Gündem
Gündem > Balyoz Harekat Planı > Balyoz’da gerekçeli karar (2) ‘Zamanlama çelişkileri’ne atıf yokBalyoz’da gerekçeli karar (2) ‘Zamanlama çelişkileri’ne atıf yokBalyoz davasının gerekçeli kararı üzerine dört ya da beş yazı yazmayı planlamıştım ama vazgeçtim. Sezgilerine ve gözlemlerine çok güvendiğim bir arkadaşım, bir gazete köşe yazısında, iki bölümden daha uzun dizilere girişmenin kesinlikle yanlış olduğunu söyledi ve bütün şevkimi kırdı! Ayrıca: “Zaten”, dedim kendi kendime, “esas mesele, ‘Balyoz’ deyince otomatik olarak akla gelen ‘zamanlama çelişkileri’ değil mi?” Bu soruya “tabii ki” cevabını verince sonuç kendiliğinden belirdi: Bugün, “zamanlama çelişkileri” ile ilgili olarak gerekçeli kararda nasıl bir yaklaşım sergilendiğine bakacak, bu yaklaşımı yorumlamaya çalışacak ve “Balyoz’da gerekçeli karar” faslını kapatacağım. Fakat önce, her zaman yaptığım gibi, meselenin ne olduğuna dair bir özet...
Biliyorsunuz, TÜBİTAK, kendisine ulaştırılan dijital dosyaların tamamının 2003’te son kez kaydedildiğine dair bir rapor vermiş, bu da iddianamede yer almıştı. Fakat duruşmalar başlayınca işler çatallaştı. Sanık avukatları, delillerde çok “garip” çelişkiler bulmaya başlamışlardı: 2003’te son kez kaydedildiği söylenen bir CD’de, sonraki yıllarda olup biten gelişmeler yer alıyordu. O andan itibaren savunmalar esasen, sayıları sürekli olarak artan bu çelişkiler ve “sahtecilik” iddiaları üzerine kuruldu. “Avlanan” zamanlama çelişkilerinin uzandığı en son tarih 2009’du. “Öyleyse” dediler, “bütün bu dijital deliller, TSK’yı çökertmek isteyen bir çete tarafından sonraki yıllarda üretilmiştir!”
Birileri, binlerce sayfadan oluşacak çok ayrıntılı bir komplo planı yazacak ve yazdıkları şeyin foyasının uzun bir yargı sürecinde ortaya çıkmayacağını düşünecek! Bu, benim aklımın alabileceği bir “tez” değildi. Fakat çelişkiler de ortadaydı işte! Sanıklar ve avukatları, “zamanlama çelişkileri”ni “güncelleme” ile açıklayanlara karşı da hemen TÜBİTAK raporunu dayıyorlardı: “İyi ama, TÜBİTAK, dijital dosyalar 2003’te oluşturuldu ve bir daha da üzerinde oynanmadı, diyor!” Hem, güncelleme yapılmış olsaydı, bilgisayarın üst verilerinin güncellemenin yapıldığı tarihi ve saati gösterecek şekilde otomatik olarak değişmesi gerekirdi. Oysa TÜBİTAK raporu ne diyordu?
Benim konuya ilişkin değerlendirmem, Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şubesi’nin döşemelerinin altına gömülü yeni Balyoz belgeleri bulunmasından sonra değişti. Ondan önce, delillerdeki “zamanlama çelişkileri”nin çok ciddi olduğunu, savcıların bunları mutlaka izah etmeleri gerektiğini söylüyordum. Fakat dediğim gibi, Gölcük’teki “buluntu”dan sonra kafam karıştı. Çünkü orada, Baransu’nun bavulundaki birçok belgenin aynısı bulunduğu gibi, ayrıca “sahte” denen ve zamanlama çelişkilerinin çoğunu içeren meşhur 11 No’lu CD’nin kopyası da vardı: Ona da 1 No’lu CD adı verildi. Bu durumda “çete” iddialarının mantıksal tutarlılığı ancak şu varsayım altında devam edebilirdi: Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgeleri de aynı “sahtekârlar çetesi” üretmiş, oraya yerleştirmiş ve ardından da savcıya ihbar etmiştir. Ne eksik ne fazla, sanıklar ve avukatları aynen böyle açıkladılar Gölcük “zula”sını... Ben ise o noktadan itibaren, orijinalleri 2003’te hazırlanan dijital dokümanların üzerinde bir “mühendisliğin” icra edildiğinin kesin olduğunu, fakat bunu bizzat Balyoz’cuların yapmış olabileceklerine dayanan kendi açıklama modelimi geliştirdim. Şöyle ki: Balyoz’cular, darbenin hafızasını sürekli canlı tutmak için dijital dosyalardaki bilgileri güncelliyordu. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın saatini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Böylece, ola ki belgeler deşifre edildiğinde, zamanlama çelişkilerini öne sürerek “her şey sahte, her şey senaryo” iddiasını öne sürebilsinler. Keza, delillerdeki kimi bariz hatalar da yine aynı şaşırtmacanın bir ürünü olarak bizzat orijinal belgelerin yaratıcıları tarafından üretilmiş olabilirler.
