Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Balyoz Harekat Planı > Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (4)

Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (4)

Başta meşhur 11 No’lu CD olmak üzere Balyoz belgelerindeki “zamanlama çelişkileri” üzerine kaleme aldığım dizinin sonuna geldik.

Geçen yazıda, 11 No’lu CD’deki “zamanlama çelişkileri”nin zorunlu olarak “çete”yi ve “sonradan üretilmiş deliller”i işaret ettiğine dair iddianın taşıdığı zayıflıklar üzerinde durmaya başlamış, bugün devam edeceğimi söylemiştim.

Öncelikle, bütünüyle geçmişe dair bir senaryo yazmak üzere bilgisayarlarının karşısına geçen “çete”nin en dikkatli olması gereken noktada nasıl bu kadar çok “zamanlama hatası” yapabildiğinin üzerinde durmak isterim.

Meşhur “listeler” üzerinden gidelim ve yapılan hatanın niteliksel olarak nasıl bir şey olduğunu daha net olarak görebilmek için konu dışı bir örnek üzerinde duralım...

Diyelim “A” futbol takımından beş kişilik tribün liderleri grubu, gıcık kaptıkları “B” futbol takımının tribün liderlerinden birine bir tuzak hazırlasınlar... Kurguladıkları senaryo, “B”li tribün liderinin “A” takımının oyuncularından birine beş yıl önce bir suikast hazırladığı temel iddiasına dayansın. Bu amaçla, gûya suçlayacakları kişinin bilgisayarından çıkmış bir “A” takımı oyuncuları listesi hazırlasınlar...

Şimdi: Böyle bir planı hazırlayan grubun en fazla dikkat edeceği husus, listenin beş yıl önce “A” takımında oynayan futbolculardan oluşturulmasıdır, öyle değil mi? Fakat ne oluyor? Bizim beş kafadarlar, 11 kişilik listeye iki tane de “A” takımına iki ya da üç yıl sonra transfer edilecek olan futbolcu ekliyorlar.

O kadarla da kalmıyorlar, mesela saldırıdan sonra suikastçının kaçıp sığınacağı “B” takımının tesislerinin sözde “suikastçının elinden çıkmış krokisi” de, takımın daha bir yıl önce açılışı yapılmış tesislerini işaret ediyor.

Şimdi konuya biraz daha yaklaşalım ve 2010’da kaleme aldığım “zamanlama çelişkileri” yazılarımdan birinde başvurduğum daha konuya yakın bir örneği hatırlayalım... Biliyorsunuz, planlarda yasaklanacak gazeteler, gözaltına alınacak gazeteciler falan da var.

Diyelim Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kumpas kuran “sahtekârlar çetesi” bir de “Hapse atılacak Hürriyet yazarları” (!) listesi oluşturmuş olsunlar. Unutmayın, 2009’dayız ve 2002-2003’e dair bir senaryo yazılıyor... “Çete” elemanları açıyorlar önlerine 2009’da Hürriyet’te yazmakta olan yazarlar listesini, aralarından 15-20’sini işaretliyorlar... Ve akıllarına bunların 2002-2003’te de Hürriyet’te yazıp yazmadıklarını kontrol etmek gelmiyor... Ve iş mahkemeye düşünce de “darbe sulandırma uzmanları”na gün doğuyor: “Salaklara bak lan, Ahmet Hakan bile var listede!”

Üstelik ellerinde eski tarihli listeler var!


“Çete”
nin bu kadar basiretsiz olmasına inanmamızı daha da zorlaştıran bir nokta da şu: Yukarıdaki muhayyel örneklerde, bugünden geriye bakıp beş yıl, 10 yıl önceki dönemlere ait yepyeni listeler hazırlanıyordu...

2009’da oturup 2002-2003’e dair bir senaryo yazan “çete”nin elinde ise zaten 2002-2003 tarihli eski listeler var... Fakat nasıl oluyorsa oluyor, “çete” üyeleri bu listelere sonraki tarihlerde ortaya çıkan, kurulan, ismi değiştirilen birtakım yeni gazeteler, firmalar vb. ekliyor ve daha sonra polise ihbar etmek üzere (yoksa “çete” bizzat polis miydi!) bunları bir yerlere zulalıyorlar.

Hadi, bugünden düne dair yepyeni listeler hazırlanacaksa, yani işe sıfırdan başlanacaksa hata yapılabileceğini kabul edelim... İyi de, elinizde zaten eski tarihli listeler varsa ve siz o tarihlere dair bir senaryo hazırlıyorsanız, niye yenileyesiniz bu listeleri? Bu işte bir parçacık olsun mantık var mı?

İşte beni bu türden mantıksızlıklar mahvetti ve sonunda zamanlama çelişkilerinin muhayyel bir “çete”nin salaklıklarının değil, Balyoz’cuların bilinçli müdahalesinin ürünü olma ihtimaline dayanan kendi “model”imi geliştirdim.

Takdir sizin.

***

 
‘Oh be’ duygusunun nedeni: Biraz geç kalmadık mı?


Hürriyet
gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a okurlarından “yığınla” mesaj ulaşmış. Şöyle deniyormuş o mesajlarda:


“12 Eylül’den önce okullara gidemezdik...”, “12 Eylül’den önce çocuklarımız eve sağ salim gelecek mi diye aklımız çıkardı”, “12 Eylül’den önce sokağa çıkamaz durumdaydık”, “12 Eylül’den önce şehirler ikiye bölünmüştü”, “12 Eylül’den önce kurtarılmış bölgeler vardı...”

