Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > İşte 'FETÖ' sözlüğü

İşte 'FETÖ' sözlüğü
Türkiye’de hemen tüm siyasetçilerle çok rahat görüşürken ABD’nin Ankara Büyükelçisi Abramowitz ve Papa II. John Paul ile buluşarak etkisini yurtdışına taşıdı.

Gülen, ANAP döneminde kendisine açılan alanı cemaatini büyütmek ve yeni eğitim kurumları oluşturmak için kullandı. Giderek büyüyen cemaatin verdiği güçle 1990’lı yıllarda Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit ile görüştü.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz ile de 1983 ve 1990 yılları arasında görüşen Gülen ilerleyen yıllarda Papa II. John Paul ile görüşmeler yaparak etkisini uluslararası alana taşımayı başardı.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kuran cemaat, bu vakfın büyük katkısıyla, 90’lı yılların başından itibaren “sivil toplum” alanında ve büyük sermaye ile önemli ilişkiler kurdu.

Ziyaretçi kuyruğu

Bu dönemde iki büyük medya patronu Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Gülen’i gazetelerinde ağırlıyor, ünlü gazeteciler ve yazarlar akın akın Gülen’i ziyaret ediyordu. Spor ve sanat dünyasının ünlülerinin ziyaretleri o kadar artmıştı ki, Gülen, haftanın birkaç gününü bu ziyaretlere ayırmak zorunda kalıyordu. (Latif Erdoğan, Şeytanın Gülen Yüzü. s. 137)

28 Şubat döneminde askeri müdahaleye destek veren Gülen, bu manevrasıyla bu dönemi de kayıpsız atlatmayı başardı.

Askere destek

Gazetelere Refahyol hükümetinin başarısız olduğu ve artık çekilmesi gerektiği yönünde demeçler veren Gülen, Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e gönderdiği mektupta da yapılan müdahalenin çok doğru bir karar olduğunu, örgüte ait tüm okulları hemen devredilebileceğini söyledi. Ankara Başsavcılığı’nın iddianamesinde de Gülen’in Mart 1998’de şunları söylediği belirtildi:

“Kızlarımız eğitimle türban arasında tercih yapmaları gerekirse eğitimi tercih etsinler... ‘Sıkıştığınız zaman Allah’ı bile inkâr edebilirsiniz’.... Vesveseye esas teşkil edecek hususların doğmaması için beyin yıkanmasının lüzumuna inanıyorum ve bu konuda insanlar şartlandırılmalıdır.”

Gülen, hakkında Ankara DGM Başsavcılığı’nın açtığı soruşturma sürerken 22 Mart 1999’da sağlık problemlerini bahane ederek ABD’ye gitti ve o tarihten bu yana dönmedi. ABD’ye gitmesinde ve 28 Şubat dönemini güçlenerek atlatmasında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in büyük desteğini gördü.

28 Şubat’la güçlendi

Cemaatin, gücünü olağanüstü artırdığı dönem de 28 Şubat 1997 postmodern darbesinden sonra oldu. Gülen yurtdışındaydı ve cemaatin söylemi demokrasi ve evrensel değerler ekseninde oluturulmaya başladı. Gülen’in, milliyetçi, devletçi söylemlerinin yerini, “dinler arası diyalog” ve insan hakları kavramı aldı. Bunda ABD’deki çeşitli lobiler ve çevrelerin hassasiyetini dikkate alan bir “İslam” arayışının etkisi büyüktü. Cemaat bu dönemde kamu kurumlarında “kitlesel kadrolaşmasını” tamamlamıştı.

1999’da ABD’ye gitmesinde dönemin başbakanı Ec evit’ten gelen “Sağlığınız çok önemli. Lütfen tedavinizi aksatmayın” telefonun etkili olduğu ileri sürülüyor

Apo’ya karşı Gülen mi?

Ecevit’in Gülen’le ilişkisine dair en önemli bilgilerden biri Faruk Mercan’ın Gülen’in hayatını anlattığı kitabında yer aldı:

“Gülen’in bypass ameliyatı olması için Mayo Clinic ile temas kurulup 22 Şubat 1999 tarihine randevu alındı. ABD’den arayan Prof. Sait Tarhan havaların çok soğuk olduğunu söyleyerek randevunun biraz ertelenmesini istedi. Yeni randevu tarihi 22 Mart 1999 olarak belirlendi. Mart ayına gelindiğinde ilginç bir şey oldu.

Ecevit sevgisi

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında soruşturma açtığına dair haberler İstanbul’a ulaşmaya başladı. Gülen, bu şartlarda ABD’ye gitmeyi doğru bulmuyordu.

O günlerde Gülen’in yakın bir arkadaşı, havaalanında karşılaştığı Başbakan Bülent Ecevit’e bu durumu iletti. Gülen’e telefon açan Ecevit, ‘Sağlığınız çok önemli. Sizinle ilgili böyle bir soruşturma olsa haberimiz olurdu. Lütfen tedavinizi aksatmayın ve ABD’ye gidin’ dedi.

Gülen’in ABD’ye gitmesinde Ecevit’ten gelen bu telefon en etkili sebeplerden biri oldu. 22 Mart 1999 günü İstanbul’dan Chicago kentine giden THY uçağının yolcularından biri Gülen’di.”