Biz tezleri çarpıştırırken, Balyoz davasında karar verildi (22 Eylül 2012), fakat dava boyunca savcılar gibi hâkimler de girmemişlerdi “zamanlama çelişkileri” topuna... Keza Balyoz davasının gerekçeli kararında da bu çelişkilere doğrudan bir atıf yoktu. Sadece, sanıkların bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları hatalar nedeniyle delillerin delil değerini kaybetmeyecekleri söyleniyordu ki, buradan, mahkemenin delillerdeki “mühendisliği” kabul ettiği, fakat bunların bizzat sanıklar tarafından gerçekleştirildiğine inandığı sonucu çıkıyordu. Gerekçeli kararda, bu inancı ve benim modelimi güçlendirecek yeni ve çok önemli bir bilgi yer alıyor: Biliyorsunuz, Gölcük’teki belgeler, odasının döşemesinin altına gömülü olarak bulunan İstihbarat Binbaşı Kemalettin Yakar, mahkemede çuvalları döşemenin altına kendisinin koyduğunu, fakat içlerindeki belgelerden bazılarını ilk defa gördüğünü söylemişti. Yani Yakar da suç teşkil edecek delilleri Donanma’nın kalbine yine “çete”nin yerleştirdiği tezini işliyordu. Gölcük belgelerinin en önemlilerinden biri de, sonradan çok meşhur olacak “5 No’lu harddisk”ti. İçinde, üst verilerinden 2004’te oluşturulduğu anlaşılan çok sayıda dijital delil bulunan harddisk daha sonra sanık avukatları tarafından ABD’de Arsenal adlı bir yeminli büroya incelettirilecek; büro, “sahtecilik” içeren çok sayıda dokümanın bu harddiske, tarihi 2004’e ayarlanmış bir bilgisayar marifetiyle 2009’da yerleştirildiğini saptayacaktı.
Gerekçeli kararda açıklanan yeni bilgi ise şuydu: 5 No’lu harddiskteki bazı dokümanların şifreleri, Kemalettin Yakar’a ait beş ayrı diskteki şifrelerle aynıydı. Gerekçeli kararda daha sonra, buna dayanarak şöyle deniyordu:
Bu bilgi iddianamede yoktu, herkes gibi ben de gerekçeli karardan yeni öğrendim. Birkaç avukat arkadaşıma danıştım, “İddianamede olmayabilir” dediler, “ama duruşmalarda mutlaka dile getirilmiştir”. Peki, bu kadar önemli bir bilgi neden zamanında, duruşmaları izleyen gazeteciler tarafından haberleştirilmemişti? Bilmiyorum, fakat bu bilgiden sonra “zamanlama çelişkileri” hususunda geliştirdiğim modelime artık daha çok inanıyorum. ***
Ünlü’nün geniş gazete taramalarına ve başta Ahmet Altan ve Yasemin Çongar olmak üzere bazı gazete yöneticileri, muhabirler ve yazarlarla (toplam 11 kişi) görüşmelerine dayanan çalışması, Taraf hakkında yazılmış ilk akademik başvuru kaynağı olarak okurlarını bekliyor.
