Avrupa Birliği > İrlanda'nın imkânsız Türkiye misyonu

İrlanda'nın imkânsız Türkiye misyonu
İrlanda'nın Avrupa Birliği dönem başkanlığını devralması Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine nasıl yansıyacak?

Avrupa Birliği'ne (AB) 1973 yılında üye olan 4,5 milyon nüfuslu İrlanda 1 Ocak'tan itibaren 6 aylığına birliğin dönem başkanlığını devralıyor. İçinde bulunduğu malî krizinden kurtulmak için Uluslararası Para Fonu-Avrupa Birliği-Avrupa Merkez Bankası troykasının kontrolü altında 2011 yılında 85 milyar euro borç alan bu küçük Avrupa ülkesinin dönem başkanlığının üç temel hedefi var: AB'nin 2014-2020 uzun vadeli bütçesi konusunda mutabakat sağlamak, 13 Aralık 2012 tarihinde AB liderleri tarafından kararlaştırılan bankacılık denetim mekanizmasının hayata geçirilmesi çalışmalarına başlamak ve Euro bölgesi ülkelerinin ekonomi politikalarını birbirine yakınlaştırmak. Son birkaç yıldır AB gündeminin tamamen geri planına itilmiş olan genişleme süreci politikaları İrlanda'nın önceliği değil ancak Dublin, resmi ağızdan, bu konuyu da "heyecanla" ele alacağını söylüyor. Özellikle de Türkiye ve Sırbistan için.

İrlanda'nın Avrupa İşleri Bakanı Lucinda Creighton "Dönem başkanlığımızda Türkiye'nin katılım sürecine ivme kazandırmak istiyoruz" diyor. AB Türkiye'nin en büyük ticaret ortağı olduğu için AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin önemli olduğunu söylüyor. İrlandalı bakan AB ve İrlanda'nın içinde bulundukları ekonomik krizin Türkiye'nin AB sürecine "olumsuz yansımayacağı" görüşünü de savunuyor.

"En az bir başlık açmayı hedefliyoruz"

İrlanda, İngiltere gibi AB'nin genişleme sürecini hararetle destekleyen ülkelerden. Ancak İrlandalı bakan Creighton geçen yıl bakan olmadan önce muhalefet üyesiyken Türkiye'nin üyelik perspektifi hakkında bambaşka görüşler dile getirmiş, "Türkiye'nin üyeliğinin AB içinde güç dengelerini ve İrlanda gibi küçük ülkelerin ekonomilerini olumsuz etkileyeceğini" söylemiş, kısa ve orta vadede üyeliğin söz konusu dahi olmadığını savunmuştu. Bunu da bir yere not etmek gerekiyor.

İrlanda'nın ve kurum olarak AB'nin gelecek altı aylık misyonu aslında çok net: Kıbrıs Cumhuriyeti dönem başkanlığında iyice soğuyan AB-Türkiye ilişkilerinin, yani katılım müzakereleri sürecinin hâlâ devam ettiği izlenimi yaratmak. Bunun için de yeni müzakere fasıllarının açılmasını sağlamak gerekiyor. AB Konseyi kararları, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Fransa tarafından değişik nedenlerle bloke edilmiş fasıllar bir yana, açılabilecek fasıllardan "en kolay" olanı veya olanlarının açılabilmesi için uğraşacak İrlanda dönem başkanlığı. İrlanda hükümeti işin siyasi zorluklarının farkında olduğundan şimdilik "en az bir başlık açmayı hedefliyoruz" şeklinde temkinli konuşmayı tercih ediyor. Dublin, fasıl açmanın yanı sıra, 2007 yılında bu yana "aday ülke" sıfatıyla AB zirvelerine davet edilmeyen Ankara'yı bu zirvelerden birine yeniden davet etmek gibi sembolik bir adım da atabilir.