Bu mesajların hepsinin arkasından da “İyi ki 12 Eylül oldu... Rahat bir nefes aldık... Canımızı kurtardık...” hükmü veriliyormuş.

Ahmet Hakan da bu türden mesajlar gönderen okurlarına şöyle sesleniyormuş:


“Haklısınız: 12 Eylül’den önce durum buydu. Haklısınız: 12 Eylül geldiği gün anarşi durdu. Ama lütfen şu soruyu da getirin aklınıza: 11 Eylül günü durdurulamayan anarşi, bir günde nasıl durduruldu?


“Şimdi o günlere gidelim: 12 Eylül öncesinin bir numaralı gündem maddesi ‘anarşi’ idi... Anarşinin önlenmesi için siyasi iktidarlar, ordudan medet umuyorlardı. Büyük kentlerde sıkıyönetim uygulaması vardı. Sıkıyönetimde askerler işin başındaydı. Yasal her türlü eksikliğin giderilmesi için önlemler alınıyordu. Ancak buna rağmen anarşi önlenemiyordu. Önlenemiyordu çünkü askerler görevlerini yapmıyorlardı. Neden yapmıyorlardı? Çünkü kafaya koymuşlardı: Darbe yapacaklardı.


“Bekliyorlardı: Anarşi biraz daha artsın, ölümler biraz daha çoğalsın, çatışmalar biraz daha alevlensin ki darbe için meşru bir neden ortaya çıksın. Beklediler, beklediler,
beklediler. Hepimizin ‘İllallah’ dediği anda darbeyi yaptılar. ‘Oh be’ duygusunun perde arkası budur.”


12 Eylül’ün eksik teşhiri

Bunların hepsi doğru... 12 Eylül’ün gerçek teşhiri işte bu “perde arkası” üzerinden yapılmalıydı...

Yalnız dikkat ederseniz “yapılmalıydı” dedim, “yapılmalı” değil. Çünkü şimdi yapılmasının fazla bir anlamı yok. Artık çok geç.

Ya da şöyle söyleyeyim: Bizim gibi köşe yazarlarının falan şimdi bu faslı açmasının maalesef hiçbir etkisi olmayacak. Belki dava bu yönde ilerlerse ve savcılar bu “perde arkası”nı gösterebilirlerse, o zaman iş değişebilir.

Davanın açıldığı günlerde şöyle yazmıştım:


“Kanaatime göre davanın açıldığı bugün dahi ‘cuntacılar yargılansın’ talebinin arkasında Arjantin, Şili ya da Yunanistan’dakine benzer güçlü bir kamuoyu desteği yok ve bunun baş müsebbibi de 12 Eylül’den hesap sorma talebini on yıllar boyunca yanlış bir zeminde yürüten sol...”

Sol’un 12 Eylül’ü 12 Eylül sonrasıyla mahkûm etmeye çalıştığını, bunun da “eksik bir teşhir” olduğunu düşünüyorum. İddiam o ki, 12 Eylül’ün yanlışlığı, haksızlığı, fenalığı konusunda sokaktaki insanı ikna etmenin yolu 12 Eylül’ü 12 Eylül öncesiyle mahkûm etmekten geçiyordu.

Sol zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek... Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.

Referandum günlerinde şöyle yazmıştım:


“12 Eylül öncesinde ortaya çıkan kaotik ortam halk üzerinde öyle büyük bir korkuya yol açmıştı ki, insanlar, gelecek herhangi bir şeyin ondan daha kötü olmadığına inanır hale gelmişti. Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (‘istikrarı?’) sağlayan kuvvete çok geniş bir kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.


“Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardı: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...


“12 Eylül’cülerin teşhirinde olağanüstü önemi olan bu hakikatin propagandasına hemen hemen hiç itibar edilmedi. Bunun bir sürü nedeni olabilir. Bence asıl neden, böyle yapıldığı takdirde 12 Eylül öncesindeki ‘devrimci mücadele’nin anısının zarar göreceği kuşkusuydu.”

Böyle böyle, geldik bugüne...

Bugün, yukarıda da dediğim gibi dava sürecinde, 12 Eylül’cülerin darbelerinin meşruiyet kaynağı olarak gösterdikleri “12 Eylül öncesi”nin bizzat onlar tarafından yaratılmış bir sahne olduğu gösterilebilir.

Bu yapılabilirse okurları Ahmet Hakan’a mesaj atmaktan vazgeçebilir, aksi takdirde mesajlar devam edecektir..

***


NOT.
Yıllık iznimi kullanmak üzere yazılarıma bir süre ara veriyorum.

Alper Görmüş, Taraf

20.04.2012

Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (3)

 

Alper Görmüş, Taraf

17.04.2012

Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (2)

Bir düzeltmeyle başlayacağım...

Salı günkü yazımda “gazetecinin, zihnindeki bir bilgiyi kontrol etmeden kullanması” diye özetleyebileceğim bir gazetecilik tuzağına düştüm: Yazımın temel iddiasına halel getirmese de, Balyoz davasının en önemli delillerinden biri olan 11 No’lu CD’nin kayıp harddiskinin, Gölcük’teki Donanma binasında yapılan aramada (6 Aralık 2010), istihbarat biriminin döşemelerinin altında gizlenmiş yeni Balyoz belgeleri arasında bulunduğunu yazdım.