Alper Görmüş, Taraf 15.01.2013 Balyoz’da gerekçeli karar (1) Bir bumerang olarak ‘abartı’ gazeteciliğiBalyoz davasının karara bağlanmasının ardından, 28 Eylül 2012 ile 26 Ekim 2012 arasında sekiz bölümlük bir “Balyoz kararları tartışması”na girişmiştim. O yazılar, “Bu dizi burada bitiyor... Belki gerekçeli kararın ardından meseleye yeniden döneriz” cümleleriyle sona ermişti. Bugünden itibaren, birkaç yazı boyunca gerekçeli kararla ilgili olarak yazacağım. Haklısınız: Balyoz davasının gerekçeli kararını ele almayı vaat eden bir yazı dizisinin birinci bölümünün, kararla hiçbir ilgisinin bulunmadığı izlenimi veren bir başlık taşıması biraz tuhaf... Fakat, bizim gazete de dâhil olmak üzere bazı gazeteler gerekçeli kararı bir noktasından (“Dijital belgelerin asılları Genelkurmay’da”) öyle bir abartıyla sundular ki, o nokta dışında başka her şey ikinci planda kaldı. Ardından Genelkurmay’ın açıklaması geldi. Ardından Merkez’in kurt gazetecileri bu açıklamayı işlerine geldiği gibi yorumladılar. Ortalık karıştı, her şey birbirine girdi, ben de dizinin ilk bölümünü, heyecanlı-aceleci bir gazeteciliğin döşediği taşlardan yararlanarak gollük bir vuruş yapan “Merkez” gazetecilerine laf yetiştirmeye ayırmak zorunda kaldım. Mahkeme de haklı, Genelkurmay da...Filmin sonunu baştan söyleyeyim: Ortaya çıkan kargaşada ne Mahkeme’nin bir dahli var ne de Genelkurmay’ın... Bu, senaryosunu, Mahkeme’nin gerekçeli kararını abartarak aktaran bir gazetecilikle, Genelkurmay’ın açıklamasını çarpıtarak yorumlayan bir gazeteciliğin yazdığı bir film... Hikâyemiz, bir dizi gazetenin, gerekçeli kararı “Delillerin aslı Genelkurmay’da” (Taraf), “Balyoz’un orijinal belgeleri Genelkurmay’dan geldi” (Zaman) vb. manşetlerle sunmalarıyla başladı. Manşetler, kamuoyunda haklı olarak, sanki davadaki tüm delillerin asıllarının Genelkurmay tarafından mahkemeye gönderildiği ve mahkemenin de şimdi onları açıkladığı biçiminde yorumlandı. Bu durumda, ortada tartışmalı hiçbir delil kalmıyordu. Oysa kazın ayağı öyle değildi. Mahkemenin gerekçeli kararının bu manşetlere ilham veren bölümü aynen şöyleydi: Gerekçeli kararda daha sonra, yine sadece bu belgelere referansla şöyle devam ediliyordu: Yani Mahkeme, davadaki tüm delillerin asıllarının Genelkurmay tarafından kendilerine gönderildiği şeklinde bir ibareyi kesinlikle kullanmamıştı. Mahkeme mealen şöyle diyordu: “Biz, Balyoz davası çerçevesinde suç teşkil ve kararımızda hangileri olduğunu açıkça belirttiğimiz bazı dijital belgelerin asıllarının askeri birimlerde bulunduğunun teyit edilmesini, öbür delillerin de doğru olduğu şeklinde değerlendirdik.” Genelkurmay kime, ne demiş oldu?Hiç şüpheniz olmasın, araya abartılı gazetecilik girmeseydi ve kamuoyunda “Bütün delillerin aslı Genelkurmay’daymış meğer” gibi yanlış bir algı oluşmasaydı, Genelkurmay o “zorunlu” açıklamayı yapmayacaktı. Zaten açıklamanın içinde vardı bu imâ... Gelin önce şu açıklamanın bizi ilgilendiren bölümünün tamamına bir daha bakalım: Gördüğünüz gibi Genelkurmay, Mahkeme’nin kullandığı ibareyi eleştirmiyor. Tam tersine, “Gölcük Donanma Komutanlığı ve Eskişehir’de sanık Hakan Büyük’te ele geçirilen dijitaller”in aslının kendisinde olduğunu ve Mahkeme’ye gönderdiğini kabul de ediyor. Ardından da, bu ibareden yola çıkan ve bambaşka bir şey söyleyen abartılı gazeteciliği eleştiriyor. Merkez’in kurtları devrede...Genelkurmay’ın açıklamasından sonra Merkez’in kurtları girdi devreye... Entrikaları iki ayak üzerinde yükseliyordu: a) Mahkemenin demediğini, bazı gazetelerin haberlerine gönderme yapmaya devam ederek demiş gibi yapmak, b) Genelkurmay’ın basına yönelik açıklamasını (eleştirisini) Mahkeme’ye yönelikmiş gibi sunmak. Bu atraksiyonların nasıl somutlaştırıldığını, “Merkez’in merkezi”nden iki kurt gazetecinin hayli şiirsel başlıklarla kaleme aldıkları yorumlarından kalkarak göstermeye çalışayım... Bir bumerang olarak “abartı” gazeteciliğiKonumuzun başlıkla bağlantısını kurarak bitiriyorum... Geçtiğimiz günlerde, “Genelkurmay’ın kullanışlı gazetecileri” haberleriyle ilgili olarak kaleme aldığım bir yazıda, “Bu türden abartılı gazeteciliklerin, ele alınan konuyu deşmeyi zorlaştırdığı ve tam tersine, konunun kapanmasına hizmet ettiği kanaatindeyim” diye yazmıştım. İşte yine öyle oldu. Abartılı bir gazetecilik, bir bumerang gibi fırladı ve geri dönüp onu atanı vuruverdi. Bu haberler olmasaydı, Merkez’in kurt gazetecileri bir gün sonra “TSK: Balyoz belgesi yok” (Hürriyet, 9 ocak) diye nal gibi manşet çakamayacak, kurt köşe yazarları yukarıda okuduğunuz türden makaleler döktüremeyeceklerdi. Ne diyeyim, ders olur inşallah.
11.01.2013 Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız. |