Ankara umutlu görünüyor

Öte yandan Ankara da resmi olarak İrlanda dönem başkanlığından epey umutlu görünüyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İrlanda dönem başkanlığı sırasında AB ile ilişkilerde "yeniden bir canlanma olabileceği kanaatinde olduğunu" söyledi. Türkiye'nin AB Bakanı Egemen Bağış ise İrlanda dönem başkanlığını "AB ile ilişkilerde dönüm noktası" olarak değerlendirerek Dublin üzerinde baskı oluşturma amaçlı iddialı bir mesaj gönderdi. Fakat Türkiye AB konusunda geçtiğimiz yılların Türkiyesi değil. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun geçtiğimiz günlerde Finlandiya'da özellikle Kıbrıslı Rumları hedef alarak söylediği "Türkiye'nin zayıflayacağı ve AB üyeliği için yalvaracağını sanıyorlar. Hiçbir zaman yalvarmayacağız. Eğer entegrasyon olacaksa adilane biçimde olmalı" ifadeleri Ankara'nın AB üyeliğini eskiden olduğu gibi bir "olmazsa olmaz" meselesi gibi görmediğinin göstergesi.

Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da yine geçtiğimiz günlerde AB ile katılım müzakerelerinde bloke edilen fasıllara karşılık Ankara'nın kendi kurallarıyla hareket etmeye başladığı mesajı verdi ve hangi fasılların açılacağı konusunda "a la carte" seçim yaptıklarını söyledi. Ankara örneğin, AB Konseyi'nde onaylanıp açılış kriteri belirlenen "Sosyal Politika ve İstihdam" başlıklı faslın, "bugün için Türkiye'nin çıkarlarına aykırı" olduğu gerekçesiyle açılmasına sıcak bakmıyor. Egemen Bağış, demokratikleşme konusunda adım atılmasını isteyen AB'ye, Türkiye'nin Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üyeliklerini unutarak, "Önce yargı ve temel haklar faslını açın" mesajı gönderiyor. Türk vatandaşlarının Schengen bölgesine vizesiz seyahat edebilmeleri konusunu ilişkilerin temel parametresi haline getiriyor. Elbette Türk hükümetinin AB'ye karşı bu kadar rahat konuşmasının ardında Türk toplumunun AB'ye olan inancının dibe vurmuş olması yatıyor. Bir diğer deyişle, AB Türk toplumunda siyasi planda prim yapmıyor artık. Burada da başlıca sorumluluk Ankara'nın gelecekteki olası üyeliği hakkında esas söz sahibi olan Almanya ve Fransa'ya düşüyor.

Almanya ve Fransa'nın yaklaşımları

Almanya'da Başbakan Merkel'in partisi ve hükümeti iç siyasi kaygılar nedeniyle Ankara'nın üyelik sürecine karşı olduğunu saklamıyor. Ancak Almanya Türkiye'nin katılım müzakereleri sürecinde komşu Fransa'ya oranla daha akıllı bir politka gütmekte ve heyecanla bu süreci savunmasa da müzakere başlıklarını kendisi bloke etmemekte. Merkel, geçtiğimiz haftalarda Erdoğan ile Berlin'de yaptığı görüşme paralelinde, bu durumu "Biz Türkiye ve Almanya olarak bu konudaki görüş ayrılığımızla beraber yaşamayı öğrendik ve iyi ilişkilere sahibiz" şeklinde özetledi.

Fransa'da iktidarı Mayıs 2012'de terk eden Sarkozy yönetimi de Ankara'nın üyelik perspektifi önüne koyduğu engeli anlatabilmek için "Türkiye ile hemfikir olmadığımız konular üzerinde hemfikiriz" formülünü icat etmişti. Mayıs 2012'de iktidarı devralan Sosyalist lider François Hollande ve ekibi ise şu anda Fransa'nın yeni Türkiye politikasını hazırlamakla meşgul. Türkiye'yi Fransa'da pazarlamak olağanüstü zor olduğundan Hollande ve Fransız diplomasisinin işi oldukça zor. Türkiye'nin 12 Eylül 1980'den kalma "insan hakları ve demokrasisi sabıkalı ülke" imajı eskisi gibi olmasa da devam ediyor. Fransız medyasında Türkiye'de özellikle medya özgürlüğü ihlalleri konusunda çıkan haberler Ankara'ya yardım edici türden değil. Diğer yandan Fransa, Almanya'nın aksine, Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Ermenistan ile çok daha sıkı siyasi ilişkilere sahip. Fransa ayrıca Avrupa'nın sayıca en yoğun ve siyasi olarak en etkin Ermeni diasporasını topraklarında barındırıyor. Kürt sorunu da şu an iktidarda olan Sosyalist Parti ile diğer Fransız sol partilerinin "sahiplendikleri" bir sorun olma özelliğine sahip. Gelişen Türk pazarında daha fazla pay kapmak isteyen Fransız iş dünyası da büyük ölçüde bu nedenlerden ötürü Türkiye'nin AB üyelik sürecinde ön plana çıkmamayı tercih eder görünüyor.