Oysa zihnimde kalana güvenmeyip iddianameye tekrar göz atsaydım, bu bilginin doğru olmadığını görecektim.

Peki, o koşulda, yazmakta olduğum diziyi kaleme almaktan vaz mı geçecektim? Ya da “11 No’lu CD’deki zamanlama çelişkilerini Balyoz’cuların bilinçli bir şekilde yaratmış olabilecekleri” şeklindeki iddiamı öne sürmeyecek miydim?

Hayır, yazdığım her şeyi yine yazacaktım, çünkü 11 No’lu CD’nin yazıldığı harddiskin Gölcük’te ortaya çıktığı doğru değildi ama, o CD’nin bir kopyasının (1 No’lu CD) orada ele geçirilen çuvalların içinden çıktığı gerçekti.

Dikkat edilirse, geçen yazımda, iddiam açısından taşıdığı öneme rağmen 11 No’lu CD’nin kopyasının Gölcük’te ele geçirildiğinden hiç söz etmedim. Çünkü bu bilgi bir biçimde zihnimden uçmuş, yerine “Gölcük’te 11 No’lu CD’nin yazıldığı harddisk bulundu” bilgisi geçmişti.

Fakat dediğim gibi: Geçen yazıya oturmadan önce kontrol edip bilginin doğrusuna ulaşsaydım dahi, o yazıda ileri sürdüğüm bütün iddiaları yanlış bilgi (“11 No’lu CD’nin yazıldığı harddisk Gölcük’te ele geçirildi”) üzerinden değil, doğru bilgi (“11 No’lu CD’nin kopyası Gölcük’te ele geçirildi”) üzerinden yine öne sürecektim.

Şimdi sırasıyla geçen yazıda yanlış bilgiyi hangi bağlamda kullandığımı; yazıda dile getirdiğim temel iddiamın ne olduğunu ve nihayet yaptığım hatanın temel iddiama neden halel getirmediğini bu defa kopya CD üzerinden anlatacak, ardından da geçen yazıda bıraktığım noktadan konuyu işlemeye devam edeceğim.
 

 


11 No’lu CD’nin kopyasının Gölcük’ten çıkmasının anlamı...

Ben, 6 Aralık 2010’da Gölcük’te yeni belgeler bulunana kadar, işaret edilen zamanlama çelişkilerinin 11 No’lu CD’nin sonradan üretilmiş olduğu iddiasına çok ciddi bir argüman sağladığını düşünüyor, bunu da yazılarımda belirtiyordum.

Fakat ne zaman ki “sonradan üretilmiş” denen CD’nin aynısı (1 No’lu CD) başka ve yeni belgelerle birlikte Gölcük’teki zulada ortaya çıktı, o zaman 11 No’lu CD’nin darbecilerin öz malı olabileceğine dair kanaatim güçlendi.

Çünkü, bu yeni bulguyla birlikte, “zamanlama çelişkileri” mevzuunu tartışan herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir sonuç çıkıyordu ortaya, o da şuydu: 11 No’lu CD’yi kimler üretmişse, 1 No’lu CD’yi de aynı kişiler üretmiştir.
 

 


Neden “bir ihtimal daha olmalı” diye düşündüm?

Bu mecburi kabulün, “11 No’lu CD bir çete tarafından sonradan üretilmiştir” tezini savunanları tarifsiz bir zorluk içine soktuğu çok açıktı. Çünkü iddialarını sürdürebilmeleri için, Gölcük’te askerî istihbarat şubesinin tabanına gömülmüş olarak bulunan çuvalların sahibinin de “çete” olduğunu söylemeleri gerekecekti. Nitekim tastamam öyle yaptılar.

Buna inanmak isteyen inanabilir, fakat ben bu kadarını artık zekâma hakaret sayıp, 11 No’lu CD’deki zamanlama çelişkileriyle, CD’nin darbecilerin öz malı olduğu kabulünü uyumlu hale getirecek bir “model” geliştirdim.

Modelim, “Bir çete, 2009’da oturup 2003’e dair bir darbe senaryosu yazdı” iddiasını öne sürenlerin “çetecilere” atfettikleri sahtekârlığın aynısını Balyoz darbecilerinin uygulamış olabilecekleri esasına dayanıyordu...

Nasıl ki onlar, “Çete, bilgisayarda hazırladıkları her dosyanın üst verilerini manuel olarak değiştiriyor, gerçekte 2009’da üretilen bir dokümanı 2003’te üretilmiş gibi gösteriyordu” diyorlarsa, ben de şunu diyordum:

“11 No’lu CD darbecilerin öz malıdır. Darbenin hafızasını her daim taze tutmak için CD’deki dosyalarda yer alan bilgileri sürekli güncelliyorlardı. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın tarihini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Ki böylece, ola ki belgeler deşifre olduğunda, ‘zamanlama çelişkileri’ni öne sürerek ‘her şey sahte, her şey senaryo’ iddiasını öne sürebilsinler...”

 


Doğan ve Rodrik ne yazdılar?

Görüldüğü gibi, benim “model”im bir iddia olarak meşruiyetini 2010’un ocak ayında Taraf’a ulaştırılan Balyoz belgelerinin ikiz kardeşlerinin aynı yılın aralık ayında Gölcük’te ele geçirilmesinden alıyor.

Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in yazımın yayımlandığı gün bloglarında bana verdikleri cevapta sadece “bu bilgi yanlış” deyip başka bir şey dememeleri ve öne sürdüğüm “model”in ne olduğundan hiç söz etmemeleri de doğrusu çok anlamlı geldi bana.

