Gündem

 Deniz Feneri Balyoz Harekat Planı
 Demokratik Açılım İrtica Eylem Planı
 Siyasi Gündem Ergenekon
 Ekonomik Gündem 

 Gündem > Demokratik Açılım > Altıncı yılında Kürt açılımı

Altıncı yılında Kürt Açılımı / 1

GİRİŞ: “Erdoğan altı yıl önce beyaz sayfa açtık” demişti

Hükümet, adı en nihayet “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne dönüşen “Kürt açılımı”na startı ne zaman verdi? Bu sorunun ilk akla gelen cevabı, 2 Ağustos 2009 Pazar günü Ankara Polis Akademisi’nde, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 15 gazeteci ve akademisyenle bir araya geldiği “Türkiye Modeline Doğru” başlıklı çalıştay olacaktır. Halbuki gerçek start için, yine bir Ağustos ayına, fakat 2005 yılına gitmemiz gerekiyor.

 Nerdeyse her yaz geldiğinde olduğu gibi 2005 yazında PKK, tek taraflı ilan etmiş olduğu ateşkesi bir kez daha bozmuş ve ülke yeniden bir çatışma ortamına sürüklenmişti. Bu kötü gidişe müdahale etmek isteyen bir grup aydın, 150 imzalı bir bildiriyle silahların susması çağrısı yaptı. Türkiye aslında Kürt sorunu söz konusu olduğunda bu tür aydın inisiyatiflerine sıklıkla tanık olmuştu ve bunların hemen hiçbiri olumlu anlamda somut gelişmelere kapı aralayamamıştı. Fakat bu sefer beklenmedik bir şey oldu, hükümet aydınlarla görüşme kararı aldı.

Kimlerin aracı olduğu, ne tür tartışma ve zorluklar çıktığı ve bunların nasıl aşıldığı gibi ayrıntıları bir kenara bırakalım. Sonuçta dönemin CHP Lideri Deniz Baykal’ın randevu vermediği aydın grubu 10 Ağustos 2005 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi. Heyetin sözcüsü, İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Gencay Gürsoy’du. Grupta yazar Adalet Ağaoğlu, gazeteciler Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan Coşkun, Oral Çalışlar, Mustafa Karaalioğlu, Nuray Mert, Hakan Tahmaz, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Mazlum-Der eski Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, işadamı Osman Kavala, araştırmacı Tayfun Mater vardı.

Erdoğan’ın yanındaysa, dönemin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, dönemin Devlet Bakanı Beşir Atalay, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, dönemin TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış, milletvekilleri Ömer Çelik, Hüseyin Besli, İhsan Arslan, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Fendoğlu, Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu Başkanı Vahit Bıçak, başbakan danışmanları Nabi Avcı, Yalçın Akdoğan ve Akif Beki yer aldı.

Her iki tarafın da son derece memnun ayrıldığı bu görüşmenin ardından Başbakan Erdoğan “beyaz sayfa” açtıklarını ve tüm sorunları demokrasi içerisinde çözeceklerini söyledi. Bu buluşmadan iki gün sonra Toplu Konut Anahtar Teslim töreni için Diyarbakır’a gitti ve konuşmasının büyük bir kısmını Kürt Sorununa ayırdı.

Siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “işaret fişeği” olarak tanımladığı bu konuşmayı AKP’nin Kürt açılımının gerçek startı olarak görebiliriz. Fakat birçok nedenle bu süreçte ciddi sorunlar, kesintiler, geri dönüşler, sil baştanlar, yeniden başlamalar yaşandı. İşte bu yazı dizisinde 10 Ağustos’ta masanın her iki yanında yer alan isimlerle o buluşmayı ve son 6 yılda yaşananları değerlendireceğiz.

‘Yüzleşmeden hiçbir sorun çözülmez’

Büyük heyecanla başlayan ancak sonra kesintilere uğrayan ‘Kürt açılım’nın işaret fişeği 2005’te Başbakan tarafından Diyarbakır’da atıldı. Erdoğan bundan iki gün önce ise Başbakanlık’ta bir grup aydınla Kürt sorununu tartışmıştı. Altı yıl sonra iki tarafındakiler gelinen noktayı değerlendiriyor. İlk değerlendirme Yalçın Akdoğan’dan.

10 Ağustos 2005 buluşmasında Başbakan Erdoğan’ın yanındaki isimlerden biri siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’dı. Son seçimlerde Ankara’dan AK Parti milletvekili seçilen Akdoğan o buluşmayı, iki gün sonraki Diyarbakır konuşmasını ve Kürt açılımının 6 yıllık serüvenini Vatan için değerlendirdi:

KİLOMETRE TAŞI: Başbakanımız Sayın Erdoğan’ın büyük önem taşıyan Diyarbakır konuşması bir ‘milat’ değil, önemli bir ‘kilometre taşı’dır. Kürt meselesiyle ilgili çalışmalar Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi şeklinde bir takdim yapılmasından çok önce başlamıştır. 2001’de kurulan AK Parti’nin parti programında, 2002’de iktidara gelen AK Parti’nin hükümet programında bu sorunun çözümüne yönelik bakış açısı ortaya konulmuştu. Açılım çalışmaları, konjonktürel bir gelişme değil, AK Parti’nin siyaset anlayışının ve felsefesinin bir gereğidir. Bunun temeli de demokrasi, hak, hukuk, refah ve güvenliktir. Gerek AB’ye uyum çerçevesinde, gerek terörle mücadele kapsamında birçok adım atılmış, önemli reformlar hayata geçirilmişti.

REFORMLAR: Hükümet, terör örgütünün eylemlerini azalttığı durgunluk döneminde demokratik reformları hayata geçirerek ve ekonomik, sosyal, diplomatik, psikolojik hamleler yaparak terörizm sorununu sonlandırmaya çalışıyordu. Ayrıca Kürt meselesinin çözümü yönünde ciddi bir paradigma değişikliğine gidiyor; ayrımcı, inkarcı, yok sayan anlayışı ortadan kaldırıyordu.

KİMSE BEKLEMİYORDU: Başbakanımızın Diyarbakır konuşması, soruna dikkat çeken bir nevi işaret fişeğiydi, nitekim arkasından Demokratik Açılım çalışmaları geldi. O günkü talihsizlik, konuşmanın yapıldığı ortamın konuşmanın içeriğine denk düşmemesiydi. TOKİ’nin inşa ettiği konutların arasındaki bir bahçede gerçekleşen törende kimse siyasi bir çıkış beklemiyordu. Açılıştaki vatandaşlar, tarihi önemde bir konuşmaya şahitlik ettiklerini o anda anlamamışlardı. Konuşma sonradan büyük yankı uyandırdı. Bu konuşma bir tür yüzleşme mesajı veriyordu. Başbakanımız, büyük devletlerin, büyük milletlerin kendisiyle yüzleşerek, geleceğe yürüme özgüvenine sahip olması gerektiğini vurgulamıştı. Yüzleşmeden, hiçbir sorun çözülemez. Doğru teşhis, doğru tedavi için şarttır. Başbakanımız o gün, sorunu biliyoruz ve çözme yönünde özgüvene sahibiz diyordu. Maalesef 2005’teki açılış töreni, bu söylemin önemini yansıtacak bir görkeme ve coşkuya sahip değildi. Ancak programdaki özellikle bayanların konuşmaya tepkisi çok olumluydu. Sanki kadınlar, sorunu yüreklerinin derinliklerinde daha fazla hissediyorlardı. Nitekim sonrasında açılım süreci “Analar ağlamasın” sloganıyla yürütüldü.

