çok dolaylı ve dolambaçlı olarak ifade edilmiş bulunması, postmodern siyasetin, "mefhum u muhalifinden" belirlenmesini gerektirmektedir. Bu belirlemenin dayanağı ise her iki siyaset çerçevesinin yanıt verdiği siyaset biliminin geleneksel "kim, ne elde ediyor?" sorusu olacaktır.

Her ne kadar postmodernizm mevcut bilgilerin, açıklamaların artık geçersiz olduğunu ileri sürse de, çerçevenin belirlenmesinde yine de bu bilgilerin yardımı gerekmektedir. Çok basit bir şema içinde liberal, liberal-demokratik, marksist siyaset ayrımları yaptığımızda, birincisi burjuvazinin, ikincisi orta sınıfların, üçüncüsü ise işçi sınıfının taleplerine, beklentilerine karşılık vermektedir. Bu belirleme doğru ise, liberal-demokratik ve marksist siyaset çerçevelerinden uzaklaşan postmodern siyasetin genel yöneliminin liberal devlet olduğu söylenebilir. Ancak bu yönetimin, pazarın yerini piyasanın, ulusal girişimcinin yerini uluslararası şirketlerin aldığı, ekonomik örgütlenmenin ulusal düzeyden dünya ölçeğine taştığı "geç kapitalizmin mantığı içinde" değerlendirilmesi gerekir.

"Kim, ne elde ediyor? Sorusu postmodern literatürde açıkça yanıtlanmış değildir. Bunun yerine "aktörlerin rollerinin, oyunun kurallarının değiştiği" söylenmektedir. Bunun anlamı devlet merkezli ya da sınıf ayrımına dayalı bir siyasetin geçersizleşmesidir. Devlet merkezli bir siyasette, siyasal sistem (devlet) -en demokratik tanımında bile- siyasal kaynak ve değerlerin yukarıdan aşağıya emredici bir biçimde dağıldığı, bu dağılımın kontrol işlevlerinin yerine getirildiği bir yapıdır. Bunun yanısıra siyasal sistem otorite, egemenlik ve iktidar olgularını içeren insanlararası ilişkilerin görece sürekli ve kalıcı bir bütününü oluşturur. Bu tanımlar oyunun eski kurallarının özünü verirler. Bu da, kimin kaynak ve değer dağılımından ne elde edeceğinin sistem tarafından belirlenmesidir. Bu kural siyaset oyununda birey, toplum ve devlet ilişkilerinin hiyerarşik ve emredici olmasını getirir. Ayrıca mevcut dağılıma ilişkin talepler de yine bir yapı içinde "normatif ve yasal rol tanımları biçiminde" ifade edilir ve aşağıdan yukarı iletilir.

Yeni siyasetin yatay ve eşitlikçi özellikte oluşu herşeyden önce, devletin bu kaynak dağılımında, rolünü yitirmesi sonucunu doğurur. Oysa liberal demokratik devlet (ya da sosyal refah devleti) bu dağılımın sosyal adaleti gerçekleştirecek bir biçimde örgütlendiği bir siyasete sahiptir. İkinci olarak, kaynak dağılımına ilişkin talepleri dile getiren örgütlü çıkar gruplarının misyonlarının erozyona uğraması gelmektedir. Zira bunlar hem kendi içlerinde örgütlülüğün getirdiği belli bir hiyerarşiyle bütünleşmektedir. Hem de globalleşen bir dünyada eski alanları yetersizleşmektedir.

