Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Siyasi Gündem > Cemaat mi Tehlikeli Hükümet mi?

Cemaat mi Tehlikeli Hükümet mi?

Cemaat-AK Parti gerginliğinin ortalığa saçtığı belge ve iddialar umacı masallarına dönüştü.

MGK  kararlarıyla  kendi  halkını  fişleyen,  bunu  ortaya  koyan  gazeteyi  ve  gazetecileri  ‘vatan 

haini’ diye suçlayan, istihbarat unsurlarının yargı mensuplarıyla koordineli olarak gazetecileri 

dinlediğini  Başbakan  imzasıyla  kabul  eden,  iki  yıldır  Uludere  Katliamı’nın  üzerini  örten, 

demokrasinin özünü oluşturan Sayıştay raporlarını sumen altı eden bir siyasal iktidar ile…

Özellikle emniyet ve yargıda olmak üzere devletin içinde ‘çeteleşerek’ askerleri, gazetecileri, 

kısaca  canını  sıkan  herkesi  tutuklayan,  mahkûm  eden,  son  ayrışmadan  sonra  da  siyasal 

iktidara  karşı  ‘cuntalaşarak’  saray  darbesi  yapmaya  çalıştığı  iddia  edilen  bir  Cemaat 

yapılanması.

Çatışmanın içinde yer alanların argümanları özetle bunlar.

‘Hak,  hukuk,  modern  devlet  teorisi’  bilinciyle  yazılıp  çizilenlere  sakince  bir  göz  atmanız 

halinde, aklınıza ilk gelen ‘burası gerçekten bir devlet mi’ sorusu oluyor.

Gerçek  bir  devlette  bu  iktidarın  yaptıklarını  yapmak  mümkün  mü,  gerçek  bir  devlette  bir 

cemaatin bu söylenenleri yapmasına izin verilir mi?

Hükümetin  yaptıkları  zaten  belgelerle  kanıtlandığı  için  tartışılır  bir  yanı  yok;  eğer  Cemaat 

hakkında  iddia  edilenleri  yaptıysa  onun  üyeleri  de  suç  işlemiş  demektir  ama  on  iki  yıllık 

iktidarı  boyunca  bunları  yapması  için  ona  izin  veren  siyasal  iktidarla,  ‘ne  istediler  de 

vermedik’ diyen başbakan da onun suç ortağıdır.

Bütün  bu  kanıtlar  ve  iddialar  bize,  hukuki  çerçevesi  çizilmemiş,  vatandaşlarının  hiçbirinin 

güvencede olmadığı, gerçek bir devlet yapısı oluşturamamış umacı bir toplumda yaşadığımızı 

gösteriyor.

Askeri vesayetin devlet adı altında oluşturduğu dehşet verici kaos belli ki aynen, hatta belki 

biraz  daha  da  artarak  sürüyor.  Bu  kaosu  yaratanların,  sürdürenlerin,  paylaşanların  bizzat 

kendileri de dâhil olmak üzere hiç kimsenin güvende olmadığı, vahşi bir cangılda yaşıyoruz 

anlaşılan.

 

xxxxxxxxxxxxxx

 

2009 yılının hemen başında bir sabah Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları medyaya 

bağırıp, çağırıp, söylenmişler, akşama da Askeri Mahkeme harekete geçmişti.

 

Ertesi  gün  de  Cumhurbaşkanı  Abdullah  Gül,  yasama,  yürütme  ve  yargı  organlarının 

başkanlarıyla  bir  araya  gelmiş;  ülkemizde  özellikle  demokrasinin  derinleşmesinin,  hukukun 

üstünlüğüne  ve  temel  ilkelerine  titizlikle  bağlı  kalınmasının,  uygulamalarda  usul  yasalarına 

azami  özen  gösterilmesinin,  Türkiye’yi  daha  da  güçlü  kılacağını,  karşılaşılan  sorunların 

aşılmasını kolaylaştıracağını ve toplumda güven ortamını pekiştireceği söylemişti.

Cumhurbaşkanı Gül’ün  girişimi toplumu  nispeten  rahatlatan,  psikolojik  etkisi  yüksek  ve iyi 

niyetli bir girişimdi.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

Ama  ‘hukukun  üstünlüğüne  ve temel ilkelerine titizlikle  bağlı  kalınması’  sadece iyi  niyetle 

olabilir mi?

‘Çakma Montesquieu’ başlıklı yazıyı o tarihte bu nedenle kaleme almıştım.

Bir bölümü şöyleydi:

“‘Kuvvetler Ayrılığı’... 

Burjuvazinin elinin ayağının tutmaya başladığı... 

‘Mutlak Monarşi’lere baş kaldırdığı... 

