Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Ekonomik Gündem > "Tarım, tarımı konuşarak çözülmez"

"TARIM, TARIMI KONUŞARAK ÇÖZÜLMEZ"

Mehmet Altan, Türkiye’deki tarım politikalarını Değerlendirirken, “Tarım, tarımı konuşarak çözebileceğiniz bir şey değil” diyor. Asıl meselenin ‘dünyalılaşmak’ olduğunu söyleyen Altan, bunun içinse tarım burjuvazisi Oluşturabilmenin önemine dikkat çekiyor.

Dünya ve insanoğlu var olduğu andan bu yana toprak ile insanın ilişkisi devam ediyor. Zaman değişirken yaşanılan çağın öncelikleri de farklılaşıyor. Buna rağmen toprak değerini kaybetmiyor. Günümüzdeki yeni dünya düzeni ise üretimin sadece toprağa bağlı tarım toplumu anlayışından çok daha ileride… Bilim ve teknolojinin önem kazandığı çağımızda, toprak ile ilişkimiz kopmuyor ama değişiyor…

Her daim ekmeğini ‘toprak’tan çıkarmayı başaran Anadolu’nun günümüzde tarımı ile dünyada nasıl söz sahibi olabileceğini ise gazeteci- yazar ve İktisatçı Prof. Dr. Mehmet Altan ile konuştuk. “Tarım, tarımı konuşarak çözebileceğiniz bir şey değil” diyen Mehmet Altan, konuya daha derin bir açıdan bakma taraftarı…

Asıl meselenin ‘dünyalılaşabilmek’ olduğunu söyleyen Altan bu durumu şöyle açıklıyor: “Batı’da feodal yapı vardı. Osmanlı’da ise toprağın sahibi padişahtı. Bu yüzden tarihsel olarak, büyük topraklar, büyük üretim, rasyonel optimal bir işletmecilikten mahrum kaldık. Örneğin İngiltere çıkardığı yasa ile 12’nci yüzyılda toprak bölünmesinin önüne geçmiş. Türkiye, 2013 yılında bunu hâlâ yapamıyor. Aradaki farkı dünyalılaşarak kapatırız.”

Tarım burjuvazisinin önemine dikkat çeken Altan, bunun toplumsal iradeye bağlı olduğunu
ifade ederek, “Köylü tarımsal zenginleşmeyi isteyecek refl ekse sahip olmalı. Bu refl eks ise
demokrasi, insan hakları ve hukuktan geçiyor” diyor.

Mehmet Altan, tarımsal kalkınmanın yollarını da şöyle sıralıyor: Parçalanmış arazilerin verimli
hale gelebileceği büyüklüğe eriştirilmesi, arazilerin piyasa için üretim yapabilecek hale gelmesi ve dünyada para kazandıracak bir ürün politikasının olması…

Türkiye ve dünya ekonomisinde tarımın yeri ve önemi nedir?

Bu konuyu zihniyet ve tarım olarak ayırmalı. İnsanlık tarihinin sosyolojik, dolayısıyla da
ekonomik olarak yaşayageldikleri aşamalar var. Bu aşamaları, Türkiye’yi göz önünde tutarak
özetlemek gerekir. İnsanlık, tarım devrimi yaparak yerleşik hale geldi. Bu devrim, feodalite ile çok gerilerde kaldı ve sanayi devrimiyle aşıldı. Bugün ise sanayi devrimi de aşılarak bir sonraki çağ idrak ediliyor. Bu açıdan toprağa bağlı ve sadece topraktaki ürün üzerinden varolan, hayatı toprak üzerinden üretim yapmak olarak algılayan, buna göre şekillendiren tarım toplumu çok gerilerde kaldı. Eğer bunu gerilerde bırakmamışsanız, hâlâ zihniyetiniz tarıma ve toprağın verimine, insan toprak ilişkisine dayalı bir evredeyse, bunun ortaya çıkardığı en büyük mahzur; insanlığın gitmekte olduğu çizgiyi ve geldiği aşamaları idrak etmekteki zorluğunuz, uyum göstermekteki yetersizliğiniz, insanlıkla aranızdaki mesafeyi kapatmaktaki güçlüğünüzdür. Toplumdaki tarım kesiminin nüfus ağırlığını daha ziyade bu açılardan değerlendirmek gerekir.