Böylece birey, çıkarını tanımlayacağı ve siyasal kimliğini belirleyecek çerçeveleri yitirmektedir. Aslında burada kimlik yitimine uğrayan orta sınıf ve işçilerdir. Zira hem ulusal devlet, hem de örgütlü çıkar grupları orta sınıfların ve işçilerin çoğulcu devlet ve siyaset anlayışını temsil etmektedir. Bu durumda oyunun kuralları ya devletin üstündeki uluslararası -örneğin "piyasa" gibi- örgütlenmeler, ya da "ahlaki sorumluluğumuzun yöneldiği tarihsel olarak bağlı olduğumuz topluluklarca" belirlenecektir. Tarihsel olarak bağlı olunan toplulukların farklı kültürlere sahip olması nedeniyle de bu kuralların evrensel olması olanaksız görünmektedir. Jameson'a göre postmodernizm geç kapitalizmin kültürel mantığını temsil etmektedir ve ancak bu mantığın kavramsal bir haritası çıkarıldıktan sonra yeni kültürel ve sosyo-politik alan kavranabilecektir. Başka deyişle ancak dünya ölçeğine çıkabilen kültürler bu haritada yer alabileceklerdir. Bu ise, orta sınıfların kendilerini dünya ölçeğine çıkaracak kültürel referans çerçevelerine (örneğin din) itilmesine neden olmaktadır. Postmodern siyasetin yatay ve eşitlikçi oluşunun bir diğer sonucu eski kültürel kimliklerin restorasyonudur. Zira bunların ulusal çerçevede asimilasyonları artık olanaksızlaşmaktadır.

Buna ek olarak postmodernizmin kamu/özel, üst kültür/alt kültür vb. ayrımlara karşı oluşu bir yandan alt kültürlerin etkin olmasına, kültür çoğulluğuna yol açmaktadır. Bir yandan da, üst kültürün estetik endişelerini bir yana itip duygu ve heyecanı, spontane davranışı öne geçirmektedir. Bunun bir sonucu olarak cemaat temeline dayalı postmodern siyaset, çoğunluğa verimlilik, haşinlik ve astlık empoze eden günlük yaşamın moleküler siyasetine dönüşmektedir. Zira günlük söylemlerin siyasal kuram ve felsefenin yerini aldığı kültür çerçevesi daha çok "dayanışma" esasına dayalı olduğu için global platforma çıkışı, bilimsel bilgi ile bütünleşmeyi de sağlayamamaktadır.


POSTMODERNİZM VE İKİNCİ CUMHURİYET

Peter Drucker bugün toplumsal yapıda devleti merkez alarak tanımlanan çoğulculuk yerine, devlet dışında yer alan tek amaçlı, işlev ve performansa dayalı, apolitik nitelikte yeni bir çoğulculuğun geçtiğini söylemektedir. Drucker'e göre sivil düzende ise, güç üzerine odaklı, tek amaca ve ilgi alanına sahip, küçük ve disiplinli azınlıkların kitle hareketine dayalı, politik nitelikli grupların çoğulculuğu geçerlidir. Bu amaç ve alan darlığı onları etkili kılmaktadır. Ancak bunların ikna ile elde edemediğini güçle elde etmeye yönelmeleri nedeniyle, yeni çoğulculuk küçük azınlık zorbalığı yanında, karizmatik liderler de yaratmaktadır. Drucker'in bu belirlemeleri postmodernizmin sorunlarının başka bir gözle yorumunu getirmektedir.

Diğer bir sorun "çıkar" tanımına ilişkindir. Parenti, çıkarı, sahip olmak istediğimiz herşey olarak nitelemektedir. Böylece çıkarın türü, niteliği vb. değişmektedir. O zaman iktidar ilişkisi de en çok istediğimiz şeye ve göreli yoksunluğumuza göre belirlenecektir. Eğer globalleşen bir dünyada dünya ölçeğine çıkmak çıkarımız ise, bize kimlik verecekse, reaksiyoner ve ideolojik çoğulluk ortaya çıkacaktır.

Öte yandan, kendini bilgi toplumunun kültürü olarak tanımlayan bir siyaset felsefesinde iktidarın konusunun, y ada çıkarın "bilgi ve iletişim" olarak tanımlanacağı, siyasetin bilgiyi üretenlerle tüketenler arasındaki ilişkiyi içereceği, "bilgi için yarış" olacağı söylenebilir. Bilgi, çıkar olarak tanımlandığında siyasetin niteliği bilginin türüne göre değişecektir. Postmodernizm bilimsel bilginin geçersiz olduğunu söylemekte, ancak bilimsel bilgiyi de felsefe, kuram ile bütünleştirmektedir. Bunun sonunda hem teknik bilgi, hem de insana kendini ve çevresini anlama, açıklama olanağı veren söylem pratikleri bu çıkarın niteliğini de tanımlamaktadır. Postmodern düşünceye göre söylem, felsefe ile siyaset arasındaki boşluğu dolduracaktır.