Öyle yaptılar, çünkü onlar da gayet iyi biliyor ki 11 No’lu CD’nin yazıldığı harddiskin Gölcük’te bulunduğu şeklindeki bilgi, evet yanlıştır ama, bu, dile getirdiğim ihtimali dıştalamaz. Doğan ve Rodrik, “Alper Görmüş’ün uyduruk bilgi üzerine inşa ettiği yazısı” başlığını kullanmışlar ama eleştirilerinde “uyduruk bilgi” üzerine neyi “inşa” ettiğime hiç değinmemişler.

Oysa, hazır bilginin “uyduruk” olduğu sabitken, onun üzerine “inşa edilen” iddiayı da aktarıp muhatabınızı iyice “rezil etmek” münasip olmaz mıydı?

Acaba diyorum, böyle yapılmamasının nedeni, “inşa edilen” şeyin telaffuzundan duyulan rahatsızlık olabilir mi?

Benim, “Balyoz’daki zamanlama çelişkileri” üzerine kaleme aldığım eski bir yazıma ikilinin tepkisini hatırladığımda, bu soruya “olabilir” cevabını veriyorum.

Size de anlatayım...
 

 


“Çelişkiler” üzerine eski tartışma...

28 Aralık 2010 tarihli yazım, salı günü de ifade ettiğim gibi, benim savcıların zamanlama çelişkilerine mutlaka “teknik” bir açıklama getirmek zorunda oldukları yönünde yazılar yazdığım dönemin (yani Gölcük buluntuları öncesi dönemin) son yazısıydı. O dönemde, “darbecilerin, ellerindeki bazı listeleri güncellerken bilgisayarın tarihini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlamış olabilecekleri” gibi bir düşünce aklımın ucundan bile geçmiyordu. Nitekim 28 Aralık 2010 tarihli yazıda da şöyle demiştim:

“Bildiğim kadarıyla, savcılar bu tuhaflığı ‘arşivlerin sürekli olarak güncellenmesi’yle açıklama eğilimindedirler... Yani şöyle düşünüyorlar: Balyoz belgeleri 2009’dan sonraki bir tarihte ‘çalındığında’, listeler o günün taze bilgilerini içerecek şekilde ‘update’ edilmişti zaten.”

Hemen ardından “Neden o dosyaların üstverilerinde ‘update’ edildikleri tarihler değil de 2002-2003 tarihleri var” sorusunu soruyor, “zamanlama çelişkileri”nin “güncelleme”yle açıklanamayacağını savunuyordum.

Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in aynı gün bloglarında bana verdikleri cevaptaki şu satırlar o zaman beni çok şaşırtmıştı:

“Görmüş’ün tezine inanacak olursak (...) Tüm bu belgeler 2009 senesinde ‘çalınmadan evvel’ CD’ye kaydedildikleri zaman, CD’lerin oluşturulma tarihi geriye alınıyor ve CD’lere günün tarihi yerine 2003’teki plan seminerinin tarihi yazılıyor.”

O dönemde aklımın ucundan bile geçmeyen, dolayısıyla yazılarımda imâ bile etmediğim bir “ihtimal” nasıl olmuştu da Doğan-Rodrik ikilisi tarafından dile getirilmişti. Ben bugün bunu bir tür lapsusla (beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi) açıklayabiliyorum ancak.

Bir ilginç nokta da şuydu bana verdikleri cevapta: İkili, öne sürdüğümü öne sürdükleri iddiayla ilgili herhangi bir yorumda bulunmuyorlar, sadece “Bu tuhaf senaryo gerçekleşmiş olsa dahi, belge ve CD’lerin üstverileri değiştirilmiş olduğundan ve belgelerin gerçekte ne zaman en son kaydedildiğini yansıtmadığından hukuki olarak delil kabul edilmeleri zaten mümkün değil” demekle yetiniyorlardı.

Balyoz davası sona yaklaşırken, 11 No’lu CD’deki zamanlama çelişkilerinin darbeciler tarafından bilinçli bir biçimde oluşturulduğu ihtimalini öne sürmek, bunları, “11 No’lu CD’nin sonradan üretildiği” tezinin temel dayanağı olarak sunanların konforunu fena halde bozmuşa benziyor.

Ben şahsen verdiğim bu rahatsızlıktan dolayı hiç üzgün değilim!

NOT. Gördüğünüz gibi geçen yazının sonunda vaat ettiğim şey bir sonraki yazıya kaldı... Orada da dediğim gibi: Önümüzdeki yazıda, zamanlama çelişkilerinin zorunlu olarak “çete”yi ve “sonradan üretilmiş deliller”i işaret ettiği iddialarının taşıdığı zayıflıklar üzerinde duracak ve böylece öne sürdüğüm ihtimali tahkim etmeye çalışacağım.

Alper Görmüş, Taraf

13.04.2012

Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (1)

Balyoz davasının en önemli delili sayılan 11 No’lu CD’de yer alan zamanlama çelişkileri, baştan beri kamuoyunu meşgul eden en önemli noktalardan biri oldu.