Buna karşılık Hollande yönetimi ve Fransız diplomasisi Ankara ile sancılı ilişkileri biraz olsun rayına oturtmak niyetinde. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, Suriye krizi örneğinde olduğu gibi Fransa'nın stratejik çıkarlarının olduğu bölgelerde Ankara ile ortak hareket edilmesi gerektiğine inanılıyor. İkincisi, ekonomik kriz ortamında Fransız şirketlerinin AB dışında yeni pazarlar fethetmesi gerekiyor. Bu pazarların başında da Türkiye gibi yükselmekte olan ülkeler geliyor. Türkiye'de tek başına nükleer enerji ihalesi kapamayacağını anlayan Fransa şimdi yeni ihaleye bir Japon firmasıyla girmeyi planlıyor. Üçüncü olarak da AB rayından çıkmış bir Türkiye'nin yaratabileceği sorunlar. Paris kulislerinde AB rayını terk etmiş bir Türkiye'nin birçok konuda AB ülkeleriyle stratejik işbirliğinden kaçınabileceği ya da her konuyu "kendi çıkarları ölçüsünde" ele alıp karar vermeyi yeğleyebileceği düşünülüyor. Bu da sadece Fransa değil diğer AB ülkeleri için de Türkiye'nin ne olursa olsun bir şekilde AB ile beraber yürüyen bir ülke haline getirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarıyor.

Yeni statü yaratılması olasılığı

Euro ve borç krizleri AB'nin bu şekliyle kurumsal olarak devam edemeyeceği ve yeniden yapılanması gerekliliğini ortaya döktü. AB'nin oldum olası "sorunlu çocuğu" olan İngiltere birlik içindeki varlığını sorgular hale geldi. Bu nedenle AB kulislerinde şimdi İngiltere gibi, AB içinde Brüksel'e daha fazla egemenlik devretmeyi reddeden ama AB ekonomik alanı içinde kalmak isteyecek ülkeler için yeni bir statü yaratılması olasılığı konuşulmaya başladı. Türkiye, bazı Balkan ülkeleri, Ukrayna ve hatta Kafkas ülkelerinin de günün birinde bu çembere alınmaları gelecekte gündeme gelebilir. Bu tartışmanın 2014'teki Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde yapılması, "popülist partilerin eline koz geçer" korkusuyla, pek istenmiyor.

Tüm bunlar İrlanda dönem başkanlığının boyunu kat kat aşan türden tartışmalar elbette. Avrupa Komisyonu'nun Türkiye'yle ilişkilerin normal biçimde devam ettiğini göstermek için yoktan icat ettiği "pozitif gündem" ile katılım öncesi müzakere süreci artık AB-Türkiye ilişkilerinde belirleyici unsur olmaktan çıkmış durumda. İrlanda dönem başkanlığı sırasında kaç başlık açılırsa açılsın ilişkilerin temel sorunsalı yanıt bulmuş olmayacak. "Kıbrıs sorunu" dahi ikincil bir sorun haline gelmiş durumda. AB-Türkiye ilişkilerinde bugün top AB'nin sahasında. AB gelecekte ne olacağına karar veremediği sürece "Türkiye konusu"nun da netliğe kavuşması beklenmemeli.

dw.de, 30.12.2012

Konu ile ilgili sayfalar...
3/31/2017 - Avrupa Birliği Brexit stratejisini açıkladı...
3/28/2017 - Gürcüler vizesiz Avrupa'da ...
3/25/2017 - AB'nin 60'ıncı doğum günü ...
3/11/2017 - AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Hahn: Türkiye’ye bazı mali yardımlar durduruldu ...
3/1/2017 - Avrupa Konseyi: Türkiye otokrasiye sürükleniyor ...
Bütün başlıklar için tıklayınız