Yani sanayi devrimi aşılabilmiş mi? Toplum, sanayi devrimi sonrası çağa geçebilmiş mi? Bahsettiğiniz çağ değişiminden tarım nasıl etkileniyor?

Tarımı ortadan kaldırmıyor ama çok az bir nüfus ile bütün toplumun ihtiyacı olan verimi sağlıyor. Bununla da yetinmiyor, fazla ürün vererek bir de ihracatı garantiliyor. Örneğin dünyada tarımın en büyük ihracatçısı Hollanda... Amerika ile yarışıyor. Hollanda’nın 60 milyar dolarlık ihracatı var ve bu ihracatı 600 bin kişi ile yapıyor. Tarım sonrası dönem yaşanırken, tarımdan az nüfusla nasıl verimlilik sağlanabileceğinin en somut ve güncel örneğini oluşturuyor. Hollanda’yı ölçü ve çizgi alarak konuşursak, Türkiye’nin bulunduğu nokta daha net ortaya çıkar.

Değişen dünyada insanlar ve ülkeler tarımdan nasıl yararlanıyor? Tarımdan yararlanma şekli ne yönde değişiyor?

Tarımın özünde zenginlik yaratma açısından zorluklar vardır. Çok yeni teknolojik gelişmeler var ama bunun bir sınırı olması gerekli. Tarımsal ürünler ve tarım sektörü, insanın yaşamasında, toplumun beslenmesinde, varlığını sürdürmesinde çok önemli bir unsur… Mesela AB’de işler öyle bir noktaya geldi ki, ürün fazlası vermeye başlayınca AB’nin ortak tarım politikası, ürünü azaltıp, çiftçilere de doğa bekçiliği, peyzaj mimarlığı gibi daha yaşam kalitesini yükselten görevler verdiler. Onun için ihtiyacımız olanı sağlayabilen teknolojik gelişme, buna uygun az bir nüfus ve mümkün olduğunca katma değerli üretim anlayışı olmalı… Yeryüzü yeni bir çağ olan küreselleşmeyi yaşıyor. Sanayi dönemleri, ulus devletler geride kalıyor ve toplumlar gelişiyor.

21’inci yüzyılın dört temel karakteristiği var. Birincisi altta kalanların yukarıya çıkmaları… Kadınların öne doğru hamle yapmaları… Diğer ikisi ise ekoloji ve internet… Bu altta kalanların yukarı hamlesi, ezilmiş ve yok sayılmış kitlelerin gittikçe yukarıya doğru yürümeleri sosyolojik olarak orta sınıfl arın varlığını çoğaltıyor, konumlarını pekiştiriyor. Çok nüfuslu gelişmekte olan ülkelerin orta sınıflarında muazzam bir gelişime ve değişime yol açıyor. Amerikalıların yaptığı araştırmaya göre, 2020’ye kadar dünyadaki orta sınıfl arda 1 milyar 600 milyonluk bir gelişme olacak. Orta sınıfların nüfusu önümüzdeki yedi yıl içinde artacak ve bu artışın 600 milyonu Çin’de ortaya çıkacak. Orta sınıfl ar arttıkça yaşam biçimleri, kültürleri, tüketim adapları da değişecek. Dünyada şu an demire büyük ihtiyaç var. Çünkü kırlardan kentlere doğru gidiyorlar. Beslenmede tarıma talep artıyor. Küreselleşmenin mecburen insanları geliştirme zorunluluğu olduğu noktada, orta sınıfl arın gelişme aşamasında, tarım da yeniden daha önemli ve kilit anlayışa taşınıyor. Ama özü değişmiyor, önemi artıyor.