MHP VE BDP: Açılım, sorunu büyütmedi, sorunun fark edilmesini ve gerçekçi bir şekilde çözülmesini sağlamaya çalıştı. Maalesef açılım süreci, toplumsal psikolojinin hazır olmaması sebebiyle biraz zorlandı. Hem çözüme karşı olan kesimler, hem de çözümden yanaymış gibi görünüp sorunun sürmesini isteyen kesimler süreci sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hükümet adeta yalnız bırakıldı. MHP’nin hamaseti ile BDP’nin aşırılıkları karşılıklı olarak birbirini besledi. Demokratik Açılım sürecini Türkiye’nin selameti, birlik ve bütünlüğü için hayati bir konu olarak algılayıp ulusal bir duyarlılıkla hareket etmek yerine, herkes taş koymanın gayreti içinde oldu. PKK terör eylemleriyle süreci sabote etti, BDP hırçın ve tahripkâr söylemleriyle toplumu ajite etti, MHP ‘bölünüyoruz’ hamaseti yaparak toplumu gerdi. Neticede Türkiye zaman kaybetti, enerji kaybetti. Buna rağmen AK Parti demokratik adımlara devam etti, devlet-millet kaynaşmasını sağlamak için sosyal restorasyon çalışmaları sürdürdü.

HALK DESTEKLEDİ: Nitekim 12 Haziran seçimlerinde ulaşılan başarı milletimizin bu politikaları takdir ve tasvip ettiğini gösterdi. Başbakanımız hükümet programı konuşmasında seçmenin iki mesaj verdiğini, birincisinin yeni anayasa, ikincinin Milli Birlik ve Kardeşlik Sürecine devam olduğunu vurguladı. BDP, çözümün değil, sorunun parçası olmayı seçti, PKK’nın örgütsel hedef ve amaçlarını çözüm diye dayattı. Demokratik sistemlerde partiler, kendi parti programlarını (veya ütopyalarını) dayatmayla, terörün yardımıyla, topluma ve siyasete rağmen hayata geçirmeye çalışmazlar. Açılım, partiler arası polemik veya çekişme meselesi olarak görülmemeli, ‘bundan kim kazanç sağlar’ diye bakılmamalı. Böyle büyük bir meselenin çözümünde kazanan sadece Türkiye olur.

YENİ ANAYASA: Şimdi önümüzde yeni bir dönem var. Milletimiz bizden yeni bir anayasa yapmamızı, terör ve Kürt meselesi başta olmak üzere kronik sorunları çözmemizi istiyor. Yeni dönemde herkes siyaset tarzını ve üslubunu gözden geçirmeli, daha yapıcı olmalı, diyalog ve uzlaşıya kapılarını sonuna kadar açmalı.

Bugün olsa yine o heyette yer almayı düşünür müydünüz?

10 Ağustos 2005 buluşmasına katılan aydınlardan bazılarına benzer bir inisiyatifin günümüzde söz konusu olması durumunda ne yapacaklarını sorduk. Cevaplarını sunuyoruz.

Nuray Mert

Öncelikle nasıl bir çerçevede olduğuna bakarım. Kendi açımdan samimi bir gayret görürsem, farklı bir takım şeyler yapılmaya çalışılıyorsa kim yaparsa yapsın desteklerim. Ama bugünkü çerçevede asla. Alternatif oluşturmak, Kürtlerin dışında cephe kurmaya çalışılırsa asla. Diğer türlü kim bir şey yaparsa desteklerim.

Ali Bayramoğlu

Kendime biçtiğim rolün sınırları ve meşruiyeti içinde sorunun çözümüne katkıda bulanacak çabaların içinde her zaman yer alırım.

Oral Çalışlar

Bize artık görev düşmez. Bu konuda, en uygun önerinin Kemal Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği, Meclis’te yer alan partilerden seçilerek oluşturulacak, “akil adamlar komisyonu” olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu konuda sadece hükümet karar mercii olmamalı. Diğer partilerle ortak hareket edilmeli. Muhalefet de bu işe katılmalı. Tüm Meclis’in birlikte çalışarak aldığı kararlarda, hükümet adım atarken daha cesur olabilir ve alınan kararlar destek görmüş olur.

Mustafa Karaalioğlu

Her zaman düşünürüm. Çünkü kan akarken hiçbir düşünce insanının böyle bir sorumluluktan kaçabilmesinin mümkün olmadığına inanıyorum. Sorun çözülene ve en azından yaşanabilecek seviyeye getirilene kadar hepimiz elimizi taşın altında tutmak zorundayız.

Tayfun Mater

Bu kritik bir karar. Bir teklif gelirse, koşullara göre değerlendirebilirim. Başkaları adına bir şey söylemek, bir şey yapmak çok zor bir iş. Dikkatli olmak gerekir. Söylenen her şey, her iki taraf için de -savaşan iki taraf olduğunu söyleyebiliriz- etkili oluyor. Kamuoyu söylenenlerden etkileniyor. Gerginlik çıkabiliyor. Bu konuda çalışanların oldukça titiz ve dikkatli olmaları gerekir.

Osman Kavala

2005 yılında AKP hükümetinin Kürt meselesiyle ilgili ciddi bir politika değişikliğine gideceğini tahmin ediyorduk, ümit ediyorduk. Biz de bir sivil girişim olarak bu değişikliğe katkıda bulunmak istedik. O dönemde barışçıl bir çözüm olabileceğine dair mesaj veren pek yoktu, yaptığımız , kamuoyuna umut verecek farklı bir perspektif sunmaktı. Şimdi, durum daha değişik, farklı girişimler oldu, İmralı’da görüşmeler gerçekleşti, bu konular kamuoyunda daha geniş tartışıldı. Şu andaki sorun, bu süreçlerde bir aşınma olması. Siyasi aktörler arasında güven ilişkisi eskiye göre daha da zedelenmiş durumda. CHP’de Kılıçdaroğlu yönetimi ve politika değişiklikleri yeni, olumlu bir faktör. Kılıçdaroğlu’nun Meclis’te bir komisyon kurulması önerisi çok isabetli. Meclis’te AKP, CHP ve BDP arasında ciddi bir diyaloğun başlamasıyla çözüm süreci yeniden canlanabilir. Bu aşamada sivil girişimlerin yapabileceği en anlamlı işin başka ülkelerdeki örneklerin ülkemizde daha iyi bilinmesine ve tartış ılmasına katkı sağlamak olur.

Hakan Tahmaz

Ben zaten bugün benzer amaç taşıdığını düşündüğüm Türkiye Barış Meclisi içersinde ve başka yurttaş inisiyatiflerinde de çalışıyorum. Aslında o girişimin bende yarattığı etki sonrası benzer inisiyatiflerde çalışma başladığımı söylemeliyim. Barışa katkısı olacak her türden çalışmanın ve girişimin için de sonuçlarında bağımsız olarak yer alırım. Ancak bu çabaları siyasal rantta dönüştürmek istenmesine de tavır alırım. Bu konuda hükümetin bu türden girişimleri manipüle edici bazı pratiklerinin toplumda yarattığı algıyı da bu nedenle geçmişten daha fazla hesap ederek pratik geliştiririm. Bu türden kapsamlı ve büyük bir problemin çözümüne katkı sunarken küçük hesapların yapılması anlamsız ve önemsizdir. Sivil yurttaş girişimlerinden siyasal rant sağlama güdüsü kötü bir güdüdür.