Latif Erdoğan, Ecevit’in, Gülen’in Türkiye’de kalması konusunda askeri ikna edemediğini ileri sürdüğü kitabında şu iddiayı dile getiriyor: “Söylenti doğruysa önce askeri temsilen üç kişi Gülen’e gelmiş, ABD’ye gitmesi gerektiğini tebliğ etmiş... Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye veren güç, Gülen’i Amerika’da istiyordu. Bu bir bakıma Gülen üzerinden yapılan bir ipotek anlaşmasıydı. Ecevit, çaresizliğini Gülen’e bildirirken, sağlığınız çok önemli, mutlaka Amerika’ya gidin, demişti. Bu şifreli sözün deşifresi, sizin için bir şey yapamıyorum, Amerika’ya gitmek zorundasınız, demekti.”

Her ne saikle olursa olsun Ecevit’in Gülen’i koruma isteği açıktı ve Gülen 2007 yılında Ecevit’i şöyle anıyordu: “Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı, namaz kılmadı ama inancı sağlamdı. Okullara çok sahip çıktı. İşin büyüklüğünü sezmişti. Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti. Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım.”

Adaletten kaçırma oyunları

Dönemin DGM savcısı Nuh Mete Yüksel, 2000 yılında Gülen hakkında “laik devlet yapısını değiştirerek, dini kurallara dayalı bir devlet düzeni kurmak amacıyla örgüt kurmak suçundan” dava açtı. Dava Ankara 2 No’lu DGM’de görüldü. Gülen, avukatları aracılığıyla verdiği savunmada bir kez daha Nurcu olduğunu kabul etmedi: “Müslüman olmak dışında Nurculuk, vb. hiçbir akıma mensup değilim. Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca belirttim.”

Mahkeme Mart 2013 tarihli kararında, Gülen’i suçlu buldu ancak Rahşan affı olarak bilinen 4616 sayılı kanun kapsamında kaldığı için “davanın ertelenmesine” karar verdi. Af kanunu 23 Nisan 1999 tarihinden önce işlenen suçlarda erteleme öngörüyordu. Mahkeme de kararında Gülen’in “sağlık nedenleri” ile ülkeden ayrılış tarihi olan 22 Mart 1999’u suç tarihi olarak kabul ederek olası bir mahkûmiyeti engellemişti.

Delil bulunamadı!

Kararda “Gülen’in ciddi sağlık sorunlarının çözümü ile meşgul olduğu, bu tarihten sonra suç örgütü kurmak suçuyla ilgili bir faaliyet içerisinde bulunduğuna dair delil elde edilemediği” ileri sürüldü. Gülen’in mahkûm olduğu bir dava ve hakkında açılan ikinci dava Başbakan Bülent Ecevit’in çıkardığı iki af kanunu ile ortadan kaldırılmış oldur.

İki aftan da yararlandı

Aynı başbakanın hükümetinde iki af kanunu çıkarılmış ve her ikisinden de Gülen yararlanmıştı. Ecevit’in başkanlığındaki koalisyon hükümetinin çıkardığı 4616 sayılı Kanun 23 Nisan 1999 tarihine kadar işlenen suçların kesin hükme bağlanmasının ertelenmesini düzenlenliyordu. O tarihlerde özellikle Gülen hakkındaki davada korunmak için Fethullahçıların girişimi ile bu tarihin seçildiği dile getirilmişti.

Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklikten sonra Gülen beraat talebiyle Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme bu talebi kabul etti ve Gülen’in beraatına karar verdi. Karar savcılıkça temyiz edildiyse de Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı 2008’de onadı. Dairenin kararına Yargıtay Başsavcılığı itiraz edince dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitti. Başsavcılığın itirazı kabul edilseydi Gülen hakkındaki davada beraat değil, zamanaşımından düşme kararı verilecekti. Ancak düşme kararının verilmesi halinde Gülen hakkında aynı suçlama ile yeni davaların açılması mümkün olacaktı. Genel Kurul, Gülen hakkındaki beraat kararını onayarak aynı suçlama ile dava açılmasını, en azından o tarihler için, engellemiş oldu. Bu Gülen için de aynı zamanda Türkiye’ye dönüş vizesi anlamına geliyordu. Ancak Gülen, “şartların tam uygun olmadığı” gerekçesiyle dönmedi.

Gülen, ABD’de olduğu sürede de devletin koruması altında oldu. Gülen’e ABD’de bile usullere aykırı olarak resmi koruma tahsis edilmişti. ABD’de eğitim için bulundurulduğu iddia edilen bazı emniyet personelinin gerçek amacı onu korumaktı.

 

FETÖ SÖZLÜĞÜ

Cemaat, Camia, Hizmet Hareketi: Fethullahçılar kendilerini anlatmak için çeşitli isimler kullanmayı tercih etmektedir. Döneme göre farklılıklar gösterecek biçimde cemaat, camia, hizmet hareketi bu amaçlarla seçilmiş isimler…

Mahrem Yerler: Harp Okulları, GATA , TSK, polis kolejleri, yargı kurumları, Emniyet, MİT , Tİ B, ÖSYM, Tüb itak gibi kurumlar.