Siyasetin aktörlerinden başlıcası bireydir. Modernizmin tanımladığı birey ussal, eğitilmiş, evrensel etik ve estetiğe bağlı, toplumsal gelişmeye ve toplumsal yarara inanan insandır (siyasal açıdan da yurttaştır). Postmodernizmde ise duygusal, günlük yaşam pratiklerini siyasete getiren, popüler kültürle özdeşleşen ekonomik kimliği tüketici olarak tanımlanan "inhabitant"dır. Başka deyişle kitle insanıdır. Giner, kitle insanının özelliklerini standartlaşmışlık (yerine bir başkasının geçirilebilmesi), yalıtlanmışlık, bireyliğini yitirmişlik, korku içindelik, manipüle edilebilirlik, olgunlaşmamışlık, özgürlük ve belirli ahlaki değerlere sahip olmayış olarak belirlemektedir. Bu grup aynı zamanda yeni orta sınıftır.

"Tüketici" olmanın bireysel kimliğe getirdiği bir etki, onu daha önceki ulusal düzeydeki "vatandaş", ya da belli bir sınıfsal kimliği belirleyen zanaatkar, tüccar, esnaf, işçi, vb. kimliklerinden koparmasıdır. Böylece pazara yönelik, üretilen ve kendine sunulan iyi pazarlanmış herşeyi (eşya, bilgi, din, ideoloji vb.) tüketmeye hazır bir insan ortaya çıkmaktadır. Parenti'ye göre, tüketimcilik (consumerism) adını verdiği bu özellik bir toplumsal davranış biçimidir. Bu biçim insanın tüm enerjisini ve dikkatini gelir, kazanç, başarı, vb. üzerinde yoğunlaştırmakta, onu bir izleyici-dinleyiciye dönüştürmektedir. Tüketici kimliğinin getirdiği bir başka etki ise manipülasyona açık olmasıdır. Bu nedenle postmodern siyaset bir manipülasyon biçimi olarak nitelenmektedir. Böylece, bilginin tüketicisi konumundaki insan, toplumun ve siyasetin tanımladığı birey ve yurttaştan uzaklaştığı gibi, siyasette etkin olma özelliğini de yitirmektedir.

Postmodern siyaset bir bakıma sivil toplumun güçlenmesi olarak sunulmaktadır. Zira sivil toplum, özel-kamusal ayrımına dayalı bir kavramdır. Ancak, sivil toplum örgütsüzlüğü değil, örgütlülüğü anlatır. Oysa, postmodernizmin global kültürü, ancak devletin olduğu bir yapıda belli bir işlev görecek sivil toplum örgütlerini etkisizleştirmektedir. Kaldı ki, yeni siyasetin büyük çaplı bürokratik örgütlenmeye olan karşıtlığı, sivil örgütlerin de yerel, ad hoc, belli amaç için gerekli örgütlenmeler olmasını gerektirmektedir. Böyle bir örgütlenmenin, dünya ölçeğinde bir siyaset oyununda etkili olabileceği ise kuşkuludur.

Öte yandan kültür çoğulculuğu da genel siyasal kurallar konulmasını, ilkeler belirlemesini olanaksızlaştırmaktadır. Postmodern kültür, kural ve norm çoğulluğunu getirmektedir. Bu olgu demokrasinin özgürlük, eşitlik, çoğulculuk ilkeleriyle bir uyum içinde gibi görünse de, iki nedenle gerçek bir uyumun varlığından sözedilememektedir. Bunlardan ilki, eşitlik ve özgürlüğün demokratik kuramda ussallıkla bütünleşmesi; ikincisi de, çoğulculuğun da aynı mantık içinde ulusal bütünlüğe ulaşmada, belli kurallar ve değerlere göre işlediği zaman bilinen anlamları içermesidir. Oysa, aralarında birleştirici bir bağ, düşünsel bir temel bulunmadığından, buradaki çoğulluğun modern demokratik kuramdakinden daha farklı bir anlamı olması kaçınılmazdır.