Davanın bir numaralı sanığı Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dany Rodrik, CD’de çok sayıda “zamanlama çelişkisi” saptadılar ve bunları, birlikte yazdıkları blogda kamuoyuna duyurdular. Ciddi, cevaplanması gereken iddialardı bunlar; çünkü CD’nin hazırlandığı öne sürülen 2002 sonu- 2003 başında var olmadıkları kesin olan bazı dernek, gazete, firma vb. 11 No’lu CD’de yar alıyordu... Düşünün; 2003’te oluşturulan bir CD’de, diyelim 2005’te faaliyete geçmiş bir gazete, ya da çok daha sonra adı değişmiş bir firmanın yeni adı yer alıyor! Böyle şeyler...

Doğan ve Rodrik’e göre, zamanlama çelişkileri, belgelerin bir çete tarafından sonradan (2009’da) üretildiğini gösteriyordu.

Bugün dahi belgeler arasında yeni zamanlama çelişkileri bulunup kamuoyuna açıklanıyor, Ergenekon ve darbe davalarına “soğuk” gazeteciler sütunlarında bunları tekrar ederek kamuoyunun zihnindeki kuşkuların daha da derinleşmesine yardımcı oluyorlar.

Ne var ki sözünü ettiğim gazeteciler bu işi yaparken derin bir bilgisizlikle hareket ediyorlar. Bugün bile 11 No’lu CD’nin dışarıda bir yerlerde bir “çete” tarafından herhangi bir bilgisayarda kaydedildiğini zannediyorlar. Bugün bile 11 No’lu CD’nin kaydedildiği harddiskin 6 Aralık 2010’da Gölcük Donanması’nda yapılan aramada İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün döşemesi altındaki gizli bölmede bulunduğunu bilmeden yazıyorlar.

O nedenle, Balyoz davasındaki zamanlama çelişkilerini ele alacağım bu yazıda konuya dair temel noktaları da hatırlatıp özetlemeye çalışacağım.
 


Güncelleme savunması ve üstveriler meselesi

Zamanlama çelişkileri etrafında dile getirilen iddiaların neredeyse tümünün TSK’da zaten tutulan ve sürekli olarak güncellendiğini bildiğimiz listelerle alakalı olması, “listeler sonraki tarihlerde güncellendiği için, 2003’te var olmayan ya da adı sonradan değişen dernek, gazete, firma vb. de Balyoz belgelerinde yer alıyor” izahını güçlendiriyor. (Mehmet Baransu Taraf’ta yazmakta olduğu Balyoz dizisinde “güncelleme”nin TSK’da rutin bir iş olduğunu, bizzat TSK mensuplarının konuşmalarından derlediği çok sayıda örnek üzerinden bir kez daha gösterdi.)

Fakat bu izah, güncelleme yapılan dosyaların üstverilerinin (tarih, kullanıcı adı, vb.) nasıl olup da 2003’e ait üstveriler olarak kalmaya devam ettiğini açıklayamıyor. Öyle ya, dosyanın her yenilenmesinde (ya da her güncellemede) tarihin ve kullanıcı adının da otomatik olarak değişmesi, yenilenmesi gerekirdi.

Doğan, Rodrik ve başkaları işte bu noktadan kalkarak, “Bir sahtekârlar çetesi var, bunlar 2009’da oturup 2003’e dair bir senaryo yazmışlar” iddiasını öne sürüyorlar.
 

 


Gölcük’ten önce, Gölcük’ten sonra

Ben, elimizde 11 No’lu CD’nin olduğu, fakat onun üretildiği bilgisayarın ve harddiskin olmadığı; dolayısıyla tartışmaların sadece CD üzerinden yürütüldüğü Aralık 2010 öncesinde, iddiaların ciddi olduğunu ve bunların savcılar tarafından mutlaka izah edilmesi gerektiğini belirten yazılar kaleme almıştım. O dönemde son sözüm şöyleydi:

“Bu zamanlama çelişkileri, mahkemeyi, belgelerin sonradan ‘üretilmiş’ olduğuna karar vermeye sevk edebilecek kadar ciddidir; meğerki savcılar bunların nereden kaynaklandığını izah edebilsinler... İşin uzmanları, buradaki muammayı açıklayacak yegâne şeyin, o yıllardaki harddiskler olduğunu söylüyorlar... Savcılar şimdi bunların izini sürüyor olmalılar.” (Taraf, 28 Aralık 2010)

Savcılar, o harddiske 6 Aralık 2010’da ulaştılar... O tarihte bir ihbar üzerine Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’nda arama yapıldı ve İstihbarat Müdürü Binbaşı Kemalettin Yakar’ın (şimdi Balyoz davasında tutuklu) odasındaki döşemenin altında oluşturulmuş gizli bölmede yeni belgeler ele geçirildi. Ele geçirilenler arasında bir de harddisk vardı; bir süre sonra onun, meşhur 11 No’lu CD’nin yazıldığı harddisk olduğu anlaşılacaktı. (Sonradan o da kendince bir şöhret geliştirecek, 5 No’lu harddisk adıyla yüzerce habere konu olacaktı.)

Yani Türk Silahlı Kuvvetleri’nin canına okumak için “sahte” bir CD hazırlayan çete, o CD’yi oluşturdukları harddiski Donanma’nın kalbine, istihbarat biriminin döşemelerinin altına gömmüşler, orada saklıyorlardı.

Bu yeni bulgu, 11 No’lu CD’nin sahte olduğu ve çete tarafından hazırlandığı iddialarına ölümcül bir darbe indiriyor, CD’nin darbeciler tarafından hazırlandığı şeklindeki savcılık iddiasını güçlendiriyordu. Öyle ya, suç aletlerini Donanma’nın istihbarat biriminde saklamaları için “çete”nin deli olması gerekirdi.
 