Mahrem Hizmet: Mahrem sayılan devlet kurumlarında örgütün yürüttüğü faaliyetler.

İmam: Örgütün sorumlu yöneticisi olan erkek kişi. Din bilgisine sahip olması aranmaz. Kainat, kıta, ülke, bölge, şehir, semt ve mahalle imamı vardır. Coğrafi örgütlenme dışında her kurumun da ülke imamına bağlı olan bir imamı vardır.

Tedbir: Fethullahçıların yakalanmamak, soruşturmaya uğramamak için geliştirdikleri önlemler. Dini kurallara bağlı olmadan kendini farklı göstermek (içki içmek vs.) bunlardan biridir.

Işık Evi: Fethullahçıların örgüte kadro kazandırmak, yardım toplamak ve eğitim faaliyeti yürütmek üzere açtıkları evler. İlki İzmir Tepecik’te 1966 yılında açıldı.

Hususi evler: Büyükşehirlerde askeri ve polis okullarının bulunduğu ve bu hizmetlere yönelik hizmetlerin takip ve organize edildiği evler.

Himmet: Örgütün finansmanı için kestiği vergi. Bekâr kamu görevlileri maaşının yüzde 15-20’sini, evliler ise yüzde 10’unu himmet olarak öder. Toplanan paranın yüzde 15’i ‘kutsal pay’ olarak Gülen’e gönderilir.

İstişare: Bir iş yapılmadan önce örgütün abisinin veya ablasının emrinde toplanıp karar verme.

Şefkat tokadı: Abinin talimatına uymakta ihmal gösteren kişinin bir kötülükle ikaz edilmesi. Bu kötülüğün Allah’tan geldiğine inanılır.

Tazir: Örgütten bir kimsenin ayrılacağı veya kopacağı sezilirse veya itaat dışına çıkanlara tazir uygulanır.

Zecr tokadı: Örgütten ayrılan kimsenin aklını başına alması için örgütün vurduğu etkili ve tesirli bir darbe.

Tart: İtaat etmeyen ve tekrar kazanılması mümkün olmayan cemaat üyesinin kovulması.

Abi: Bir ışık evi ya da en küçük örgüt biriminin sorumlusu. Abilik gibi ablalık da vardır ama kadınlar üst düzey yönetici olamazlar.

Fetih: Kamu idarelerinde kadrolaşma.

Fetih okutma: Kamuya giriş sınavlarının sorularının elde edilerek sınavı kazandırma.

Atın nesil: Cemaatin öğretisini benimseyen ve Gülen’e itaat eden kişilerin genel adı.

Kıtmanilik: Gülen’in sezilmemek için geliştirdiği ve çarçabuk işleri yapmayı emreden öğretisi.

Maklube: Salata, yoğurt ile pilav arası patates kızartması ve et karışımı bir yemek. Kazanılacak kişiye özellikle maklube ikram edilir.

Cumhuriyet, 09.08.2016

70’li yıllar devlete ‘Sızıntı’

Gülen cemaati, ekonomik kaynak olarak geleneksel yöntemlerle zengin, hali vakti yerinde kimselerden aldığı paraları kullanıyordu. Zaten cemaat, Gülen’i aynı zamanda bir ‘yaşam koçu’ olarak görüyordu.

1970’li yıllar Gülen’in etrafında biriken insanların arttığı ve cemaatin giderek büyüdüğü yıllar oldu. Bunda, devletin güçlenen sol karşısında siyasal İslamcılarla organik ilişki kurması ve onu kendi stratejik yedeğine almaya çalışmasının da büyük etkisi olmuştu. Bu politikanın ürünü olan Gülen hareketinin politikası ise devlete yakın olmak ama asla gizli örgütlenmeyi elden bırakmamaktı. Doğu Ergil, “Fethullah Gülen ve Hareketi” kitabında, bu yıllarda İzmir ve İstanbul’da faaliyetlerini artıran Gülen’in varlıklı Müslümanların desteğini almaya başladığını ve maddi olarak da büyümeye başladığını yazar. Ergil’e göre cemaat, Gülen’i sadece ruhani bir lider değil, ‘entelektüel bir yaşam koçu’ olarak da görüyordu. Gülen hareketi “sızarak kadrolaşma” dönemi olarak adlandırılan 70’li yıllarda Işık Evleri ve dershaneler üzerinden içe kapanık vaziyette kamu kurumlarında kadrolarını artırmak, kamu kurumlarına yeni yeni sızmak ve tabanda kadro oluşturmakla meşguldü. Ekonomik kaynak bakımından geleneksel yöntemlerle zengin, hali vakti yerinde kimselerden alınan paralar kullanılmaktaydı. Bu yıllarda şehir şehir gezerek anti-komünist ve anti-Darwinist vaazlar veren Gülen, aynı içerikteki “Sızıntı” dergisini yayımlamaya başladı.

Cemaatin “Altın Nesil” hedefi 70’lerden itibaren eğitim alanındaki parlak örgütlenmeler ve başarılarla büyük bir sabırla gerçekleşti. Önce dershaneler ve ardından özel okullarla eğitimde adından söz ettiren cemaat, “başarılı, dini değerlere, ailesine ve büyüklerine saygılı, kötü alışkanlığı olmayan, vatanını milletini seven örnek öğrenciler” yetiştirildiği algısını topluma büyük ölçüde kabul ettirdi.

