Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Ergenekon > Susurluk mu, İran mı?

Susurluk mu, İran mı?
 

Perşembe günkü SABAH'ta, Sabancı'nın katili Mustafa Duyar'ı Afyon Cezaevi'nde öldüren Ahmet Yargüder'in manşete çıkan ifadesini görünce, ister istemez "28 Şubat" askeri müdahalesinin "esas amacının" ne olduğu sorusu yeniden takıldı aklıma.
Çünkü aynı haberin hemen altında, Sabancı'nın katili Duyar'ı "öldürtme emri" verdiği iddia edilen Yeşil'in sağ kolu olduğu söylenen Zakir Selvi'nin anlattıkları vardı. Selvi "kendisinin Jandarma İstihbarat Teşkilatı JİTEM adına çalıştığını" söyleyip, daha sonra "teşkilatta bulunan, irtibat kurduğu bazı askeri yetkililerin de isimlerini vererek" serbest bırakılmasını istemişti.
Yeşil'in ailesine JİTEM'in baktığını da gene Zakir Selvi'den öğreniyorduk.
28 Şubat, "şeriat tehlikesini" işaret ederek tam da Susurluk Skandalı'nın ardından gelmişti. Bugün bile Susurluk Skandalı'nın faillerinden içerde olan bir tek Allah'ın kulu yok, kazanın gariban şoföründen gayri. Bu çok garip değil mi?
Üstelik son günlerde, çelişkili açıklamalarla kafalar karışırken hep aynı yol ayrımına rastlıyoruz, kimi parmaklar Susurluk'u işaret ederken, bir başkaları "Şeriat" adına İran'ı göstermekte. Devlet içindeki "kol güreşi" galiba halen devam etmekte. Susurluk'un çözülme ihtimali arttıkça, "şeriat tehlikesi" çığlıkları daha da mı yükseliyor acaba?
Mumcu'nun katillerinin yakalandığı iddiasının ardından gelen tutarsızlıkları yanyana sıralayınca, bu ihtimalin çok da yabana atılmaması gerektiği görülmekte...
 

Çeteleşmeye karşı hukuk
Şimdilerde çoktan unutulmuş "fikri takip"in hakkını vererek önemli bir gazetecilik ilkesini hayata geçiren Kemal Göktaş'ın, peşini bırakmadığı bir davanın haberleri yeraldı Radikal Gazetesi'nde. Bunların ilki 19 Nisan tarihinde, gazetenin sekizinci sayfasında bir buçuk sütun üzerine yayınlandı. Haberin girişi aynen şöyleydi:
"Susurluk'ta açığa çıkan çete ilişkilerinin önde gelen isimlerinden Abdullah Çatlı, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ve Sami Hoştan'la ilişkisi olduğu iddiası bazı telefon kayıtları ile de desteklenen Tuğgeneral Veli Küçük'ün yargılanması için bir grup avukat hukuk mücadelesini sürdürüyor. İzmir Barosu bünyesinde oluşturulan `Çeteleşmeye Karşı Hukukun Üstünlüğü Komisyonu' üyesi avukatlar, Küçük hakkında `soruşturmaya yer olmadığı' yolundaki kararın iptali için İdare Mahkemesi'nde dava açtı."
Haber, avukatların yargılanmasını istedikleri Tuğgeneral Küçük'le ilgili "iddiaların" da bir listesini veriyordu.
28 Nisan tarihinde aynı gazetede, aynı imza ile aynı sayfada yayınlanan ikinci haberde ise, Milli Savunma Bakanlığı ile İçişleri'nin adı geçen kişinin yargılanmasında "vatandaş ve hukuk menfaatinin" bulunmadığını öne sürdükleri belirtiliyordu.
8 Mayıs'ta ise, "fikri takip" devam ediyordu. Yalnız haber bu kez onuncu sayfada idi. Haberde, "Genelkurmay Başkanlığı'nın Küçük hakkında soruşturma yaptığı ve yargılanmasına gerek olmadığına karar verdiği" hatırlatılıp, "Genelkurmay İşlem Dosyası'nın mahkemeye gönderilmediği" bildiriliyordu.
Kısacası, Susurluk, "hukuk devleti" olduğunu vurgulayıp duran Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin büyük bir kamburu olarak ortada duruyor. Anımsattığım haberler, tüm gazetelerde yer almasa da, manşetlere taşınmasa da, bu böyle.
 