 


“Harddiski oraya ‘çete’ gizlemiştir”

İşte o noktadan itibaren 11 No’lu CD’nin “made in Balyoz” olduğu, güncellemelerin de bizzat darbeciler tarafından yapılmış olduğuna dair kanaatim daha da güçlendi. Çünkü öbür ihtimali kabul etmek imkânsız gibi bir şeydi.

Ne var ki, CD’deki dosyaların üstverilerinin hâlâ 2002’yi ve 2003’ü işaret etmesindeki muamma varlığını sürdürüyordu. Ben, işte tam bu noktada, yazının başlığında ifade ettiğim gibi “bir ihtimal daha var” dedim ve başka bir izah geliştirdim... Fakat onun ne olduğunu söylemeden önce, 11 No’lu CD’nin yazıldığı harddiskin Donanma’nın kalbinde ortaya çıkmasını Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in nasıl karşıladığına bakalım. (Bunu gerekli gördüm, çünkü benim biraz sonra dikkatinize sunacağım izahımı oluşturmada onların yazdıklarının da payı var.)

Doğan ve Rodrik’in “çete” iddialarının mantıksal tutarlılığı ancak şu varsayım altında devam edebilirdi: Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgeleri de aynı “sahtekârlar çetesi” üretmiş, oraya yerleştirmiş ve ardından da savcıya ihbar etmiştir.

Nitekim Doğan ve Rodrik de bu tuhaflığı bloglarında aynen böyle izah ettiler:

“Şimdi Gölcük’e gelelim. Burada olan nedir? Gene bazı gerçek belgeler sahte belgelerle paketlenip, bu sefer dışarı sızdırılacağına içeride saklanmıştır. Kim yapmıştır bunu? Besbelli, çetenin donanma komutanlığındaki işbirlikçisi ya da işbirlikçileri. Bu olabilir mi? Niye olmasın? Çetenin 1. Ordu’da işbirlikçileri varsa donanma komutanlığında da olmasına şaşırmamak gerekir.” (“Balyoz Davası ve Gerçekler” blogu, 21 Ocak 2011)
 

 


İstihbaratçı Binbaşı: “Çuvalları oraya ben koydum”

Koyu bir çaresizlik duygusuyla kaleme alınmış olan bu “çözümleme” bir süreliğine de olsa iş gördü. Çünkü nihayetinde “teorik olarak” geçerli bir ihtimale işaret ediyordu: “O harddiski oraya ‘çete’ koymuştur” tezini ampirik olarak çürütebilmeniz, yani “çete”nin koymadığını gösterebilmeniz için onu oraya kimin koyduğunu gösterebilmeniz gerekir.

Sonunda o da oldu. Sözkonusu belgeler ve meşhur 5 No’lu harddisk odasının döşemesinin altında bulunan İstihbarat Müdürü Binbaşı Kemalettin Yakar, Gölcük belgelerine dair davanın üçüncü duruşmasında (11 Ocak 2012), dokuz çuval içinde bulunan belgeleri döşemenin altına bizzat kendisinin sakladığını söyledi. Yakar ilave olarak, 11 No’lu CD ve diğer dijital belgeleri çuvallar sonradan açıldığında, savcılık sorgusunda gördüğünü belirtti.

Yani şunu imâ ediyordu Kemalettin Yakar: “Benim gizlediğim çuvallarda CD’ler yoktu, onları çuvalların içine sonradan birileri tıkıştırmış olmalı...”

Bu hikâye bana çuvala sığmayan mızrakların anlatıldığı meselleri anımsatıyor ama, hiç kuşkusuz Yakar’a inananlar da olacaktır; Pınar Doğan ve Dani Rodrik gibi...
 

 


Bir ihtimal daha var...

Geldik Balyoz belgelerindeki zamanlama çelişkilerinin izahına... İki ihtimal var...

Birinci ihtimal: Doğan ve Rodrik’in deyimiyle “ordu içindeki sahtekârlık çetesi” 2009 civarında 5 No’lu harddiski kullanarak 11 No’lu CD’yi üretti, CD’yi kendine alıp harddiski sonra bir ihbarla ortaya çıkarmak üzere parke altına sakladı. Bu arada, bütün o salakça zamanlama hatalarını da yapmış oldular.

İkinci ihtimal: 11 No’lu CD de, 5 No’lu harddisk de darbecilerin öz be öz malıdır. Darbenin hafızasını her daim taze tutmak için bilgileri sürekli güncelliyorlardı. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın saatini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Ki böylece, ola ki belgeler deşifre olduğunda, zamanlama çelişkilerini öne sürerek “her şey sahte, her şey senaryo” iddiasını öne sürebilsinler.

NOT. Cuma günü, zamanlama çelişkileri ve “çete” iddialarındaki mantıksal tutarsızlıklar üzerinde duracak ve böylece öne sürdüğüm ihtimali tahkim etmeye çalışacağım.

Alper Görmüş, Taraf

10.04.2012 

Bu dizinin ilk iki yazısında, Balyoz davasındaki meşhur 11 No’lu CD’deki zamanlama çelişkilerinin bir istihbarat yanıltmacası olabileceğini öne sürmüş, şöyle demiştim:


“11 No’lu CD darbecilerin öz malıdır. Darbenin hafızasını her daim taze tutmak için CD’deki dosyalarda yer alan bilgileri sürekli güncelliyorlardı. Yeni bir bilgi girdiklerinde ise bilgisayarın tarihini bir istihbarata karşı koyma tekniği çerçevesinde manuel olarak eskiye ayarlıyorlardı. Ki böylece, ola ki belgeler deşifre olduğunda, ‘zamanlama çelişkileri’ni öne sürerek ‘her şey sahte, her şey senaryo’ iddiasını öne sürebilsinler...”