Türkiye’de bu zamana kadar uygulanan tarım politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhuriyetin tarıma bakışı köylü köyde kalsın, biz de kentlerde yaşayalım anlayışıdır.

Tarımı dönüştürme, modernleştirme, tarımda bir kapitalizm ve çağın tekniklerini uygulama, üretimi arttırma, gereksiz gizli işsizliği ortadan kaldırma ve kentleşmeden ziyade böyle bir anlayış olduğu için, cumhuriyet tarihinde sorunların olduğu gibi kaldığını görürsünüz. Bu sorunların başında fazla nüfus, parçalanmış toprak, pazar içinde değil, boğaz tokluğuna yapılan üretim geliyor. Nüfus artışıyla, Turgut Özal’ın reformlarıyla ve dünyadaki değişimle bu anlayışın uygulanma zorlukları ortaya çıktı ve bugün Türkiye nüfusunun yüzde 23’ünü oluşturan 17 milyon 200 bin kişi kırsalda, yüzde 77’si ise kentlerde yaşıyor. Tabii Güneydoğu’daki kanlı iç savaş da bunu kışkırttı. Nüfus hareketleri açısından artık insanlar, köylere kilitlenemez bir noktaya geldi. Ama bu sosyolojik değişim tarımda bir akılcılığı, zenginliği ve temel zorlukları aşmayı henüz sağlayamadı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan her yüz kişiden biri tarımda çalışır. AB’de her yüz kişiden dördü tarımda çalışır. Bizde son rakamlar itibarıyla çalışan her yüz kişinin 25’i tarım sektöründe… Üstelik bunların çok büyük kısmı gizli işsizdir. Yani tarımda çalışan büyük bir kesimi çekip aldığınızda, üretimde azalma olmaz. Gizli işsizler, çalışıyor gibi görünen ama üretime faydası olmayan, aile yanında ücretsiz çalışanlardır. Ama çalışan nüfus içerisinde çok büyük bir kalemi tutar. Toprak açısından baktığınız vakit, bizde 3 milyona yakın işletme vardır. Bu, kibar bir laf… Yoksa etrafı çalı çırpı ile donatılan bir tarlaya da ‘işletme’ adını veriyoruz. Türkiye’deki tarım arazilerinin ortalama büyüklüğü 5 hektardır. Bu durum, arazilerin piyasa için tarım yapılamayacak kadar bölündüğünü gösterir. Yani evim
var diyorsun, aslında bir gecekondun bile yok.

Cumhuriyet tarihinde, isimleri tarımla öne çıkan Adnan Menderes ve Süleyman Demirel’in tarıma katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Onlar seçim dönemi sadece köylüye para verdiler. Hâlâ sulanabilir arazilerin hepsinin sulanmadığı bir Türkiye’den bahsediyoruz. Süleyman Demirel köylüydü; ama bu, köylülüğü tasfiyesi için bir neden olmadı. Köylülüğü mevcut yapı içinde tutmaya ve devam ettirmeye yönelik bir anlayışı benimsedi, tarımı modernleştirmedi. “Bir siyasi, ne verirse beş lira daha fazla veririm” dedi. Buradan bir tarım politikası, modernleşmesi, akılcılık, ekonomi çıkmaz. Buradan oy satın almak çıkar. Olup biten buydu.

Köylünün yaşam standardının yükselmesi için köy enstitüleri işe yaramadı mı?

Tarımsal kalkınmanın iki temel yolu var. Birincisi parçalanmış arazilerin verimli hale gelebileceği yani optimal verim alınabilecek bir büyüklüğe eriştirilmesi. İkincisi piyasa için üretim yapabilecek hale gelmesi. Bir başka çözüm yolu da, üretimle dünyada para kazanacak bir ürün politikasının olması.
Bunlar olmadığında bir anlamı yok.