Cemaatin ‘eğitim mucizesi’

Cemaatin bu başarısında kuşkusuz eğitim sistemindeki aksaklıkların ve yetersizliklerin de büyük payı vardı. Cemaat okulları özellikle yoksul öğrenciler için adeta bir kurtuluş ümidi haline gelmişti. Eğitimdeki kalite nedeniyle çok çeşitli toplum kesimleri çocuklarını cemaat okullarına göndermeye başlamıştı. Dershaneler ve okulların yanında “ışık evleri” oluşturuluyor ve buralardan da cemaate kadro devşiriliyordu. Işık evlerine giden öğrencilere, belirli bir hiyerarşi içerisinde evden sorumlu abi ya da ablanın direktifleri ile cemaat disiplini veriliyor, bir tür “mehdi” olarak görülen Gülen’e sonsuz bir bağlılık içerisinde hizmet etme gayesi aşılanıyordu. Yurtdışına 1991’den sonra açılmaya başlayan cemaat, zaman içerisinde dünya genelinde 160 ülkede okullar aracılığıyla örgütlendi.

Her yıl düzenli olarak yapılan “Türkçe Olimpiyatları”nda, dünyanın değişik bölgelerinden gelen öğrencilerin Türkçe konuşup Türkçe şarkı söylemeleri de cemaatle ilgili olumlu algıyı pekiştiriyordu.

Cemaat okullarına her dönem devletin örtülü- açık desteği vardı. Gülen, bir söyleşisinde bu desteği “Demirel, dışarıdaki okullar için, bazı devlet adamlarına verilmek üzere kâğıtlar imzaladı ve ‘Alın, üzerine siz ne yazarsanız yazın’ dedi. Özal da, ‘Okul meselesine kefilim’ dedi. Hatta Kuzey Irak ve Afganistan’da açılan okullardan askerler haberdardılar ve takdir ediyorlardı” sözleriyle anlatıyordu.

'Bin Ladin Hacda Ağırladı’

Fethullah Gülen’in ağzından anılarını aktaran Latif Erdoğan, Gülen’in 1986 yılında 3. kez gittiği hacda Bin Ladin ailesi tarafından ağırlandığını iddia etti. Erdoğan’ın aktardığına göre Gülen “Mekke’de Bin Ladin’in evinde kaldık. Bin Ladin Arafat’ta da bizim için çadır hazırlattı; ayrıca benim için de özel bir çadır hazırlatmıştı. Mina’da da yine onun bizim için hazırlattığı çadırlarda kaldık, çok da rahat ettik.”

12 Eylül’le büyüdü

Gülen’in, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce 5 Eylül 1980’de doktor raporu alarak görevinden ayrılması oldukça dikkat çekiciydi. Gülen’in anılarında belirttiğine göre, darbenin olacağını bir gün önce üst düzey askerlere yakın olan kişiler kendisine haber verdi.

Dönemin Başbakanı’nın dahi darbeyi haber alamadığı koşullarda Gülen’in bu şekilde haberdar edilmesi oldukça dikkat çekiciydi. 12 Eylül darbesinden önce hazırlanan gözaltına alınacak şahıslar listesinde ismi bulunan ve darbe sonrasında hakkında arama kaydı çıkartılan Gülen, sağlık raporları alarak görevine devam etmedi ve 20 Mart 1981’de istifa etti. Ankara Başsavcılığı’na göre, Gülen, istihbarat örgütleriyle irtibatlıydı ve gerekli bilgileri alıyordu. Cemaat hakkında istihbari kurumlar 12 Eylül’e kadar takip yapmıştı ama Gülen ve örgütü, darbeden sonra hiçbir adli takibata uğramadı, cemaat hakkındaki arşivleme çalışması durduruldu, Gülen hakkındaki yakalama kararı 6 yıl boyunca uygulanmadı. Gülen bu dönemde askeri mekânlar da dahil serbestçe dolaşıyor ve yakalanmamasını “bir keramet” olarak anlatıyordu. Gülen’in anılarında anlattığına göre, firari olduğu günlerde Bursa’da yakalandı ancak timin komutanı ‘Bu kadar komünistle uğraşıyoruz, bir de masum Müslümanlarla uğraşmanın anlamı yok’ diyerek kendisini serbest bıraktı. Gülen, 1986’da ANAP’lı Mehmet Keçeciler ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın yönlendirmesiyle Burdur’da teslim oldu ve bir gün sonra İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca serbest bırakıldı.