İddiamın meşruiyetini esasen, Taraf’a ulaştırılan belgeler arasında yer alan 11 No’lu CD’nin kopyasının (1 No’lu CD) Gölcük’teki İstihbarat Şubesi’nin döşemelerinin altındaki gizli bölmede bulunmuş olmasından aldığını söylemiştim.

Fakat bu iddiayı öne sürerken dayandığım bir başka meşruiyet kaynağım daha var: 11 No’lu CD’deki “zamanlama çelişkileri”nin zorunlu olarak “çete”yi ve “sonradan üretilmiş deliller”i işaret ettiğine dair iddianın taşıdığı zayıflıklar...

Şimdi sıra onlara geldi.


Zamanlama çelişkilerine neden hep “listeler”de rastlanıyor?

İddianın zayıf yanlarından biri şu: Bu türden zamanlama çelişkileri hep Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) zaten tutulan ve sürekli olarak güncellenen birtakım listelerde bulunuyor. Öyle olunca da, zamanlama çelişkilerini “Darbenin hafızasını sürekli taze tutmak için TSK’da üretilen listelerin güncellenmesiyle” açıklayanların elleri güçleniyor.

Oysa bu çelişkiler, davanın delilleri arasında yer alan birtakım “düz” metinlerde de gösterilebilseydi, onlara dayanarak “çete” suçlamasında bulunmak çok daha ikna edici olabilirdi.

Aslında “zamanlama çelişkileri”nde böyle bir dönem de yaşadık... Özellikle, Balyoz darbe girişiminin temel belgesi sayılan “Balyoz Güvenlik Harekât Planı”ndaki (BGHP) kimi zamanlama çelişkileri, o dönemde bazı gazetecileri çok heyecanlandırmıştı.

BGHP’nin içinde zamanlama çelişkisi bulmak ve böylece onun “sonradan üretilmiş” olduğunu “ispatlamak” amacıyla gerçekleştirilen kazı çalışmasından devşirilen argümanlar önce Pınar Doğan ve Dani Rodrik’in bloglarında, ardından birlikte kaleme aldıkları Balyoz adlı kitapta ve nihayet bazı köşe yazarlarının “vay canına!” efektli yazılarında yer aldı.

Bu çelişkilerin içinde “en güçlüler” olarak sivrilen ikisi gazetelerin ve köşe yazarlarının gözdesiydi. Ben, o günlerde kaleme aldığım yazılarda ikisinin de geçersizliğini göstermiştim. Zaten uzun bir zaman önce BGHP içinde “zamanlama çelişkisi” bulma çabasından vazgeçildi ve TSK’da sürekli olarak tutulup güncellendiğini bildiğimiz “listeler”deki zamanlama çelişkileri üzerine yoğunlaşıldı.


BGHP’deki zamanlama çelişkileri...

Balyoz darbe planının temel belgesinde yer alan ve bir zamanlar üzerinde fırtınalar kopartılan iki “büyük” zamanlama çelişkisinin ne olduğunu hatırlayalım...

Bunlardan ilki önce Doğan ve Rodrik’in bloglarında, ardından internet sitelerinde yer aldıktan sonra 3 Ağustos 2010 tarihli Milliyet’te birinci sayfa haberi olarak zuhur etti: “Balyoz’da ‘Ege Ordusu’ bilmecesi...”

Ayrıntılarda da şunlar vardı:


“Aralarında muvazzaf subay ve generallerin de bulunduğu 196 kişi hakkında dava açılmasına dayanak olan ve 2002 yılında hazırlandığı ve 2003 yılında düzenlenen toplantıda ele alındığı öne sürülen ‘Balyoz Güvenlik Harekât Planı’ adlı belgede ‘Ege Ordusu Komutanlığı’nın da adı yer alıyor. Fakat bu komutanlığın adı 2007 yılına kadar ‘Ege Ordu Komutanlığı’ idi. Yani planın hazırlandığı dönemde ‘Ege Ordu Komutanlığı’ olarak geçen birimin adı beş yıl sonra değiştirilmiş olan haliyle; ‘Ege Ordusu Komutanlığı’ olarak yer aldı.”

Yani: Bu Balyoz Güvenlik Harekât Planı denen belge 2007’den sonra hazırlanmıştır, yani kurgudur.

Haberi okuyunca ilk iş olarak Google’a girdim, arama butonuna “Ege Ordusu Komutanlığı” yazdım ve adının 2007’de resmen böyle değiştirilmesinden önce de komutanlığın zaman zaman bu adla anılıp anılmadığını kontrol ettim. Yarım saat içinde derlediğim bilgiler hiç fena değildi:


Anadolu Ajansı
’nın 2006 şûra atamalarını duyurduğu bir haberinde (Hürriyet ve Sabah, 4 Ağustos 2006): Milli Savunma Bakanlığı’nın web sitesinde yayınlanan bir ihale ilanında (30 Eylül 2005): Hakkı Devrim’in Radikal’deki iki makalesinde (22 Eylül 2002 ve 15 Mayıs 2004) Ege’deki ordunun adı “Ege Ordusu Komutanlığı” diye geçiyordu.