Türkiye'nin şu anki tarım politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aktif nüfusun yüzde 25’i tarımda çalışıyor ama toplam üretime katkısı yüzde 8. Çok büyük bir kalabalık var ama üretim az… Bu yapı değişmediği vakit, diğer konuşmalar siyasi…

Peki nasıl değişir?

Batı’da feodal yapı vardı. Osmanlı’da ise toprağın sahibi padişahtı. Köylüye, bir çift öküzün sürebileceği yer kadar kullanım hakkı verirdi. Tarihsel olarak, büyük topraklar, büyük üretim, rasyonel optimal bir işletmecilikten mahrum kaldık. İngiltere 12’nci yüzyılda bir baba öldüğü vakit toprak sahibiyse, toprağın mülkiyetinin büyük oğlana geçeceğine dair bir yasa çıkarmış ve böylece o dönemde toprak bölünmesinin önüne geçmiş. Türkiye 2013’te bunu hâlâ yapamıyor. Aradaki farkı dünyalılaşarak kapatırız. İsviçre’nin medeni kanununda toprakların parçalanmasını engelleyen bir yasa var. İsviçre Medeni Kanunu’nu tercüme ederken, Kantonların Medeni Kanunu’nu tercüme etmek yerine merkez medeni kanunu tercüme ettiğimiz için, hukuksal olarak toprakların parçalanmasını atladık. Kopya çekerken atlanılan ayrım, tarımın daha da korkunç bir hale gelmesine neden oluyor.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanımız miras hukukunda değişiklik için yoğun şekilde uğraşıp duruyor. 10 yıldır ihtiyacı olan yasayı çıkaramadı. Topraklarımız parçalanmaya devam ediyor. Bu değişikliğin olabilmesi için tarımda akılcılığı, zenginleşmeyi, nitelikli üretimi isteyecek bir irade olması gerekiyor. Bir başka problem de, yaşlı nüfus köyde kalıyor, gençler gidiyor. Tarımın yeryüzü standartlarında üretim yapıp, zenginlik katıp, refah getirmesi için nitelikli gençlerin tarımda var olması lazım.

Nasıl bir politika izlenmesi gerekiyor?

Sanayide AB’ye uyum politikası ile Gümrük Birliği’ne girdiğimiz vakit ihracatımız arttı, mallar çeşitlendi. Türkiye, tarımda da aynı adımları atsa, rasyonalizasyon, akılcılık ve verim gelir. Sanayinin konusuna giren sütçülük gibi birtakım ürünlerde bu tip adımlar atılıyor ama tarım bizim uyum politikalarımız içinde değil. Ben olsam, AB’ye derhal tarımı da sokarım.

Türkiye piyasa belirlemek ve ürününü pazarlamak konusunda dünyada ne kadar etkili?

Buna en güzel örnek, fındık. Dünya şampiyonuyuz fakat piyasayı biz belirlemiyoruz. Adamlar geliyor, Karadeniz’de canımıza okuyor. Bizim böyle becerilerimiz yok. Çünkü tarım burjuvamız yok. Aynı zamanda gelişkin sermaye sahibi unsurlarımız da yok. Fiyatı bizim belirleyebileceğimiz alanlarda bile başkaları söz sahibi…

Bunun önüne nasıl geçilebilir?

Toplum gereken noktaya gelmedikçe, bu konular iyi niyetle olabilecek işler değil. Dünya nasıl yapıyorsa öyle yapılmalı. Benim ömrümü ortaya koyduğum hedefim ve tüm arzum, dünyalılaşmak… Bu şekilde kazanırız. Dünyalaşmak için de akılcı bir mantığa, evrensel bir hukuka ihtiyaç var. “Tarım nasıl düzelir?” çok güzel bir soru ama asıl mesele dünyalılaşmak… Fındıkta dünyanın en büyük üreticisi olarak fiyat koyamamak zaten durumu gösteriyor.