Son karakol

Gülen, 12 Eylül’ü heyecanla karşılamıştı ve tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi askeri müdahalenin asıl amacının sol olduğunu ve bunun da kendi hareketinin önünü açacağını görmüştü: “Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” (Sızıntı Dergisi, Ekim 1980, “Son Karakol”) Gülen’in Kenan Evren sevgisi de büyüktü: “Evren, 12 Eylül sonrası seçmeli din derslerini zorunlu hale getirmekle çok yararlı bir iş yaptı. Bu iş, öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir - hiç sevabı olmasa da bu icraatı ona yeter, Evren cennete gidebilir.” (Milliyet - Mehmet Gündem, 31 Ocak 2005) 12 Eylül’le birlikte Türkiye’de karma ekonomiden serbest pazar ekonomisine geçilmesi ile cemaat de önemli bir dönüşüm geçirdi. Devletçi bir rota izleyen cemaat, bu dönemde “okullaşma” ve “kamu kurumlarındaki kadrolaşma hareketini” tamamladı ve 80’lerin ikinci yarısından itibaren yurtdışına açılmaya başladı. Cemaatin ekonomik yapısı da şirketleri bağlayan holdinglere dönüştü ve eğitimin yanı sıra sağlık, finans, taşımacılık, basın yayın gibi alanlara açıldı.

Özal , Gülen’i nasıl kurtardı?

Mehmet Keçeciler, gazeteci Hale Gönültaş ile yaptığı nehir söyleşinin yer aldığı “Merkez Siyasetin Perde Arkası” isimli kitapta Gülen’in nasıl kurtarıldığını şöyle anlattı: “Darbe öncesinde Fethullah Gülen kayıplara karıştı. ANAP Teşkilat Başkanı’yım o dönemde. Fethullah Hoca arananlar arasında. Burdur Valisi İsmail Günindi ANAP Genel Merkezi’ne geldi. Odamda Zaman gazetesinin imtiyaz sahibi Alaattin Kaya ile Fethullah Hoca’nın eğitim kurumlarının idarecisi Mevlüt Saygın var. Konuklarımı tanıştırdım.

İsmail ‘Ya Fethullah Gülen Hoca boşuna kaçıyor. Bizim adliye (Burdur) arıyor kendisini, aslında ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi. Birkaç gün sonra tekrar Mevlüt Bey ve Alaattin Bey yanıma gelerek ‘Hoca Efendi’ye durumu anlattık. Kendileri ‘Turgut Özal garanti verirse teslim olurum, gider ifade veririm’ diyor dediler. Taleplerini Turgut Bey’e ilettim.

İsmail’i (Burdur Valisi) aradım ve ‘Sen git iyice savcıya sor. Hoca teslim olur ve içeri alınırsa hoş olmaz. Çünkü araya biz giriyoruz’ dedim. İsmail, Burdur Savcısı ile konuşup beni aradı. ‘Sorun yok, tutuklamayacaklar, sadece ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi. Sonra Mevlüt Bey ve Alaattin Bey’le Turgut Özal’ın yanına gittik. Özal da onlara, ‘Mehmet’in söylediği benim söylediğimdir’ dedi. Birkaç gün sonra da Fethullah Hoca İzmir’de teslim oldu, ifadesini aldılar ve serbest kaldı.”

Gül’ün genelgesi

Cemaatin her alanda olduğu gibi eğitimde de en çok serpildiği dönem ise AKP’nin iktidar yılları oldu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 16 Nisan 2003’te gönderdiği genelge ile büyükelçilerden Gülen cemaati ile temas ve işbirliğinde bulunmalarını istedi. Gül’ün genelgesinde cemaat okullarının Türkiye kurumu olarak tanıtılması istendi, okulları ziyaret edecek resmi heyetlere refakat edilmesi talimatı verildi. Genelgelerin üzerinden 16 ay geçtikten sonra, Ağustos 2004’teki MGK toplantısında “cemaate karşı bir eylem planı hazırlanması” yönünde tavsiye kararı alındığı ise AKP-cemaat kavgasının başlamasının ardından, 11 yıl sonra ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı da genelgeyi 2014’te kaldırdı.

Akın İpek: Bir tek Halley bisküvilerini bilirim

Bugün ve Kanaltürk’un eski sahibi Akın İpek, yazı dizimizin savcılık iddianamesinden alınan, Kanaltürk Bugün logolarının cemaatin simgelerinden olan Halley kuyrukluyıldızı olduğu iddiaları ile ilgili şu açıklamayı gönderdi: “Logomuzu benim grafik ekibim çizdi ve dayanağı Türk bayrağındaki ay yıldızdır. Halley yıldızı aklımın ucundan bile geçmedi. Zaten Halley kuyrukluyıldızının görsellerine bakarsanız neye benzediğini görebilirsiniz. Uzaktan yakından hiç bir ilgisi yok. Bu kadar saçma bir iddiayı da hiç duymadım. Bildiğim Halley bisküvileri var sadece.”

Cumhuriyet, 08.08.2016

Paradaki simge
Elimizde tuttuğumuz banknot paraların her birinin üzerinde Fetullahçıların sembolünün olduğunu söylemek ilk başta “paralel paranoyasının” bir ürünü olarak algılanabilir. Oysa Ankara Başsavcılığı’nın iddianamesine göre, Fethullahçıların sembolü olan Halley kuyrukluyıldızı örgütün egemen olduğu Merkez Bankası’nın bastığı bütün banknot paralar üzerine yerleştirildi.