Yarın: Nuray Mert, Mustafa Karaalioğlu ve Prof. Vahit Bıçak’tan altı yıl değerlendirmesi

Vatan, 11.08.2011

'Altıncı yılında Krüt açılımı - 2

‘Kürt sorunu herkesin'

Başbakan Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da o ana kadar devlet yetkililerinden duyulmaya alışık olunmayan bir konuşma yapmıştı:

“Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülkede pekçok zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir. İnanıyorum geçmişle yüzleşerek geleceğe yürürken geçmişin davaları ile geleceği ipotek altına almamak mümkündür. İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa ‘Ad koyalım’ diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Çünkü güneş herkesi ısıtır, çünkü yağmur herkes için rahmettir. Çünkü herkes aynı toprağın insanıdır, insanıyız, millet olmak işte budur. Bu sebeple ‘Kürt sorunu ne olacak?’ diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Bu memleketin başka bir meselesini de bana soracak olsalar onlara da şunu derim, o mesele de herkesten önce benim meselemdir.”


Hükümet, “Kürt açılımı”nın startını Erdoğan’ın “beyaz bir sayfa açacağız” dediği aydınlarla yaptığı toplantıda verdi. 2005’in Ağustos’unda Başbakanlık’taki tarihi toplantıda masanın bir yanında aydınlar ve gazeteciler oturuyordu

Masanın karsısında ise Başbakan Erdoğan’ın danışmanları ve kurmayları yer aldı. Kürt sorununun tartışıldığı bu toplantının 6. yılında masanın her iki yanında yer alan isimler o buluşmayı ve son 6 yılda yaşananları değerlendiriyor

‘Atılan adımlara sevinmekle vakit geçirmeyelim’

Bildiriyi kaleme alan aydınlar arasında AKP hükümetine en kolay ulaşabilenlerden biri o tarihte Radikal’de yazan Milliyet yazarı Nuray Mert’ti. Buluşmada epey katkısı olan Mert süreci değerlendirdi

-O buluşma nasıl gerçekleşti?

Her şeyden önce AK Parti iktidarının Kürt meselesinin çözümünde bazı handikapları olabileceğini tahmin edebiliyordum. Yine de AK Parti milliyetçi-muhafazakar çerçeveden biraz sıyrılmıştı ve daha liberal bir yaklaşımı benimsiyordu. Biz de, o dönem, Kürt meselesi konusunda böyle bir imkan, olumlu bir hava sezdiğimiz için hükümetle ilişkiye geçmeyi düşündük. Ben çok aracı oldum. Çünkü o zamanlar arkadaşım olan çok insan vardı. Yokladık ve olumlu cevap aldık. Oldukça hızlı bir geri dönüş aldık. Sonuçta gayet olumlu bir toplantı oldu. Ardından bu tür temasları devam ettirelim istedik. Her dakika Başbakan’la buluşmak manasında değil tabii ki. Biz birtakım çabalar gösterelim, iktidar partisi içerisinde böyle bir imkan olsun istedik. Demokratikleşme talebi olarak benzer toplantılar yapabileceğimizi, partiyle birlikte hareket edebileceğimizi söyledik.

Bizler, o dönem, AKP’nin reklamını yapmakla suçlandık. Sonuç itibariyle biraz öyle olmuş oldu. Ama öyle değil. Ne yapılsa kârdır diye düşünüyorum. İktidar, muhalefet kim olursa olsun, bu tür görüşmeler olumludur. Ama bir sonuç gelmedi. Zaten bu tür süreçler hemen olmaz. Kaldı ki bu konu tek kişiden, Başbakan’dan ibaret değil. Küsme olamaz.

-Geçen 6 yılda Kürt sorununda neler değişti?

Hem iyi, hem kötü yönde değişimler yaşandı. Örneğin 6 yıl önce kendimi tehdit altında hissetmiyordum ama şimdi hissediyorum. Evet Türkiye’de daha çok şey konuşulabiliyor ama bunun maliyetini de düşünmek zorundayız. Kürt meselesini biz bu kadar çok konuşabiliyorsak bunca kaybın verilmiş olması yüzüdendir. Bu maliyetleri mi göze alacağız? AK Parti’ye haksızlık yaptığımızı söyleyenler var. Evet, 2005 adımı, o toplantı, ılımlı birtakım adımlar ve hatta hiç şans vermememe rağmen “Kürt Açılımı“nın telaffuz edilmiş olmasıyla AK Parti bir yol açtı ama ondan sonra o yolu o kadar kapattı ki!

Bazı şeylerin bugün telaffuz edilebiliyor olmasında AK Parti’nin eski statükoyu yıkmış olmasının rolü yok değil. Evet ama bununla yetinemeyiz. Her şeyi AK Parti’nin bu statükoyu yıkmasına bağlayamayız, bağlarsak önümüzü göremeyiz. AK Parti keşke bu önemli meseleyi çözmede başarılı olsa da bütün pirimleri kazansa.

Şöyle bir risk daha var: Yasal olmayan bir sür şey söylenebilir hale geldi. Örneğin Öcalan’la görüşülmesinden bahsedilemezdi, şimdi bahsediliyor. Ama bu iyi bir hal değildir, buna bel bağlanılamaz. Yasallık ile meşruiyet arasındaki makas bol miktarda açıldı. Bu size bir alan sağlayabilir ama yeni bir anayasayla bu makası kapatmak gerekir. Aksi takdirde ortam fazlasıyla yozlaşır ve keyfiliğe alan açılır. Örneğin mevcut terörle mücadele yasasını uygulasanız milyonları içeri almanız lazım. O yasa orda durdukça, siz konuşuyorsunuz, başkası konuşuyor bir şey olmuyor ama sokaktaki ensesinden yakalanıyor. KCK’dan belediye başkanı yakalanıyor. Bunun yasal zemini var. Bunun yolu da belli. Madem ki bunlar aşıldı yasal düzenlemeyi ona göre yaparsın.

Türkiye’deki demokratlar bu kadar eski vesayeti kaldıran, yıkmış bir sivil iktidardan bu kadar temel şeyleri değiştirmesini beklemiyorlar, talep etmiyorlar. Bunun nesine iyi diyeceğiz? Umutsuz, karanlık olan mesele bu. Her şeyi karanlık görelim demiyorum ama öyle pembe gözüken şeylerin arkasında çok karanlık bölgeler var. Bunlardan kurtulmayı hedefleyeceğiz. Bunların altını çizeceğiz, bunlardan bahsedeceğiz. Yasak olmaktan çıkan şeylere sevinmekle geçirmeyeceğiz zamanımızı. Böyle demokratikleşilmez.

‘Umutlar kesildi ki terör yeniden başladı’

6 yıl önceki buluşmada, o tarihte Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olan Prof. Vahit Bıçak da yer almıştı. Halen Polis Akademisi’nde öğretim üyesi olan Prof. Bıçak, söz konusu buluşmayı ve aradan geçen 6 yılı şöyle değerlendirdi:

“O dönemde, Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşme odaklı bu temel sorununun çözüleceğine dair inanç ve olumlu bir beklenti vardı. Hükümet yeni bir hükümetti. Birçok şey yapmak istiyordu. Söylem ve eylem farkı yoktu. Söylemler, eyleme dönüştürülüyordu. Ama 6 yıl sonra, bugüne baktığımızda, o noktada, fazla bir ilerleme göremiyoruz. Bu çok üzücü bir gerçek. Demokratik açılım konusu, her yıl Ağustos ayında mutlaka gündemde oluyor. Ama sonuçları gördüğümüzde ve geriye baktığımızda, ben bunun bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu düşünüyorum. Kamuoyundaki beklentileri karşılamak için, düzenli olarak tekrarlanan ve eyleme dönüşmeyen bir söylem. Çözüm için esaslı bir adım atılmadı. Söylemden eyleme geçilmedi.