Volin'e göre, Rotry hariç, postmodernistler demokrasiden sözetmemekte; Rotry de postmodernizm ile liberal demokrasi arasında bir bağ kurmaya çalışmaktadır. Bu ise, postmodernizmi, daha önce de belirtildiği gibi muhafazakar ekonomi kuramları ile bütünleştirir. Muhafazakar ekonomi kuramları bir siyasal kuram olarak, insanın akıl ve yetenek açısından sınırlı olduğuna, sistem kurma ve değiştirme kapasitesine sahip bulunmadığına ilişkin görüşleri; demokrasiyi sınırlama istekleri, toplumsal adaleti reddetmeleri, ekonomik hakları azaltma eğilimleri, eşitlik ve özgürlüğe ilişkin negatif yorumları, dahası eşitliğin sistemi bozduğuna inanışları ile demokrasinin farklı bir tanımını getirmektedir.

Postmodernizmin de, insanda duygu ve heyecanı, spontane davranışı öne geçiren yaklaşımı, özel yaşamın kamusal olana üstünlüğünü savunuşu, bireysel değer, yerel direniş ve dil sorununa otoritenin zayıflatılması amacıyla sahip çıkışı geleneksel liberalizm (ya da muhafazakar ekonomi kuramı) ile belli bir uyum göstermektedir. Bu çerçevede kimi yazarlar postmodern siyasetin hoşgörüyü reddettiğini ve bir tür anarşizm olduğunu ileri sürmektedir.

Öte yandan, postmodernizmin bireyin referans çerçevesini devlet ve toplumdan (society), topluluğa (cemaate) yöneltmesi, özel yaşamın değerlerini öne geçirmesi, kamu-özel ayrımında modernleşmenin tümüyle özel alana aldığı dinin, yeniden siyasal bir çerçeve olmasını sağlamaktadır. Tarihsel dinlerin, ulusal sınırlarla bağımlı olmaması globalleşme sürecinde kimlik belirlemede yardımcı olmaktadır. Bununla birlikte, bugün, tarihsel dinlerden çok, mezhepler güç kazanmaktadır. Bunlar ise, dini ve siyasi toplumları bütünleştirerek politizasyonu olmazsa olmaz koşulu olan laikliği, hatta hoşgörü ve sekülarizmi de tehdit edebilmektedir. Başka deyişle, orta sınıfın dünya platformuna çıkmasına ve bilgi üretenlerle diyalog kurmasına olanak tanımamaktadır.

İkinci Cumhuriyet

Globalleşme, karşılaşılan sorunlar için de geçerli bir kavram niteliği taşımaktadır. Başta belirlenen sorunlar yalnızca gelişmiş ülkeler için değil, Türkiye için de sözkonusudur. Üstelik, ülkemizin "zengin kuzey" ile "fakir güney" sınırının üzerinde bulunuşu sorunların etkilerinin daha belirgin olarak hissedilmesine neden olmaktadır. İkinci Cumhuriyet düşüncesi de bunun bir ürünü, Dünya platformuna çıkış için bir arayış olarak nitelenebilir. Bu arayışların özelliği hem eleştirilerinin, hem çok açık olmamakla birlikte önerilerinin postmodernizmin rengini taşımasıdır: yeni oluşumlar karşısında "eski kapsayıcı kimliğin reddedilmesi ve eski değerlere dayanmayan politik ortaklık zemini" aranması.