Cemaat, camia, hizmet hareketi, Fetullahçılar, Gülenciler, Fethullahçı terör örgütü... Türkiye tarihinin en önemli figürlerinden biri olan bu oluşumu tarif etmek için, bu oluşum karşısında alınan pozisyona göre farklı isimler verildi. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının bir darbe girişimi olduğunu savunan hükümet ve yargı çevreleri cemaate Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) adını verdi ve bu ad 15 Temmuz darbe girişiminden sonra muhaliflerin de bu oluşum için kullandığı tanımlama haline geldi.

Dini bir tarikat 70’li yıllardan itiraberen devletin, iktidarların, askerin ve entelektüel çevrelerin verdiği destekle toplumsal bir meşruiyet kazandı. Cemaat, muhafazakârı, dindarı ve liberali ile her yelpazeden Türk sağının her daim gözdesi iken ve AKP iktidarının uzun süre gizli ortağı konumunda iken solcular, laikler, sosyalistler yıllardır cemaatin laik ve demokratik düzen için yarattığı tehlikelere dikkat çekiyordu.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın darbe girişimine günler kala tamamlayarak mahkemeye sunduğu “çatı iddianamede” “yarı illegal bir siyasi parti-örgüt” olarak tanımlanan cemaatin “Siyasal iktidarı ele geçirerek devleti, otoriter, totaliter, teokratik bir biçime sahip örgüt yapılanması ile yönetmek amacında” olduğu belirtiliyordu. Başsavcılığa göre cemaatin kendini bir “sivil toplum örgütü” biçiminde sunması da iktidarı ele geçirmek için uyguladığı “sinsi ve sistemli mücadele tarzından” kaynaklanıyordu.

İddianameye göre cemaat çeşitli özellikleriyle “mason örgütlenmesine, Haşhaşilere, Hizbullah’a, Tapınak Şövalyeleri’ne, İsmailiye mezhebinin Setr hareketine, Bahailik ve Makyavelist dünya görüşüne ve klasik terör örgütlerine” benzerlikler gösteriyor. Başsavcılık da birçok yorumcu gibi Gülen’in devleti ele geçirme modelinin, Mussolini ve Hitler’den çok Humeyni’ye benzediğini savunuyor.

Bu yazı dizisinde, ülkede bir darbe girişimine yeltendiği konusunda çokça emare olan Gülenciliğin geçirdiği aşamaları tarihsel bir perspektifle ele almaya çalıştık. Kuşkusuz dini, siyasi, iktisadi, sosyal, tarihi vb. birçok disiplini ilgilendiren bir konuda yazılacak her şeyin biraz eksik kalacağı notunu düşmemiz gerekir.

Çalışmanın kaynakçasını çeşitli kitaplar, internet siteleri, iddianameler ve dava dosyaları oluşturdu...

‘Deccal öldü, mehdi doğdu’

Gülen, Atatürk’ü ‘kara ruhlu’ olarak nitelendirir. Onun ölümünden bir gün sonra doğduğu izlenimi yaratmak için doğum tarihini bile ‘yanlış’ söyler

Halen “1857 Mount Eaton Rd. 18353 Pensilvania Saylandrsburg PA/ ABD” adresinde oturan Gülen, devasa bir örgütlenmenin başındaki siyasi - dini bir lider olarak Türkiye tarihine damgasını vurmuş durumda. Hikâyenin görünen yüzünde, ilkokulu dışardan bitiren bir vaizin, yaklaşık 160 ülkede örgütlü, milyarlarca dolarlık bir varlığa sahip ekonomik ve siyasi gücü yöneten, ülkede darbe girişimi düzenleyecek kadar güçlenen bir “lidere” dönüşmesi var. Perde gerisinde ise Türkiye’nin cemaatlerle, dinle, laiklikle ilgili büyük meselesinin doğurduğu, emperyalist ülkelerin ve uluslararası istihbarat örgütlerinin büyük bir aktör olarak yer aldığı bir anlatı yer alıyor.

Gülen, gazeteci Faruk Mercan’a verdiği röportajda “Bazıları diyorlar ki ‘Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının kafasından çıkmış olamaz.’ Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki.... Bunların hepsi Allah’ın lütfudur” demişti. Kendisini bir tür “mehdi” pozisyonunda gören Gülen’in bu açıklaması cemaatçilerin nasıl bir dogmatik inanca sahip olduklarını da gösteriyor.

Gülen, Erzurum Hasankale (Pasinler) Korucuk köyünde doğdu. Nüfus kayıtlarına göre Gülen’in doğum tarihi 27 Nisan 1942 olmasına rağmen, vaiz sıfatıyla memur olmaya yaşı yetmediğinden doğum tarihini 1941 olarak düzeltti. Oysa Gülen kendi sohbetlerinde birçok kez doğum tarihinin 11 Kasım 1938 olduğunu söyledi. Bazı Gülenci sitelerde ise 10 Kasım 1938 olarak geçer. Gülen’in Atatürk’ün ölümünden bir gün sonrayı doğum tarihi olarak söylemesinin arkasında “(Deccal) Atatürk öldü, mehdi doğdu” inancını empoze etme amacının yattığı belirtilmektedir.