2005’teki bu buluşma umut doğurmuştu. Şairler, yazarlar, üst düzey bürokratlar, siyasiler bir araya gelmişti. Büyük bir heyecan vardı. O dönem, terör de yoktu. İnsan haklarını, en öncelikli konu yapmıştık. Ben her hafta, Van’da, Diyarbakır’da, sokaklarda, kahvehanelerde, insan hakları konusunda broşürler dağıtıyor, posterler asıyordum. Terör olmadan, biz çözüme ulaşılabileceğine dair bir umut vardı. Olumlu bir beklenti oluşmuştu. Ama zamanla, insan hakları reformları önce durdu, sonra da geriye gitmeye başladı. Otoriter anlayış gelmeye başladı. Umutlar kesildi ki terör yeniden başladı.

O dönem, 2004 yılında, AB ile de tam üyelik için müzakereler başlamıştı. Büyük bir dinamizm, heyecan vardı. Zaman içerisinde bunlar söndü. Reformlar durakladı. Söylemler, eyleme dönüşmedi. Ve geriye gidildi. Siyasette söylem ve eylem farklılığı olabilir ama bu denli büyük bir farklılık, normal değildir.”

‘Hava kurşun gibi ağır görünse de barışa yakınız’

6 yıl önceki buluşmada yer alan isimlerden biri de Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’ydu. Karaalioğlu, altı yılda olumlu şeyler yaşandığı ve çözüme daha da yaklaşıldığı görüşünde

-6 yıl önceki buluşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kabul etmek lazım, önemli ve benzersiz bir tecrübeydi. On yıllara uzunan bir sorunun çözümünde paradigmanın dışında çözüm istikametinde cesur görüşlere sahip aydınların hükümetle masaya oturması, hükümet adına da bir yöntem arayışı olarak önemliydi. O görüşme Kürt meselesi tarihinde çözüm süreçleri açısından yeni bir başlangıç oldu. Devletin bu sorunla daha fazla gidemeyeceğine dair bir kanaati yansıttı ve umut yarattı. Elbette o gün çok iyimserdikÖ Çünkü sorunun çözümünün önünde engel olarak görülen ve hatta sorunu yaratan unsur “devlet”ti ve devletin adım atması umut vericiydi.

Bugün hâlâ iyimserim ve hatta devletin (veya hükümet) süreç içerisinde adım atmaya devam etmesi iyimserliğimi artırmaya devam da etti. Ancak sorunun tek tarafı yok ve geçen yıllar içerisinde bunu dramatik bir şekilde gördük. “Çözüme engel olan devlet” analizi, “çözüme engel olan Kürt siyasal elitleri” ile yer değiştirmeye başladı. Türkiye’nin çözümün aktörlerinin gerçek pozisyonlarını görmesi o buluşmanın başlattığı ve devamında “Demokratik açılım” olarak gelişen süreç sayesinde oldu.

- Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?

Bugün barışa daha yakınız. Her ne kadar hava kurşun gibi ağır görünse de daha yakınız. Çünkü Türkiye barışı ve çözümü bulabilmek için muhakkak surette o süreçleri geçirmek zorundaydı ve geçirdi. Herkesin eli göründü. Kimin nereye kadar gideceği de, gerçekte kimin çözüm isteyip istemediği ve tarafların nasıl bir belgeye çözüm diyeceği de büyük ölçüde anlaşıldı. Bu, çözüm için en önemli adımdır. Taraflardan biri çözüme her şartta karşıyken öteki tarafın niyetini anlamak zordu. Şimdi kimsenin kimseyi kandıramayacağı bir seviyeye ulaşmış bulunuyoruz. Artık barış ve çözüm için söylenecek her söz daha gerçektir. Retorik dönemi bitmiştir. Yine bu süreçte atılan birçok önemli adımın da hedefe varmayı kolaylaştırdığını, en azından Kürt şahinlerinin elindeki kozları aldığını düşünüyorum.

-Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?

En büyük hayal kırıklığım BDP/PKK ve genel olarak Kürt siyasal elitlerinin çözüm konusundaki isteksizliği ve hatta bazılarının sabote edici bir politika izlemeleri oldu. Demokratik adımlar atıldıkça bunları önemsizleştiren ve değersizleştiren bir tavır izlemeleri 2005’te tahmin edilebilecek bir durum değildi. Çünkü zaten devlet çözüm karşıtıydı ve sivil aktörler cari durumun tabiatı gereği sorgulanamıyordu. Devlet pozisyonunu değiştirince görünürde çözüm isteyen ama gerçekte buna karşı olan kesimlerin siyasal konumu da ortaya çıktı. Demokratikleşme arttıkça şiddetin artması ve Kürt siyasetine şiddet dilinin egemen olması; üstelik bunun bir siyasi sabotaj şeklinde tezahür etmesi acı ve yeni bir tecrübe oldu. Bu hayal kırıklığının o gün toplantıya katılan birçok aydın da dahil olmak üzere çözüm yanlısı kesimlerde yaşandığını gözlemliyorum. Bunca acı tecrübeye rağmen Kürt toplumu içindeki sağduyulu seslerin giderek artması ve ayrılıkçılığın ana fikir haline gelmemesinden umutluyum. Çözümün de buradan ilerleyeceğini düşünüyorum.

‘Bu sorun, iki konuşma, üç toplantı ile çözülemez’

Araştırmacı Tayfun Mater, 6 yıl önceki buluşma ve Kürt sorununun seyri hakkındaki görüşlerini şöyle özetledi:

Toplantı dışarıya, basına kapalı gerçekleştirildi. Bu şekilde olmasının daha uygun olacağını düşündük. Dışarıya kapalıydı ama her şey çok detaylı olarak konuşuldu, tartışıldı. Tartışma hiç olmadı. Biz anlattık, düşüncelerimizi ortaya koyduk, bürokratlar da dinledi, not aldı. Bunun ardından, Başbakan’ın Diyarbakır konuşması, beklenen ilgiyi görmeyince, bir anlamda bir fırsat kaçmış oldu. İlk kez bu kadar büyük adımlar atmaya karar verilmişti ama karşılık göremedi. Böyle olunca da, olumlu bir sonuç alınamadı. Ama buna rağmen, bu buluşmanın şöyle bir faydası var, ilk kez bu konuda, her türlü düşünce özgürce dile getirildi bizim tarafımızdan. Net olarak açıklandı o toplantıda. Ve bizimle görüşen bürokratlar da, ilk kez bunları duymuş, dinlemiş oldular.

Barışa 6 yıl önce mi yoksa bugün mü daha yakın olduğumuzu net bir şey söylemek zor. Hâlâ çok gergin bir ortam var. Sık sık acı haberler geliyor. Ama “tartışma” açısından çok büyük bir ilerleme var. Herkes, her taraf fikirlerini, düşüncelerini, isteklerini rahatça dile getiriyor. Demokratik özerklik gibi o zaman söylemeye çekinilecek birçok şey bugün konuşuluyor.

Bu sorunun, iki konuşma, üç toplantı ile çözülebileceğine inanmıyorum. Çok parçalı, karmaşık bir denklem. Çok değişkeni var.(Ruşen Çakır - Semih Sakallı)

Yarın: Ali Bayramoğlu, Osman Kavala ve Hakan Tahmaz Kürt açılımının 6 yılını değerlendiriyor.
 

Vatan, 12.08.2011

Altıncı yılında Kürt açılımı - 3

Ali Bayramoğlu: 2005 yılı Kürt sorununda milattır
 

Başbakan’la 6 yıl once buluşan aydınlar grubu içinde yer alan Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu’na göre bugün barışa daha yakınız

10 Ağustos 2005’teki aydınlar grubu ile Başbakan buluşmasında hissettiğiniz duygular, aradan geçen 6 yılda ne gibi değişikliklere uğradı?