Potansiyelimiz yüksek olmasına rağmen neden Hollanda’nın başarısını yakalayamıyoruz?

Potansiyelimiz aklımız ama onu kinetik hale getirecek bir toplumsal irade yok. Verimli topraklar var. Ancak Türkiye, 6 milyon 100 bin tarım çalışanı ile 15 milyarlık ihracat yapıyor. Hollanda 600 bin kişiyle 60 milyar dolar ihracat yapıyor. Türkiye’nin 10 milyarlık tarım ithalatı var. Buğdayı dışarıdan alıyoruz… Çünkü henüz sulanabilir arazilerin yarısını suluyoruz. Biz tarımda zenginleşmek istemiyoruz ki... İstesek bile zenginleşmeyi hayatın bir parçası haline
getirebilecek bir toplumsal gücümüz yok. “Türkiye’de sulanabilir arazilerin hâlâ yarısı sulanabiliyor” diye bir toplumsal miting görmedim. Taban fiyatları ile ilgili gördüm. Destekleme alımları ile ilgili gördüm. Ama tarımın niteliğini dönüştürecek yapısal reformların talebi olarak hiçbir toplumsal talep görmedim. Mesela mevsimlik işçi konusunda kimse ağzını açmıyor. Güneydoğu’daki çaresiz insanlar fındık toplamak için günde 30 liraya binlerce kilometre yol gidiyorlar. Tuvaletleri dahi olmayan yerlerde yaşıyorlar. Tarım zenginlik vermiyor. Mecburen de köylerden kentlere göç ediyorlar. Tarım, tarımı konuşarak çözebileceğimiz bir iş değil.

Göç olgusu Türkiye toplumunu ve kültürünü nasıl etkiledi?

Bu konuya iki ayrı kırılma noktasından bakmak lazım. Amerika 1950’lerde bize ihtiyacımızdan o kadar yüksek oranda traktör sattı ki, hiçbir dilde buna ‘kentleşme’ diyen bir kelime bulamazsın. Çünkü kentleşme, sanayileşme ile beraberdir, özdeştir. Bizde böyle bir sanayileşmenin dışında kentlere göç olduğu için, traktör fazlalığı 80’lerden sonra Güneydoğu’daki insanlarımızı göçe zorlayan tehcir politikası oluşturdu. Türkiye sanayileştiği oranda kırlardan adam çekmedi. Suni nedenlerle, kente giden insanlar orada köyü yaşadı. Biz sanayileşmenin türevi olarak kentleşmeyi yaşamadık. Onun için de köylülük kentleri esir aldı. Benzeşmeye çalıştırmak kasabanın âdetidir. Kentli olmanın
tanımı yadırgamamaktır. Birisini yadırgıyorsanız kentli değilsiniz. Sizin gibi olmayanı yadırgamadığınız vakit ‘kentliyim’ diyebilirsiniz. Benzeşme ile demokrasi ters orantılıdır.

Tarımda bilimsel araştırmalar konusunda ne durumdayız? Birçok ziraat fakültemiz var…

Toplumsal talep olmadığı için başarılı değiliz. Örneğin İsrail, Türkiye’ye kısır domates tohumu ihraç ediyor. O tohumun bir kilosu ile altının bir kilosu eş değerdir. Üç, dört kez ürün alırsın ama o ürün kısır olduğu için yeniden ekilemez. Üniversiteler dünyanın parçası olmalı. Bilimle siyasetin arası açıldığı vakit o toplum kurtulamaz. Senin sorularının özü evrenselleşme ile yerel kalma arasındaki kavgadır. Herkes burayı bir garsoniyer olarak kullanmak istiyor. Dünyanın bir parçası haline getirmek istemiyor. Dünyalaşmanın önündeki engelleri kaldırmak gerekiyor. Bu da insan haklarıdır, demokrasidir, akılcılıktır, dünya sermayesini Türkiye’ye çekmektir.

Türkiye'de İktidar Dergisi

04.09.2013 
 

Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.