Cemaate göre Atatürk Deccal’dir. Gülen, “Benim Küçük Dünyam” kitabında, daha fikirlerinin oluşmaya başladığı ilk yıllarda vaazlarında Atatürk’ü nasıl anlattığını şöyle aktarır:

“O zamanlarda aklımda kaldığına göre, bir hadiste Deccal çıktığında başında bir duman olacak ifadesi bizim o kadar bizim camiada yaygın hale geldi ki, o mevzuya şöyle bir yorum getirdim: ‘Bu şu demektir: Ülke karanlıkta kara günlerini yaşarken dört bir yandan kolu kanadı kırılmışken, tam bir ışık, bir fereç, bir mahreç beklerken, kara ruhlu bir tanesi kara bir denizde, kara bir vapura binerek, karaya ayak basarak, kara ruhluluğunu gösteren, kara ruhlu bir adam....”

Mesihlik iddiası...

Kaynaklar, Gülen’in kendisini açıkça “Mesih” ilan ettiğini belirtmese de, bazı cemaatçilerin bu yöndeki inanışlarına da açıktan itiraz etmediğini belirtiyor. Cemaat içinde özellikle Mehmet Tabanca ve arkadaşları Gülen’in “Mesih” olduğunu birtakım rivayetlere dayanarak savunmaktadır. Tabanca’nın bu konuda gösterdiği “delillerin” bir çoğunda Gülen’in kendisine yönelik bu inançtan gizli bir memnuniyet duyduğu gözlemlenmektedir. Gülen konuşmalarında Mesihlik iddiası anlamına gelebilecek ifadeler kullanmakta, kendisine Mesih diyenlerin bu isnadını doğrudan yalanlamamakta ama karşı söylemde bulunanları da doğrudan desteklememektedir. Cemaatin içinde 40 yıl gibi uzun bir süre kalıp yöneticilik yaptıktan sonra “cemaatle yolları ayrılan” Latif Erdoğan, “Şeytanın Gülen Yüzü” kitabında Gülen’in kendisine “Allah benimle konuştu. Doğru, ben kâinatı Muhammed’in hatırına yarattım; ama senin hatırına devam ettiriyorum....” dediğini ileri sürüyor. Gülen’in bazı toplantılarda “ben öfkelendiğim zaman dışarıda rüzgâr olur, fırtına olur, deprem olur dediğini” belirten Doğan, “Fakat o dönemlerde Gülen’in velayetine inandığımız için bu sözleri en uçuk bulanlarımız bile ‘şathiye’ (şiirsel bir edebi tarz) olarak değerlendiriyordu” diye yazıyor. (Latif Erdoğan, Şeytanın Gülen Yüzü, s. 36) Ankara Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianamede ise cemaatin Gülen’i Mehdi-Mesih olarak gördüğü savunuluyor.

Yalanlarla yazılmış kişisel tarih

Gülen, Erzurum’un Korucuk köyünde bu evde doğdu.

Kimlikteki ismi “Fetullah” olmasına rağmen yaygın olarak ‘h’ harfi eklenerek “Fethullah” ismi kullanılıyor. Gülen, babasının ismini “Muhammed Fetullah” olarak yazdırmak istediği ama nüfus memurunun bu kadar uzun ismi yazmaya yanaşmadığı için Fetullah ismini kaydettirdiğini anlatır. Babası Ramiz cami imamı, annesi Rabia ev hanımı olan Gülen, 6 erkek, 2 kız çocuğu olmak üzere 8 kardeştir. Gülen, Latif Erdoğan’la yaptığı bir söyleşide anne ve babasının soyunun “seyyid” olabileceğini ifade etmesini değerlendiren Nurettin Veren, bunun “Gülen’i yarı tanrı konumuna getirmek için” uydurulduğunu söylemiştir.

PARANIN ÜZERİNDEKİ SİMGE

Elimizde tuttuğumuz banknot paraların her birinin üzerinde Fetullahçıların sembolünün olduğunu söylemek ilk başta “paralel paranoyasının” bir ürünü olarak algılanabilir. Oysa Ankara Başsavcılığı’nın iddianamesine göre, Fethullahçıların sembolü olan Halley kuyrukluyıldızı örgütün egemen olduğu Merkez Bankası’nın bastığı bütün banknot paralar üzerine yerleştirildi. “Kıyametten önce yeryüzüne gelecek Mesih/mehdinin Halley kuyrukluyıldızından zuhur edeceğine” inanan cemaatçilerin bunu bir örgütsel sembol olarak kullandıkları belirtilen iddianamede Koza-İpek Grubu, Bugün televizyonu ve gazetesi, Kanaltürk televizyonunun yanı sıra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bazı birimlerinin de aynı sembolü kullandığına dikkat çekiliyor. Yani taşıdığımız her bir banknotun üzerine simgesini yerleştiren bir örgütten söz ediyoruz.