2005’ten bu yana yaşananları bir süreklilik içinde değerlendiriyorum. Bu süreklilikte inişler çıkışlar olmakla birlikte ivme hep yukarıya seyretti. Başka bir ifadeyle Kürt sorunuyla ilgili farkındalık derinleşti, devlet ve siyasi iktidar açısından sorunun tanımı netleşti, inkar politikaları adım adım sona erdi, temel hak ve özgürlükler alanın genişlemesiyle Kürt siyasi hareketinin eylem alanı belli meşruiyet dozuyla büyüdü. 2005’i bu açıdan bir milat kabul etmek gerekir. Aydınlar heyetinin girişiminin bu milada belli bir etkide bulunduğunu düşünüyorum.

Başbakan’ın Kürt sorununu telaffuzu, özür iması, demokratikleşme üzerinden çözüm vaadi bu tarihte gerçekleşmiştir. Bunu Kürt açılımı izlemiştir. O gün itibariyle pek çok gözlemci daha hızlı adımlar bekliyordu, çözüm “sonunda mümkün olacak” tarzı bir ruh hali doğmuştu. Ama o noktanın da bir merhale olduğunu hep beraber yaşayarak gördük.

Nitekim 2005 sonrası sorunun tarafları ve çözümüne dair öneriler netleşti. Siyasi iktidar, sorunu demokratikleşme ve bireysel haklar alanının genişlemesine dayanan yöntemlerle çözmek isterken, Kürt siyasi hareketi siyasi statü-muhatap alınma ve müzakere arayışı içinde oldu ve bunun dışındaki her girişimi düşmanca karşıladı. Bugün içinde olduğumuz aşamayı böyle tarif edebiliriz. Dün arada açık ve meşru hiçbir irtibat yoktu, bugün ise irtibat var, ama arada önemli bir mesafe de var. Dolayısıyla 2005’e oranla yol alındığı kanısındayım.

-Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?

Barışa bugün düne oranla daha yakınız, muhtemelen yarın da bugüne oranla daha yakın olacağız. Kürt sorunu Batı’da yaşanan etnik ve mezhep çatışmalarından daha zorlu yanlar içeriyor, çözümü daha uzun zaman alacak, daha çok olgunlaşma, devlet açısından daha çok demokratikleşme, Kürtler açısından ise daha çok çoğulculaşma gerektirecek.

-Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?

Kürt siyasi hareketinin çatışmacı ve tekelci politikaları ile Tayyip Erdoğan’ın asayişçi dili düzenli bir olumsuzluk kaynağı oluşturdu ve oluşturuyor. Kritik olumsuz olaylar, KCK operasyonu, AK Parti’nin BDP’yi terörist ilan etmesi, Kürtlerin silahı artan bir tehdit unsuru olarak kullanmaları oldu. Buna karşılık demokratik açılım politikalarının TRT 6 gibi hamleleri, parlamento ve siyasi partilerin seçim öncesi BDP adayları krizinde siyasi meşruiyete sahip çıkması olumlu ve önemli olaylardı.

Hakan Tahmaz: PKK ve devletin çatışmaya takati kalmadı

İmza kampanyasının ve Başbakan’la buluşmanın önde gelen düzenleyicilerinden olan Birgün Gazetesi yazarı Hakan Tahmaz’a göre 6 yılda Kürt sorunu açısından çok şey değişti

-Buluşma nasıl gerçekleşti?

Başbakan’la görüşmemiz, 5 yıl aradan sonra silahların yeniden konuşmaya başladığı ve askerlerin AB ile müzakere kapsamında yapılan bazı düzenlemelerin kendilerini zayıflattığı bahane edilerek yetkilerinin genişletilmesini istendiği bir dönemde ve Başbakan’ın “Düşünmezseniz Kürt Sorunu olmaz” sözünün üzerinden 6 ay geçmeden gerçekleşti. Ayrıca görüşmenin gerçekleşmesi de tahmin edildiği gibi kolay olmadı. 15 Haziran’da imzaları açıklandıktan sonra Başbakan ile görüşebilmek yaklaşık 2 ay boyunca aralarında AKP önde gelen yöneticilerinin de bulunduğu bir dizi görüşme yaptık. Bütün bu görüşmelerde bize “Bir şey çıkmaz” dendi. Fakat Başbakan’ın “Bu sorunu demokratikleşerek, anayasal temelde ve Türkiye yurttaşlığı çerçevesinde çözeceğiz” sözleri bunu tarihi bir görüşme yaptı. Daha önce hiçbir devlet yetkilisi veya hükümet bu kadar açık, net bir irade beyanında bulunmamıştı. Nitekim bu buluşmanın akabinde Başbakan’ın 12 Ağustosta Diyarbakır’a gerçekleştirdiği ziyaretteki konuşması da Kürt Sorunu’nda Türkiye’nin yeni bir dönemin eşiğine girdiğinin işareti oldu.

-6 yılda neler değişti?

Öncelikle bugün Kürt Sorunu, çeşitli sorunlara rağmen, her boyutuyla çok daha açık tartışılıyor, konuşuluyor ve görüşülüyor. Burada küçük bir anekdot aktarmak istiyorum. Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklik nedeniyle Abdullah Öcalan’ın görüş günlerinde ve cezaevi koşullarında yapılan değişiklikler PKK tarafından “özel tecrit” olarak tanımlanıyordu ve ciddi gerilim konusuydu. Ben görüşmede bu konuyu gündeme getirdim. Ama konuşmamda ne Öcalan, ne İmralı kelimelerini dahi geçirmedim. Çünkü bu kelimeler tek başına gerilim nedeni olabilirdi. Bugün Öcalan’ın cezaevi ve görüş koşullarına ilişkin aynı haklı şikâyet sürüyor ama artık Öcalan’la ilgili ev hapsi, serbest kalması ve sorunun çözümündeki rolü her yerde ve her düzeyde tartışılabiliyor. Hatta bugün devlet/hükümet, Kürt sorununun “çözüm muhatabı” olarak Öcalan’la görüşüyor. Altı yılda geldiğimiz yeri en iyi bu gösteriyor.

-Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?

Bugün barışa ne kadar yakınız bilemiyorum ama Kürt sorununun çözümü bakımından 2005’ten ileri noktada olduğumuzu söyleyebilirim. Çözüme dönük hangi demokratik adımların atıldığından ziyade, esas olarak devlet, AKP, PKK ve daha önemlisi toplumda gelişen çözüme dönük irade önemlidir. 2005’te ne devletin, ne AKP’nin, ne de PKK’nın ne yapacağı bugünkü kadar netti. PKK Öcalan sonrası silahlı gücü konusunda kendini ispatlamaya çalışan bir siyaset izliyordu. AKP Kürt Sorunu konusunda en azında bugünkü kadar rahat ve bütünlük bir yaklaşım içinde değildi. Son günlerde hem AKP hem de PKK tarafından savaş ve çatışma dönemin yeniden başlatılacağına dair kimi işaretler veriliyor olsa da, bir dönemin çok geride kaldığını ve artık çok büyük bir gelişme yaşanmadığı sürece eski benzer bir çatışmaya dönülemeyeceği, buna ne PKK ne de devletin takatinin kalmadığını söyleyebilirim.

Osman Kavala: Barış için en iyimser günlerimizdi

Kürt sorununun çözümünü odağına alan sivil toplum faaliyetlerinin önemli isimlerinden işadamı Osman

Kavala, 6 yıl önceki inisiyatifin de başlatıcıları arasındaydı

6 yıl önceki buluşmadan memnun ayrıldınız mı?