Eski kapsayıcı kimliği ise, Kemalist ideoloji (ya da Birinci Cumhuriyet) vermektedir. Bu kimlik modernizmin ussallık, ulusal devlet, evrensel ilkelere dayanma, vb. özellikleriyle uygunluk içindedir. 1920'de temeli atılan Türk Devleti için modernleşme (ya da çağdaşlaşma) hem kuruluş aşamasında devletin ve toplumun niteliğinin belirlenmesinde, hem de daha sonraki dönemlerdeki dönüşümlerde ulusal ve bireysel kimliğin referans çerçevesini oluşturmuştur. Bunun doğal sonucu olarak modernleşmenin içerdiği çelişkileri ve ikilemleri bünyesinde taşımıştır. Örneğin, daha başlangıç döneminde- uluslaşması ve sanayileşmesi gecikmiş tüm toplumlarda olduğu gibi- devletin kurulması ve niteliğinin tanımlanmasında, toplumsal tabandan çok seçkin bir grubun (asker-sivil bürokrasinin) siyasal, ekonomik ve toplumsal ilke, hedef ve yöntemlerin saptanmasında itici gücü oluşturmasını gerektirmiştir. Ancak, kurulan model süreç içinde kendi dinamizmini yaratarak, işlevini, görevini, yetki ve sorumluluğunu belirlemiş ve kendisi de uluslaşma ve çağdaşlaşma çabasındaki diğer toplumlar için yarar sağlayacak bir model ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleri eskiden yeniye geçişin düşünsel ve pratik çerçevesini verirler. Sözkonusu ilkeler bu nedenle bir yönleriyle aydınlanma felsefesinin içeriklerini taşırken, bir yönleriyle de ulus devletin kuruluşu ve varlığını sürdürmesinin birlik - otorite - eşitlik gereksinmelerinin yanıtını oluştururlar. Başka deyişle orta sınıfın ulusal kimlik sorunun çözümünün gereksinmelerine de yanıt verirler. Bu nedenle Kemalizm orta sınıfların ideolojisini oluşturur.

İkinci Cumhuriyet tartışmalarının siyasal boyutu hem bu çerçevenin kendisinin, hem de belirleniş biçiminin demokratik olmadığı temeli üzerine kurulmaktadır. Örneğin, "devletin kuruluşu asker sivil bürokrasi tarafından, ilkelerin ve özelliklerin halkı reddederek, halkın dışında belirlenmesiyle gerçekleşmiştir. Bu özellik devletin askeri bir devlet olmasına neden olmuştur" denilmektedir. Başka deyişle, belirlenen devlet kimliği halkın kimliğinden ayrı ve ona empoze edilen bir kimliktir. Bu nedenle totaliter bir özellik taşımaktadır. İkinci olarak bu kimliğin belirlenmesinde çoğulculuğun, bireysel hakların yer almayışı; uygulamanın tek parti ve karizmatik siyasal öndere ve şef sistemine dayanışı, devletin (anti-monarşist ve anti-teokratik yönelimine karşın) anti demokratik olmasına neden olmuştur denilmektedir. Üçüncü olarak, devletin "siyasi fikri nazım" ya da siyasetin patronu oluşunun özgür düşünceyi dışladığı, bireysel ve özel kimliklerin gelişmesini engellediği eleştirisi gelmektedir.

Tartışmaların siyasal kimliğe yönelik eleştirileri, bir bakıma, yetmiş yılı aşan bir süre içinde farklı temellere dayanan ve farklı kesimlerden gelen demokratikleşme taleplerinin dayanağını oluşturmaktadır. Bu bakımdan çeşitli dönemlerin eleştirilerinin yeniden "toplu sunuluşu" görünümündedir. Tartışmaların değişik, çarpıcı yönü ise sunuluş biçiminden kaynaklanmaktadır: devletin kuruluş aşamasının özellikleri hiç değişmemişcesine bugüne aktarılmakta, bir ulusal birlik ve kimlik olgusu sanki tarih içinde hiç oluşmamışcasına bu özellikleri "epistemolojik kopma" özelliği ile belli bir uyum göstermektedir. Bir başka ve daha temel benzerlik ise, merkezi devlete karşıtlık ve meşruluğun devletten başka alanlara kaydırılmasıdır.