Daha da ilginci, 2004’te “Ege Ordu Komutanı” olan Orgeneral Hurşit Tolon’un, başında bulunduğu komutanlıktan “Ege Ordusu Komutanlığı” diye söz etmesiydi.

Böylece bu tez çökmüş oluyordu.

BGHP içinden gösterilen ikinci “çelişki” ise ilk bakışta daha da çarpıcıydı...


“2005’teki konuşma, 2002’deki metinde ne arıyor?”

BGHP içinde bir de mini ekonomi programı yer alıyordu. Doğan-Rodrik ikilisi, bu programın ulusalcı-İslamcı-askerci (garip ama gerçek) bir iktisatçı olan Haydar Baş’ın 2005’teki Milli Ekonomi Kongresi’nin kapanışında yaptığı konuşmayla taşıdığı büyük benzerliklere dikkat çektiler ve yine aynı sonuca vardılar: 2005’te yapılmış bir konuşma 2002’de oluşturulduğu söylenen bir belgede yer alamayacağına göre, belge 2005’ten sonraki bir tarihte oluşturulmuştur, yani bir “sahtekârlar çetesi”nin işidir.

İddia ciddiydi, BGHP belgesini inceleyen askerî bilirkişi, iki metin arasında tam 25 paragraflık bir benzerlik saptayınca daha da ciddi bir hâl almıştı.

Gerçekten de neredeyse birebir aynıydı paragraflar...

Ben ne yaptım? Oturdum, bu 25 paragrafı karşılaştırdım ve şu iki noktayı saptadım:


Birincisi
: Benzerlik taşıyan 25 paragrafın tümü 2002 sonrasına referansı olmayan paragraflardı. Oysa 2005’teki konuşmanın (ki 100 paragraf civarındaydı) öbür bölümlerinde 2002 sonrasına referans veren paragraflar vardı.


İkincisi
: 2005 tarihli konuşmadaki bazı rakamlar, BGHP içindeki karşılıklarının güncelleştirilmiş halinden ibaretti. Şunlar gibi:

2002 tarihli Balyoz Güvenlik Harekât Planı: “Ülkemizin iç ve dış borçları 250 milyar doları bulmuş, yeraltı ve yerüstü kaynakları yabancılara satılmış, ülke yönetimi IMF, Dünya Bankası ve AB’ye teslim edilmiş, üretim neredeyse sıfırlanarak...”

2005 tarihli konuşma: “Ülkemiz, iç ve dış borçları 400 milyar dolara baliğ olmuş, ekonomi yönetimi IMF’ye teslim edilmiş, üretimini nerdeyse sıfırlamış...”

2002 tarihli Balyoz Güvenlik Harekât Planı: “Günümüzde kapitalist sömürü yönteminin adı ve adresi uluslararası şirketlerdir. Dünya ticaretinin yüzde 60’ı 500 büyük şirketin elindedir.”

2005 tarihli konuşma: “Yeni dünya düzeninde sömürü yönteminin adı ve adresi uluslararası şirketlerdir. Dünya ticaretinin yüzde 65’ini 500 büyük şirket denetlemektedir.”


Bir “çete” bu kadar salak olabilir mi?

Şimdi: İddia edildiği gibi, bir “çete” 2009’da oturup 2002-2003’e dair bir “darbe senaryosu” yazdıysa ve yine iddia edildiği gibi hazırladıkları temel belgede 2005’te yapılmış bir konuşmayı kullandılarsa, rakamlardaki bu “düzeltme”yi nasıl açıklayacağız?


“Çete”
şöyle mi akıl yürütmüştür: “Biz 2005’teki bu konuşma metnini kullanıyoruz ama, ona sanki 2002’de yazılmış süsü verebilmemiz için a) 2005’e dair rakamları 2002’ye göre düncellemeliyiz...’ Ayrıca, 2002 sonrasına referans veren bütün rakamlardan da arındırmalıyız.”

Niye ki? Sözünü ettiğimiz şey altı üstü iki sayfalık klişe bir ulusalcı ekonomi deklarasyonu değil mi ki “çete” oturup kendi metnini yazmamış da, ona harcayacağı zamanı, metni “düncellemeye” ayırıp, tuzak kurmaya çalıştıklarının eline bu kadar büyük bir koz vermiş?

Bu saçmalığı siz de zekânıza hakaret sayıyorsanız, size iki alternatifli bir izah getireceğim, artık hangisini isterseniz:


a)
Haydar Baş 2005’teki konuşma metnini, 2002’den önce yazdığı bir metni genişletip güncelleyerek oluşturmuştur. Balyoz darbecileri de 2002’de onun ilk versiyonundan yararlanmışlardır.


b)
Balyoz darbecilerinden biri, oluşturdukları “ekonomi programı”nı 2002-2003’ten sonraki bir tarihte Haydar Baş’a iletmiştir. O da metindeki eski rakamları güncelleyerek ve birtakım ilaveler yaparak 2005’te konuşma metni haline getirmiştir. (Nasıl olsa gizli belge, kim bilecek?)

Haydar Baş’ın askerlerle muhabbetini düşündüğümüzde insanın aklına başka ihtimaller de geliyor ama, bunlara şimdilik girmeyelim.

***


NOT.
Cuma günü, belgelerdeki zamanlama çelişkilerini “çete”yle açıklamaya çalışmanın öteki zayıflıklarından söz edecek ve bu diziyi bitireceğim.



Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.