Evet Başbakan’la yaptığımız toplantı bizi heyecanlandırmıştı. Malum, o dönemde uzun bir aradan sonra PKK eylemleri yeniden başlamıştı, güvenlik güçlerinin yetkilerinin arttırılması konuşuluyordu. Toplantıda Başbakan yalnız değidi, bakanlar, bürokratlar ve milletvekilleri de vardı. Katılanların terkibi, hükümetin ciddi bir hazırlık içinde olduğu izlenimini vermişti. Başbakan hem basına açık konuşmasında hem daha sonra toplantının basına kapalı bölümünde verdiği yanıtlarla Kürt sorunu ve PKK ile ilgili politikalarda geçmişe dönülmeyeceği, olumlu değişiklikler olacağına dair mesajlar verdi. Bazı Kürt siyasetçilere yönelik hak vermediğim bazı eleştiriler de dile getirdi. Ancak, ilk defa bir Başbakan’dan devletin hatalarını kabul etmesi ve “beyaz sayfa” açması gerektiğini duyuyorduk. Başbakan, IRA’nın silah bırakmasına yol açan süreçle ilgili de olumlu ifadeler kullandı. Arkasından Diyarbakır’da da aynı doğrultuda bir konuşma yaptı, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, içinde “Kardeş kavgasına bir nihayet olsun” dizesi geçen şiirini okudu. Bunlar bizi heyecanlandırmıştı. O tarihte bizi harekete geçiren, heyecanlandıran şey ölümlere engel olabilme umuduydu. Bu, maalesef olamadı. O günden sonra duyduğumuz acı haberler, heyecanın yerini çaresizlik duygusunun almasına neden oldu. Bugün baktığımda, galiba, o günler ülkemizde barışın sağlanması ile ilgili en iyimser olduğum günlerdi.

-Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?

Bu süre zarfında önemli şeyler oldu tabii. TV Şeş’in yayına başlaması gibi. AKP hükümeti, Kürt kimliği ile ilgili milliyetçi olmayan bir yaklaşım gösterdi, bu da özgürlüklerin ayrılıkçılığa hizmet edeceği şeklindeki geleneksel devlet refleksini değiştirdi. Ancak hükümetin politikalarında Kürt muhalefeti ile uzlaşmaya yönelik bir çaba göremedik. Bu süreçte DTP ile yapıcı bir diyalog olmadı, PKK’nın silahsızlanmasına yönelik gerçekçi bir plan yürürlüğe konmadı. Diğer taraftan, Kürt kesiminde de DTP’nin rolünün ne olduğu, neler başarabileceği konusunda bir netlik, mutabakat oluşmadı. AKP hükümetinin bu ortamda yaptıkları Kürt muhalefeti tarafından kendilerini etkisizleştirme amacını taşıyan bir strateji olarak algılandı ve taleplerinin daha da radikalleşmesine yol açtı. Türk kesiminde de ölümlerin devam etmesi milliyetçi tepkileri arttırdı. Sanırım, bütün bunlar, süreç içersinde Başbakan’ın 2005’te bize çok umut veren söyleminde de değişikliğe yol açtı. Bugün barışa tam ne kadar uzaktayız, bunu kestirebilmek güç. Farklı siyasi dinamikler ortaya çıkabilir. PKK ile askeri yöntemlerle yok edileceğine dair daha önceki yaygın inanç değişti, bu olumlu sayılabilir. Umarız, askerin işlevini polise vermek bir çözüm olarak görülmez. Bana, barış için gerekli olan, bir anlamda barışın habercisi olan barışçıl bir dil kullanmaktan biraz daha uzaklaştık gibi geliyor.

- Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?

Gelgitli bir süreç yaşandı. AB ile müzakereler başlayınca umutlanmıştık. O tarihlerde Leyla Zana Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’nin üyeliğini destekleyen mesajlar veriyordu. Gunther Verheugen Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde “Yurttaş Verheugen Büyük Avrupa’ya hoş geldin” duvar afişleri ile karşılanmıştı. AB müzakerelerinin geldiği nokta bizim için de Kürt yurttaşlarımız için de son derece hayal kırıcı oldu.

Başbakan’ın bizle görüşmesi ertesi PKK, çok kısa süreli bir ateşkes ilan etmişti. Bu çok anlamlı olmadı. Ama, daha sonra, 2006’da DTP’nin de gayretleriyle, PKK uzun bir süre boyunca eylemlerine son verdi. Hükümetin bu dönemi değerlendiremediğini düşünüyorum. Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne bomba yerleştirme eylemiyle ilgili şüphelilerin yakalanması, kanıtların ortaya çıkması ve yasal süreçlerin başlaması bizi ve oradaki yurttaşlarımızı çok umutlandırmıştı. Ancak, askerlerin tepkisi sonucu savcının görevden alınması ve davanın çıkmaza girmesi ciddi bir hayal kırıklığı yarattı.

Demokraside yeri olmayan yüzde 10 baraj uygulamasına karşı Kürt muhalefeti temsilcilerinin, Ufuk Uras ’ın, Akın Birdal ’ın Meclis’e girmeleri umut verici oldu. Ancak Meclis’te DTP’ye karşı alınan dışlayıcı tavır, Anayasa Mahkemesi’nin partiyi kapatması, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ’a ceza verilmesi bu umuda vurulan ağır darbelerdi.

Son seçimlerde BDP’nin desteklediği 36 adayının seçilmesi de bende iyimserliğe yol açtı. Arkasından olanlar malum. Seçilmiş milletvekillerinin özel yetkili mahkemelerce serbest bırakılmamaları ve bu tuhaf tasarrufun Meclis’te çoğunluğa sahip parti tarafından olağan sayılması umut kırıcı oldu. Bu son gelişmeler, bende, hem siyasettin normalleşmesi hem de hukukun işleyişi konularında ciddi bir karamsarlığa neden oldu.

Altı yıl önce kritik toplantı

2 Ağustos 2009’da dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 15 gazeteci ve akademisyenle bir araya gelerek Türkiye Modeline Doğru başlıklı bir çalıştay düzenledi. Bu, tarih daha sonra adı “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne dönüşen “Kürt açılımı”nın startı sayıldı. Oysa hükümet Kürt açılımının startını bu toplantıdan dört yıl önce vermişti. 2005 yazında ülke yine PKK eylemleriyle çatışma ortamına sürüklenmişdi. Bu gidişe müdahale etmek isteyen bir grup aydın, 150 imzalı bir bildiriyle silahların susması çağrısı yaptı. Daha önce de benzer girişimler olmuş ama hiçbir sonuç alınamamıştı. Ancak ilk kez hüküt aydınlarla görüşme kararı aldı. İmzacı aydın grubu 10 Ağustos 2005’te Başbakan Erdoğan ile bir araya geldi. Heyetin sözcüsü, İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Gencay Gürsoy’du. Grupta yazar Adalet Ağaoğlu, gazeteciler Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan Coşkun, Oral Çalışlar, Mustafa Karaalioğlu, Nuray Mert, Hakan Tahmaz, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Mazlum-Der eski Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, işadamı Osman Kavala, araştırmacı Tayfun Mater vardı. Erdoğan’ın yanındaysa, dönemin bakanları Abdullah Gül, Beşir Atalay ve Mehdi Eker ile AK Parti’nin önemli isimleri yer aldı. Görüşmenin ardından sorunu demokrasi içinde çözeceklerini söyleyen Erdoğan iki gün sonra Diyarbakır’da TOKİ’nin anahtar teslim törenine katıldı. Erdoğan bura yaptığı konuşmanın büyük kısmını Kürt sorununa ayırdı. Başbakanlık’taki toplantıda masanın her iki yanında olanlar altı yıl sonra “Kürt açılımı”nı ve bugün gelinen noktayı değerlendiriyor.