Cemaatin temellerini Kestanepazarı’nda attı

Edirne’ye 1964’te dönen Gülen, 1965’te Kırklareli , 1966’da da İzmir Merkez Vaizliğine atandı. Gülen’in 1968 ile 1970 yılları arasında İzmir’de Kaynaklar köyünde kurduğu kamplarla ayrı bir cemaat olarak örgütlenmesinin altyapısını hazırladığı, Said-i Nursi’nin eserlerinin okutulduğu bu kamplardaki örgütlenmenin ardından “Okuyucu” adı verilen gruptan koparak 1972’de “cemaatin” varlık kazandığı belirtilir. Gülen cemaatinin kuruluşu da fiilen İzmir Kestanepazarı Kuran Kursu hocalığı ile başlatılır. Kestanepazarı, İmam Hatip ve İlahiyata Talebe Yetiştirme Derneği’nin bilinen adıdır. 1945 yılında kurulan bu dernek, imam hatip okullarına gitmek isteyen öğrencilerin yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştu. Öğrenciler burada Kuran, fıkıh, Arapça gibi dersler alıyor ve ardından imam hatibe gidiyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı ile de yakın ilişkileri bulunan dernek, o dönem İslami camia açısından önemli bir kuruluştu.

Gülen’in katıldığı toplantılarda önünde el pençe divan durmak için herkes birbirleriyle yarışırdı.

Ecevit affıyla kurtuldu

Gülen, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra “irtica propagandası” yaptığı gerekçesiyle 6 ay tutuklu kaldı. Yargılandığı davada 3 yıl hapse mahkûm oldu ve bu ceza Askeri Yargıtay’ca da 1973’te onandı. Ancak 1974’te çıkan Af Kanunu ile davanın düşürülmesine karar verildi. 54 sanıklı bu davada, kendisi ve kendisine bağlı bulunan birkaç kişi dışında yargılanan tüm sanıklar Nurcu olduklarını kabul ederken, Gülen bunu inkâr etti. Muhtıra, Gülen’i hapse atsa da o askeri müdahalenin İslamcı hareket için yarattığı olanakların farkındaydı: “Demirel hükümeti solcuların hareketlerini durduracak ehliyette değildi. İstifaya zorlanması iyi oldu. Ordumuz Müslüman bir ordudur. Orduya güvenimiz tamdır. Ordu veya yeni hükümetin solcuları sindireceğine, bizim ise bu durumdan faydalanarak önümüzdeki devrede daha rahat hareket edebileceğimize inanıyorum. Biz şimdilik olanları seyredeceğiz.” (Çatı iddianamesinden, 13.03.1971, İzmir)

‘Komünistler’ dedi, sinema basıldı

Kuranıkerim öğrenmeye 5 yaşında başlayan Gülen, üst üste sınıfta kalarak ikinci senesinde okuldan ayrılmak zorunda kaldı. İlkokul diplomasını dışarıdan girdiği sınavlarla aldı. Küçük yaşlardan itibaren dini eğitim alan Gülen, ezber ve hitabet gücüyle öne çıktı. Bu dönemde Gülen’in yanında okuduğu, Alvar imamı olarak bilinen Muhammed Lütfi’nin (Alvarlı Efe) torunu Sadi Efendi’yi “Atatürk’e hakaret ediyor” diye ihbar ettiği ve ardından medreseden çıkarıldığı iddia edilir. Gülen, ayrılığın gerekçesini Sadi Efendi’nin kendisine tokat atması olarak açıklarken Alvarlı Efe’nin yaşayan akrabaları Gülen’in ihbarcılığı konusunda ısrarcıdır.

Nur Cemaatine giren Gülen, 1959 yılında Edirne’ye gitti ve vaiz oldu. Askerliğini 1961’de Ankara Mamak ve İskenderun’da yapan Gülen, bir vaazdan dolayı şikâyet edildiği için 10 gün disiplin cezası aldı. Gülen, anılarında 10 gün cezaevinde kaldıktan sonra Ankara’dan gelen bir emirle serbest bırakıldığını anlattı. Gülen, sonrasında hava değişimi alıp 7 ay az askerlik yaparak Erzurum’a gitti. Erzurum’da kaldığı 1962-1963 yıllarında, Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu dernek, ABD desteğiyle kurulmuş açık bir kontrgerilla örgütüydü ve ilerleyen yıllarda “Sovyet tehdidine” karşı harekete geçirilen para militer unsurlar içinde önemli bir alan açacaktı.

Gülen, Erzurum’da iken vaazlarına devam etti. “Benim Küçük Dünyam” isimli kitabında anlattığına göre, Erzurum’daki bir sinemada bir İslami filmin afişini gördü. Nâzım Hikmet’in affedilmesi için imza veren 100 aydın arasında olan Hadi Hün de filmde oynuyordu. Gülen’e göre “Bir komünistin affını istemek, onun da komünist olduğunun deliliydi.” O kızgınlıkla vaazında “Yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup, burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz ruhları ile eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz” dedi.

Bu sözlerinin ardından cemaat sinemayı bastı ve filmin oynatılmasını engelledi.

Gülen, bu vaazlarında Türkiye’nin laik bir ülke olması nedeniyle cihadın farz olduğunu da söylüyordu. Benim Küçük Dünyam kitabında “Cem-i nefir zamanıdır, herkesin cihat yapması farz-ı ayındır. Çünkü devletin dini yoktur. Devlet laiktir, laiklik dinsizlik demektir” dediğini, buna karşın kendisine herhangi bir soruşturma açılmadığını, oysa “Devlet dindardır, devletin dini Müslümanlıktır’ diyen İzmir Müftüsü Celal Yıldırım hakkında soruşturma açıldığını anlattı.

Cumhuriyet, 07.08.2016


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.