Derin Hizbullah
Televizyon haberleri ve gazete manşetleri, Hizbullah vahşetinin korkunç kalıntıları peşinde iz sürülmesini detaylı bir şekilde bizlere yansıtırken, aynı Susurluk Skandalı gibi Batman Skandalı'nın da ucu bırakıldı.
OHAL Bölgesi kapsamı içinde olan Batman Valiliği'nin 1994-1997 yılları arasında farklı tarihlerde ve değişik partiler halinde 2.7 milyon dolarlık silahı nasıl ithal ettiği ve ortaya çıkarılan Hizbullah cephaneliğinin bu silahları içerip içermediği gündemden düşürülüverdi. Üstelik ithal edilen silahların beşyüz bin dolarlık kısmının da "gümrük işlemi" yapılmamış görünüyor. Biliyoruz ki, Hizbullah Örgütü'nün üzerindeki sis perdesini kaldıracak olan bu soruşturma da Susurluk gibi unutturulacak.
Bu konuyla ilgili olarak dönemin başbakan yardımcısı Murat Karayalçın'ın Sosyal Demokrat Hareket Dergisi'nin Şubat sayısında bir yazısı yayınlandı. Yazıda çok önemli sorular soruldu. O sorular çok düşündürücü. Bir eski başbakan yardımcısının ortaya koyduğu bu sorular, Hizbullah terör örgütünün öyle başına buyruk hareket etmediği kuşkularını çok artırıyor.
 

Dış politika ve İran
Birbiriyle çelişen tutarsız haberlerin ardı ardına manşet olduğu, "laik aydınların" katil zanlılarının İran tarafından yönlendirildiği haberlerinin yayınlandığı süreçte Dışişleri Bakanlığı'nın tavrını çok dikkatle izledim. Devletin "dış yüzünü" temsil eden bakanlık her defasında "ellerinde resmi belge" olmadığını vurguladı.
"Hukukun üstünlüğünün" sürekli çiğnendiği ve "faili meçhullerin" büyük bir kısmının "devlet eliyle" yapıldığının "resmi raporlarda" kabul edildiği bir ülkede, bir anda olup bitenlerin tek sorumlusu "dış güçlermiş" gibi sunulunca, sonra bu iddialar Adalet ve Dışişleri Bakanlığı tarafından doğrulanmayınca, üstelik de bir gün söylenen ertesi gün yalanlanınca, devlet içi çatışmalara yönelik "komplo teorileri" üretimi hızlandı.
Acaba, yeryüzünün Türkiye'ye yaptığı "temizlen" baskısıyla ivme kazanan "tezilenme" sürecinin Susurluk istikametinde gitmesinden endişe edenler mi hedef ve yön saptırmaya uğraşıyorlar?
Ayrıca, biz vergilerimizi, devlet bizim güvenliğimizi sağlasın diye veriyoruz. Bu kadar çok cinayet ve silahın devletten habersiz ortalıkta dolaştığı bir ülkede "devletin varlığından" ne kadar söz edilebilir?
Bir kısım cinayetin "gerçek faili" İran ise, bu cinayetleri işleme cüretini nereden bulmakta?
Eğer iddialar doğruysa ve cinayetlerin bir kısmının arkasında İran varsa, o zaman yabancı bir ülkenin katillerinin bizim topraklarda fink atmasına göz yuman görevlileri ortaya çıkarmalıyız.
Türkiye, kendi kirli çamaşırlarını temizlemeden güçlenemez. Bütün cinayetlerin tek faili olarak yabancıları göstermesi de inandırıcı olamaz. Hukukun üstünlüğü, içi boş bir laf değil. Uygulandığı vakit önce ülkenin kendi güçleniyor. Güçlü bir ülke hem kendi iç sorunlarını çözmek için "dış düşmandan" medet ummuyor, hem de "dış düşman" ona bulaşmaya yeltenmiyor.
 

Mehmet Altan, Sabah
27.05.2000


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.