Yarın: Oral Çalışlar, Dengir Mir Mehmet Fırat ve Gençay Gürsoy

Vatan, 13.08.2011

Altıncı yılında Kürt açılımı 4

Dengir Mir Mehmet Fırat: Ret ve inkar bitti ama
asimilasyon sürüyor

Her ne kadar toplantıda yer almasa da 6 yıl önceki hükümet-aydınlar grubu buluşmasının önde gelen mimarlarından biri, dönemin AKP yöneticisi ve Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’tı. Son seçimlerde aday olmayan Fırat’la hem o buluşma, hem de çok yakından takip ettiği Kürt sorunundaki gelişmeler üzerine konuştuk: 

Bugünden 2005’e baktığınızda, bu süreçte konunun muhataplarının ne gibi hatalar yaptığını düşünüyorsunuz?
Birincisi Kürtlere bakmamız lazım. Kürtlerde hata nedir? Bana göre Kürtlerde çok fazla hata yok çünkü biz Kürtlerle terörü özdeşleştiriyoruz, yani “Kürt eşittir terör, terör eşittir Kürt.” Bu bakış açısından kurtulmamız lazım. O halkı bu ülkenin eşit vatandaşı olarak algılamamız lazım. Bunu algıladığımız andan itibaren, onun taleplerinin aslında çok demokratik, çok temel bir talep olduğunu, çok normal olduğunu ve esas olarak vatandaşlar arasındaki eşitlik anlayışını talep ettiklerini görüyoruz. Temel hak ve özgürlükleri ayrım olmadan talep ediyorlar. Fakat zaman içerisinde, Kürt vatandaşın sorunuyla PKK sorununu özdeşleştirdik ve bunu eşit olarak görmeye başladık. Dolayısıyla her zaman şu öneriyi getirdik: Silahlar sussun sonra hak ve özgürlükleri konuşalım. Halbuki hak ve özgürlükler hiçbir zaman herhangi bir ön şarta bağlanamaz. PKK’yı Kürtlerle eşitlerseniz büyük bir hata yapmış olursunz. AK Parti her üç Kürtten ikisinin oyunu alıyor. Bu ayrımı yapmış olsaydı, bu oran 4’te 3’e çıkardı ama ne yazık biz bunu yapamadık ve aynı hatayı yapmakta, çok temel konularda ayak sürümekte devam ediyoruz. Başbakan özellikle Güneydoğu ve Kürt bölgesindeki gezilerinde elinde bir kitabı gösteriyordu, gezdiriyordu. Bunu devletin bastırdığını söylüyordu ama şuç işliyordu çünkü halen mevcut olan yasaya göre x, w, q gibi harfler suç. Nitekim bundan dolayı bir yazar mahkum oldu. Bir dilin yasallaşması ayrı, bir dile hoşgörüyle bakmak ayrı. Mesela bir çocuğa Kürtçe isim koymak yasak değilmiş gibi gözüküyor ama aslında yasada bu mevcut. Yasak hâlâ duruyor. Buna başka bir örnek de yer isimleridir. Halen o yasak devam ediyor. Kürt isimleri konulmuyor. Bunlar 21. yüzyılda mizah konusu gibi olabilecek konular bırakın temel hak ve özgürlükleri.
Ana dilde eğitim meselesine gelince, bu da temel bir sorun. Başbakan “ret, asimilasyon ve inkarı kaldırdık” dedi ama bence ret ve inkar bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, ana dilinizi geliştirme imkanı sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.

Şu mantığı kabul etmemiz lazım: “Suriye iç meselemizdir, orada Türk ve Kürt kardeşlerimiz var” dediğiniz anda siz şunu kabul ederseniz: Biz aynı zamanda, çok gelişen Ortadoğu coğrafyası içerisinde, diğer üç devletteki, yani Suriye, Irak ve İran’daki toplam Kürt nüfusundan fazla Kürt nüfusu Türkiye’de yaşıyor. Bunlar belli bir yere lokalize olmuş değiller. Kürtler Edirne’den Hakkari’ye kadar yaşıyorlar. Suriye’de, İran’da ve Irak’ta bunu göremezsiniz. Oralarda kesin sınırlarla ayrılmıştırlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtler’in de devletidir. Demokratik bir cumhuriyette de bunun aksini düşünebilmek mümkün değildir. İnanç ve etnisite farkı gözetmeksizin, her vatandaşın eşit olduğu noktasından hareket etmek durumundasınız. Yapılması gereken şey hızla, “Şu muhatabımızdır bu değildir” demeden demokratik adımlar atılmalıdır. Çünkü muhatap doğrudan doğruya hükümetin kendisidir. O bölgede kendisini Kürt ilan eden bir partiden daha fazla oy alabiliyorsa, AK Parti aynı zamanda Kürt vatandaşların da partisidir. Dolayısıyla muhatap AK Parti’dir. Bu nedenle AK Parti hiç gecikmeden, hiçbir neden ortaya sürmeden temel demokratik hakları, belli bir program içinde, güncellenerek, bir takvim belirtilerek, neler yapılacağını açıklanarak, hayata geçirmelidir.
Soruna eşit vatandaşlık bağlamında yaklaşmalıyız. Yasalarımızdaki bütün ayrımcılıkları ortadan kaldırıp, bunu münakaşa konusu olmaktan çıkarmalıyız. Bunu hiçbir şarta bağlamadan yapmak lazım. “Şu kadar insanımız şehit oldu, saldırı oldu” demeden bu yola devam etmeliyiz. Terörün de gayesi bu zaten.

* Konuştuğumuz birçok kişi bu süreçteki hayal kırıklıkları olarak Habur’daki karşılama ve KCK davasını örnek gösterdi. Siz ne dersiniz?
Habur güzel bir başlangıçtı ama yönetemedik. Bana göre Habur’dan girip Diyarbakır’a kadar yürümenin anlamı yoktu ama bunu kötü olarak da algılamamak lazım. Yine de buna karşı tedbir alınabilirdi. Devletin imkanları vardı. İnsanları Habur’da alırdınız, helikopterle Diyarbakır’a götürür, sorguladıktan, serbest bırakırdınız. Bunları öngörmek ve tedbir almak devletin temel görevlerinden birisidir ki operasyonu yöneten kendisidir. Bana göre hata yapılmıştır. Bu hata bir daha tekrar etmez umarım ama hiçbir şeyin çözümü ötelememesi lazım, geri gidilmemeli. Hükümetin kendine bir hedef çizmesi ve bu hedefe (barış ve demokrasinin gelişmesi) doğru emin adımlarla yürünmesi lazım. Elbette içeride dışarıda provakosyon olacaktır. Provokasyonları hesap ederek, öngürülebilir bir yol çizilmeli, hedef belirtilmeli ve bu hedefe ne kadar zamanda, hangi takvimde ulaşılacağı da belirtilmeli.
2005 şartları içinde Türkiye’nin siyasi yapısı ve alışkanlıkları buna maniydi. Türkiye’nin 2005’te nelerle muhatap olduğunu ben içinde yaşayan biri olarak biliyorum. Kendilerini devlet olarak nitelendiren kişiler tarafından hangi darbe planlarının, hangi provokasyanların, yapıldığını biliyoruz. Türkiye kendisiyle hesaplaşıyor şu anda ki bunlar olayların, gerçeklerin yüzde 10’u bile değildir. Bu günlere zor şartlarda gelindi. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. 2005 Türkiyesi’nden 2011 Türkiyesi’ne kolay gelinmedi. Bunu bilmek lazım. Bunu vatandaş olarak görmek mümkün değildi. Vatandaşa çok yansımadı ama zaman içerisinde ortaya çıkıyor.
KCK davasına gelince, bana göre hatadır. Özellikle seçilmiş insanların elleri kelepçelenerek, basına sunulmasının arkasındaki provokasyon iyi araştırılmadı. Bunu kimler, niye yaptı? İyi araştırılmalı, gözden kaçırdık. Orada büyük provokasyon vardı.