Bireyi  devlete  karşı  korumanın  kaçınılmaz  bir  mecburiyete  dönüştüğü  bir  süreçte  ortaya 

çıktı... 

xxxxxxxxxxxxxx

Ben, 25 yılı aşkındır üniversitede ders veririm... 

Ama  Montesquieu’yu  ve  Kuvvetler  Ayrılığı’nı  yukarıdaki  tarihsel  bağlamda  derli  toplu 

anlatan herhangi bir öğrenciye de maalesef rastlamış değilim.

Teorik temelleri Locke ve Montesquieu’ye dayanan... 

18’inci  yüzyılda  devlet  otoritesinin  kötüye  kullanılmasına  karşı  bir  güvence  olarak  ön  plana 

çıkan  Kuvvetler  Ayrılığı  prensibi;  klasik  anlamıyla  yasama,  yürütme  ve  yargı  erklerinin 

birbirinden ayrılması olarak tanımlanmakta... 

Kuvvetler  Ayrılığı  prensibiyle  amaçlanan  her  bir  gücü,  diğeri  karşısında  özerk  kılmak,  her 

gücü  kendine  özgü  işlevlerle  sınırlamak  ve  böylelikle  güçlerin  kötüye  kullanılmaması  için 

aralarındaki dengenin herhangi biri lehine bozulmasını engellemek.

1789  tarihli  Fransız  İnsan  ve  Vatandaş  Hakları  Bildirgesi’nin  16’ncı  maddesinde,  ‘hakların 

güven  altına  alınmadığı,  Kuvvetler  Ayrılığı’nın  yapılmadığı  bir  toplumda  anayasa  yoktur’ 

ifadesiyle Montesquieu’nun öğretisi uygulamaya geçmiş oldu.

Böylelikle  hukuk  devleti,  tutarlı  bir  insan  hakları  politikasının  gerçekleştirilmesi  ve 

demokrasinin işletilmesi yolunda güç kazanıldı.

xxxxxxxxxxxxxx

Yıl 2009 ama biz hala 1789 noktasından çok uzağız.

Yasama, yürütmenin... 

Yürütme de iktidar partisinin liderinin denetiminde.

Yasamanın yürütmeyi denetlemesi de bu nedenle havada kalmakta... 

Hâlbuki... 

Milletvekili seçimi liderlerin tercihine değil, fiilen halkın denetimine dayalı olsa, parlamento 

gerçek ve bağımsız bir kimlik kazanır.

Ama ne Siyasal Partiler Yasası, ne de Seçim Yasası değişiyor.

‘Tek adam’ anlayışı padişahlıktan beri ağır basmaya devam ediyor...”

xxxxxxxxxxxxxx

O yazıda yargıyı da ele almıştım.

 

“Adalete bütçeden ayrılan pay binde 7.

Bu rakam ayrıca yorum gerektirmeyecek kadar durumu berrak bir şekilde açıklamakta.

Türk yargısının AB standartlarına ulaşması için kırk bine yakın yargıç açığı var.

Yargının on bin çalışanı içinde dil bilen sayısı ise sadece 41.

 

Ayrıca…

 

Türkiye henüz hukukun en temel prensibi olan ‘doğal hâkim’ ilkesini bile uygulayamıyor.

Çankaya’daki  toplantılarda  Askeri  Yargıtay  Başkanı  ile  Askeri  Yüksek  İdare  Mahkemesi 

Başkanı askerler de bulunuyor.

Biri sivil, diğeri de askeri olmak üzere iki Yargıtay’ı...

İki Danıştay’ı olan hiçbir demokratik ülke yok.”

xxxxxxxxxxxxxx

 

Cemaat mi ürkütücü, hükümet mi?

Yaşananları,  ortaya  çıkan  belgeleri,  ileri  sürülen  iddiaları  ‘evrensel  hukuk’  ölçüsüyle 

değerlendirenler ise ürkütücü olanın bizzat Türkiye olduğunu görüyorlar.

Çünkü  ‘modern  devlet’in temel  prensibi  olan  ‘Kuvvetler Ayrılığı’nın  buralarda  kendisinden 

ziyade, şimdiki moda deyimle ancak ‘çakması’ uygulanmakta...

Gerçek  bir  hukuk  ve  demokrasi  açısından  baktığınızda  en  umacı,  en  ürkütücü  olan  gerçek 

de bu. Devletleşememiş yetmiş altı milyonluk bir kalabalığın hiçbir hukuki güvenceye sahip 

olmadan korkunç bir kaosun ve karmaşanın içinde yaşamaya çalışarak birbiriyle boğuşması.

 
Mehmet Altan, gazete360

16.12.2013 

 


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.