İkinci Cumhuriyet görüşlerinin ekonomiye ilişkin eleştirilerinin temelinde ise ekonomik bir program olarak devletçilik anlayışı bulunmaktadır. Devletçilik, bu bağlamda kapitalizmi tehlikeli görme ile bütünleştirilmekte ve "ekonomik aklın gereklerine ve verimlilik ilkelerine dayanmayan, ekonomik yasalardan kopuk, üretim ve refahı arttırmayan" bir sistem olarak nitelenmektedir. Bunun sonunda pazara dayanmayan, rekabeti geliştirmeyen, verimli ve üretken olmayan bir ekonomi ile halka hizmet etmeyen bir bürokrasi ve bunların olumsuz sonuçları ortaya çıkmaktadır. Oysa "bilimsel bilginin üretim tekniğine uygulandığı, ekonomiyi bilgisayar, iletişim ve bilginin sarmaladığı günümüzde devletçilik yetersiz kalmakta, savurganlığa yol açmaktadır". Burada da ekonomik bir araç olan devletçilik, daha sonraki refah devleti (sosyal devlet) anlayışının ilke ve uygulamalarıyla ayrıştırılmadan eleştirilmektedir. Bunun yanısıra toplumsal davranışın bürokratik yapının olumsuz yönlerini belirginleştirişi "asker devlet" olma ile bütünleştirilmektedir. Bu iki olgu birbirinden ayrı şeylerdir. Birincisi, bürokratikleşme ile; ikincisi ise, hem toplumsal gelişmişlik, hem de kurumsallaşma ile ilgilidir. Bürokrasinin duyarsızlığı, gizlilik merakı gibi olumsuz uygulamalar, Birinci Cumhuriyet'in asker ve sivil bürokratlarca kurulmasından çok, işbölümü, uzmanlık ve örgütlerin biçimsel yönünün yarattığı sorunlardır. Ordunun siyasal yaşamdaki rolü de yine yalnızca ülkemize özgü değildir.

İkinci Cumhuriyet tartışmaları yeni bir yaşam biçimi istemekte ve bunun kültürel bir devrimle gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Bunun için önce kültürel demokratikleşme gelmektedir. Kültürel demokratikleşme, "herkesin bütün renkliliği, bütün kültürel özü, dili ve dini ile tam bir eşitlik, kardeşlik içinde yaşamasını" sağlayacaktır. Bunun için tarihle, islamla ve kürtlerle barışmak gerekmektedir. Böylece halk egemenliğine dayalı demokratik, çoğulcu ve bireyci bir topluma ulaşılacaktır. İkinci olarak ise, ekonomide devlet egemenliğine son verilerek verimli ve üretken bir yapıya ulaşılacaktır: özetle devletin küçülmesi gerekmektedir. Önerilen modelin "küçük devlet" ve "özelleştirme" olması, eleştirilerin Birinci Cumhuriyet'i bir sembol olarak kullanmasının bir sonucu olarak değerlendirebilir.

Yeni kimlik oluşumunda "hiyerarşik değil, yatay ve eşitlikçi" bir siyasetin belirleyici olacağı görülmektedir. Bu belirleyicilik yeni kimliğin, tüketicilik, yerellik, tarihsel ve dinsel bağlar çerçevesinde oluşması anlamını taşımaktadır. Tarihle, islamla ve kürtlerle barışmak kadar, federatif yapı talepleri de bunun bir sonucudur. Aksoy ve Robins tartışmaların can alıcı noktasının, farklı ve özel kimliklerin egemenlik arayışlarının özgürlük kavramı ile nasıl bağdaştırılacağı olduğunu söylemekte ve İkinci Cumhuriyet tartışmalarının yeni bir politik-sosyal platforma katkıda bulunup bulunmayacağı sorusu ile bizi başbaşa bırakmaktadırlar. Bunun yanıtını İkinci Cumhuriyet tartışmaları açıkça vermiyor. Ama bu yanıtı "postmodern siyasetin özelliklerinde" ve küçük devlete yönelik eleştirilerde bulmak pek zor olmayacaktır.

Birkan UYSAL-SEZER
AMME İDARESİ DERGİSİ
Cilt. 26 Sayı: 1 Mart 1993

 

Konu ile ilgili sayfalar...
7/3/2017 - 15 Temmuz’un ilk entelektüel sonucu ...
9/20/2016 - Garip ilişkiler...
8/16/2016 - Mehmet Altan: Türkiye, 'İkinci Cumhuriyet' kavramına mecburen geri dönecek...
8/12/2016 - Batı’nın “Yeni Türkiye” kuşkusu ...
4/25/2016 - Siyasal İslam ve İkinci Cumhuriyet ...
Bütün başlıklar için tıklayınız