Taraflar hakikaten barış istiyorsa, bu ülkede huzur isteniyorsa devlet kadar bunun karşıtında olan, Kürtler’in hakkını savunduğunu iddia eden kesimin de dikkatli davranması gerekir. Yasaları beğenmeyebilirsiniz. Yasalar hukuka uygun olmayabilir ki bu Türkiye’de çok yaygın. Hukuk devleti olmak ayrı bir şey kanun devleti olmak apayrı bir şey. Kanunlara aykırı davranarak bir yere gelmek mümkün değil ama hukuka aykırı bütün düzenlemelere karşı da biz yasal haklarımızı korumak zorundayız. Sivil itaatsizlikle ya da başka bir şekilde olabilir ama mutlaka o mücadeleyi verilmeliyiz. Lakin bu süreç içinde yasaya uymak zorundayız. Tüm siyasi partiler hukuka aykırı yasal durumu değiştirmek için şiddetle değil, demokratik siyaset yoluyla mücadele verecektir.

* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Fırat: Tabii ki 2011’de çok daha yakınız. 2005’teki durumu benim izah etmeme lüzum yok. Şu anda açılmış davaların dosyalarına,iddianamelerine bakarak bile 2005’te neler olduğunu görebiliriz. Allah kimsenin başına vermesin.

GENCAY GÜRSOY: İlk günkü iyimser yorumlarda
ileri gitmişiz


6 yıl önceki buluşmada aydınlar grubunun sözcülüğünü yapan Prof. Gençay Gürsoy bu huluşmayı ve ardından günümüze kadar yaşanan gelişmeleri şöyle değerlendirdi:

“O görüşmede umutlanmamıza yol açan etkenlerin başında hükümeti temsil eden heyetin kapsamıydı. Kürt sorunu konusuyla ilgili bütün bakanlar, danışmanlar ve yüksek bürokratlar oradaydı. Bu açıkcası daha ilk adımda görüşmeye beklediğimizin çok üstünde bir ciddiyet önem atfedildiğini düşündürmüştü. Gerçi sözcü olarak taleplerimizi dile getirirken, Başbakan’ın göz teması kurmaktan dikkatle kaçınması bende ‘içtenlik’ konusunda ilk kuşkuları doğurmaya yetmişti ama doğrusu daha fazlasını bekleyecek lüksümüz de yoktu.

Aradan geçen 6 yıl sonunda bugün sezgilerin çoğu zaman doğruyu gösterdiğini düşünüyorum. Toplantı sonunda Başbakanlık önünde basın açıklaması yaparken, o bildiğimiz ‘beyaz sayfa’, devlet olarak ‘geçmişle yüzleşme’ vb. ifadelerden edindiğimiz iyimser yorumları cömertce dile getirdiğimizi anımsıyorum ve bunca yaşadıklarımızdan sonra geriye dönüp baktığımda bunda biraz ileri gittiğimizi daha iyi görüyorum. Bence o gün de Başbakan’ın tahayyül dünyasında şu ana kadar yapılanlarla bu sorunun çözüleceği inancı hakimdi. Zaman zaman dile getirilen ‘TRT Şeş, sürüyle Kürtçe kaset, daha ne istiyorlar?’ mealindeki söylem bu bakış açısının kısa özetidir.

Kürt sorununun çözümü, benzer uluslararası örneklerde olduğu gibi, herşeyden önce gerçeği açık yüreklilikle, dürüstçe ve cesaretle görmeyi gerektiriyor. Ben daha Başbakan’ın bunu gördüğünden bile emin değilim. Sonra da, kuşkusuz karşısındaki muhatapla bu sorunu çözmek üzere eşit koşullarda müzakere etmeyi, tökezlemeleri, baltalama girişimlerini sabırla atlatabilecek bir siyasi irade gerekiyor. Bunların varlığından söz edebilirmiyiz?
Geriye kalan tek umut bu ülkenin bu sorunu daha fazla kan dökmeden çözmek zorunda olduğu gerçeğidir. Bunun gereğini yapmak kime nasip olur bilemem ama gerçek önünde sonunda kendini kabul ettirir.”

ORAL ÇALIŞLAR: Başarılamayan tek şey silahsızlandırma

6 yıl önceki buluşmada yer alan isimlerden Radikal Gazetesi yazarı Oral Çalışlar sorularımızı şöyle yanıtladı:

* 10 Ağustos 2005’teki Aydınlar Heyeti Başbakan buluşmasında hissettiğiniz duygular, aradan geçen 6 yılda ne gibi değişikliklere uğradı?
İlk kez bir hükümet, Kürt sorunu için, okumuş insanlarla görüştü, onları dinledi ve onlardan fikir aldı. Bu çok iyi bir gelişmeydi. Daha sonra, Başbakan’ın Diyarbakır konuşması da çok uzlaşmacı bir içeriğe sahipti. Devletin geçmişte hatalı uygulamaları olduğunu kabul ederek, özeleştiri yaptı. Bu çok önemli bir adımdı. Alınan mesafe önemli ve olumludur. Kürt sorununun uzun ve köklü bir geçmişi var. Kısa zamanda halledilmesi mümkün değil zaten.
Sürecin sonunda başarılamayan tek şeyse, silahsızlandırma konusudur. Biz de o dönemde, bildirimizde, silah bırakılması yönünde çağrı yapmıştık ama ne yazık ki bu konu silahtan arındırılamadı. Bu açıdan bir mesafe alınamadı. 6 yıl içerisinde birçok alanda mesafe alındı ama sorun hâlâ “silahlı” olma özelliğini koruyor.

Evet birçok olumlu adım atıldı: Kürtçe TV kanalı, Kürt dili üzerine üniversite bölümü...

Bunların yanında, çok daha rahat bir tartışma ortamı kazanıldı. Eskiden, gazetecilerin yazarların sıklıkla, Kürt meselesinde yaptıkları yorumlar nedeniyle haklarında dava açılırdı. Artık böyle davalarla karşılaşmıyoruz. Kamuoyunda da ciddi toplumsal olgunlaşmadan bahsetmek mümkün konunun tartışılması açısından. Artık “Öcalan da bu sürecin bir parçasıdır, sürecin içerisinde yer almalıdır” fikri kabul edilmiştir.

* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Bugün çok daha yakınız. Hem Türkiye, hem Kürtler bu işi silahla bastırmanın mümkün olmadığını anladılar. Kamuoyu gelişti. Silahla bir çözüm alınabilecek bir alan olmadığı anlaşıldı. Mesela Mehmet Ali Birand’ın kendisiyle yaptığı röportajda Yaşar Büyükanıt’ın söylediği, “bütün TSK’yı Kandil’e göndersek PKK temizlenemez” açıklaması, bu anlamda çok önemlidir. Bunu aynı şekilde Kürtler de biliyor. Silahla, meselelerini halledemeyeceklerinin farkındalar. O açıdan, 6 yıl öncesine göre, daha barışçıl bir akış açısı izlendiğini söyleyebilirim.

* Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?
Beni en umutlandıran olay, Habur girişi olmuştu. Çünkü Habur öncesi bir yol haritası çizilmiş, kararlar alınmıştı. Ama Türk toplumu böyle bir adıma hazır değildi. Beni en umutsuzluğa sevkeden gelişmeyse KCK Davası’dır. Türk devletine, geçmişten beri egemen olan “iyi Kürt/ kötü Kürt” bakış açısının, bu süreçte de ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bakış açısı, bu dava, Kürt meselesini açmaza götüren bir konudur. Konuyu kilitleyen bir gelişmedir.

 

- BİTTİ -

Vatan, 14.08.2011


Bu bölümdeki diğer içerikler için tıklayınız.